08 Kasım 2023
"Yıkılmadım ayaktayım" iki binli yılların başında ünlü olmuş bir arabesk şarkının adıydı. Ancak bu sözler zaman içinde yaşadığı bütün güçlüklere karşın ayakta durmayı başarmış, belki kendisine olan güveni daha da artmış bir kişinin kendi durumunu dile getirmek için kullandığı bir deyiş oluverdi. Yokluklar, zorluklar, acılar, haksızlıklar kısaca yıkımlar yaşayanların kendilerini yüreklendirmek için ya tek başlarına ya da topluca haykırdıkları umut verici bir slogan olarak dilimize yerleşti artık.
Büyük Marmara depreminin üzerinden yirmi yıldan, büyük Maraş-Hatay depreminin ardından altı aydan fazla süre geçti. Büyük yıkımlardı bunlar, on binlerce insan öldü. Kalanlar da maddi ve manevi çok büyük acılar zorluklar yaşadılar. Şimdi bu büyük yıkımlarından sonra "yıkılmadık ayaktayız" sloganını kendimize cesaret vermek için yineleyebiliriz. Bunu söylerken inandırıcı olmak için binalara gönderme yapıp "tümüyle yıkılmadılar, yalnızca kötü yerde ve çürük biçimde yapılmış olanlar yıkıldı diğerleri sapasağlam ayakta kaldı" veya insani kayıplardan yola çıkıp "evet çok can kaybettik, ama biz kalanlar ayaklarımız üzerinde dimdik durmayı bildik" ya da tarihi anımsayarak "daha önce de onlarca kez yıkılmıştık ama her seferinde yeniden ayağa kalkmayı becerdik" diyerek kendimizi avutabiliriz.
Ayrıca yalnızca depremler değil ki bizi yıkan! Büyük orman yangınları ve seller de yaşadık. Dahası son yirmi yılda katlanmak zorunda bırakıldığımız toplumsal, ekonomik, politik, demografik ve ahlaki büyük yıkımlar oldu! Öte yandan önce ülkemizin ve sonra kuzeyimizde güneyimizde tüm coğrafyamızın yaşamakta olduğu kanlı savaşlar da var… Yine her seferinde "yıkılmadık ayaktayız" yüreklendirici sloganına başvurabiliriz. Evet bu slogan bizi coşturacak ve direnme gücümüzü arttıracaktır. Orası muhakkak! Peki ama neden?
Bir psikanalistin en önemli görevinin soru sormak olduğunu hayli zamandır bilen biri olarak "Bu sloganın yüreklendirici gücü nereden geliyor?" diye soracağım elbette. Sözcük kökenbilgisinin yol göstericiliğine başvurmalı önce. Yıkılmak eski Türkçe aşağı indirmek, tahrip etmek anlamlarına gelen "yık" yükleminden türemiştir. Eğer yıkılmak aşağı indirmek, tahrip etmekten köken alıyorsa o zaman yıkılanın ayağa kaldırılması dikey duruma getirilmesi onarıcı bir hamle olarak elbette olumlu bir çağrışım yaratacaktır. Ancak bu sloganın hareketlendirici, yüreklendirici, savaşım direncini arttırıcı ve umut verici bir ruhsal yankısı olabilmesi için temel yaşamsal bir olguya gönderme yapmış olması gerekir. Peki yıkılmak karşısında ayakta kalmak insan ruhsallığında neden bu denli güçlü bir etkiye sahip olsun ki?
Çünkü, insan oluş ayağa kalkmakla başlamıştır da ondan!
İnsan oluş ne zaman başladı sorusu birçok bilim alanında birçok bilim insanı tarafından sorulmuş ve çeşitli yanıtlar bulunmuştur. Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud insan oluşun ilk insanların dört ayak oluştan dikey konuma yani iki ayak üzerinde durmaya geçişle başladığını kabul edenler arasında yer alır. Freud, Darwin, Haeckel ve Lamarck'ın evrimci görüşlerinin izinde özoluş soyoluşu izler düşüncesini benimsemiştir ve çocukluktan erişkinliğe insanın gelişiminde atalarımızın evrimsel dönüşümünün izlerini görür. Yaşamın birinci yılının sonuna doğru gerçekleşen ayağa kalkmaya dile ve elbette düşünceye kavuşma da eşlik eder ki insan oluş sürecinin en önemli aşamalarıdır bunlar. Sigmund Freud 1880'lerin sonlarından yani dostu Wilhelm Fliess ile olan yazışmalarından başlayarak, 1930'lara Kültürün Huzursuzluğu metnine kadar kırk yıla yaklaşan bir zaman diliminde insan bedeninin dikleşmesinin sonucu olarak ruhsallıkta oluşan değişim ve elbette dönüşüm konusunu bu konudaki temel düşüncesine hep sadık kalarak birçok yazısında ele almıştır.
Fransız psikanalist Sydney Levy "Freud ve Dikey İnsan"[1] başlıklı kitabında Freud'un insanlaşma (hominisation) sözcüğünü kullanmasa da (çünkü insanlaşma kavramı 1950'lerde hayvan bir atadan Homo sapiens'e geçiş sürecinde oluşanları tanımlamak için ortaya atılmıştır) bu kavramla belirtilen insan olmak bilincine kavuşmaya ve bunun insanın geleceğinde ortaya çıkaracağı sonuçlara özellikle vurgu yapmış olduğunu belirtir. Ancak Levy Freud'un iki ayak üzerinde olmaktan (bipédie) çok dikeyleşme (verticalisation) üzerinde durduğunun da altını çizer. Freud'a göre önemli olan yatay duruştan dikey duruşa geçişle kökenleri temsil eden topraktan net bir biçimde uzaklaşılmasıdır. Çünkü böylece o döneme kadar en önemli duyu organı olan burun yerden uzaklaşmakta ve daha önce topraktan gelen ve çekici olan bazı duyumlar artık iğrenç bulunmaktadır. Freud'un erojen koku bölgelerinin terk edilmesiyle ortaya çıkan ve "organik bastırma" olarak adlandırdığı olgu işte budur. Bu olgu iğrenmenin ve şüphesiz ahlak duygusunun ortaya çıkışının da kaynağını oluşturur. Freud'un burnun topraktan uzaklaşmasına ve yukarı kalkmasına bu denli önem vermesinin nedeni ise bu duyu organının ilk libidinal uyarım kaynağı olmasıdır. İlk libidinal uyarım kaynağının ilk bastırmaya uğraması ise şaşırtıcı değildir.
İlk bastırmanın gerçekleştirilmesiyle birlikte dürtülerin denetim altına alınmasına başlanmış ve insan oluşa doğru ilk önemli adım atılmış olmaktadır. Bunu diğerleri izleyecek ve kültürün de kaynağını oluşturan yüceltme ortaya çıkacaktır. Psikanalitik bir kavram olarak yüceltme (yüceltme, eski Türkçe tepe yüksek yer anlamına gelen Yüçe'den türer) "ilksel nitelikteki eğilim ve isteklerin doğal amaçlarından çevrilerek toplumca beğenilen anlıksal, toplumsal ve benzeri etkinliklere dönüştürülmesi" olarak tanımlanır.[2] Bu kavramın Batı dillerindeki karşılığı "sublimation" "göğe yükselen, yüksekte olan" anlamına gelen Latince "sublimatio-sublimis"den türemiştir. Burada bir eşiğin aşılması söz konusudur, Freudcu dikeyleşme imgesi bir idealizasyona gönderme yapmaktadır. Bu kökensel devinimle insanın burnu yerdekileri koklamaktan kurtulmuştur. Böylece yalnızca dürtüleriyle yönetilen bir yaratık olmaktan çıkıp insan oluşa evrilme başlamıştır. Sigmund Freud yüceltmenin arkasındaki gücün ise cinsel dürtüden geldiğini düşünür. Cinsel dürtü sahip olduğu büyük gücü yüceltme dolayımıyla kültür uğraşının emrine vermiş olur. Burada yalnızca cinsel dürtülerin değil yıkıcı dürtülerin de hem hedef hem nesne değişikliğine uğrayarak yüceltmeye uğradıklarını ve dolaysıyla kültürün gelişiminde önemli bir katkı sağladığını unutmamak gerekir.
Öte yandan insan oluşa evrilmenin zorluklar, örselenmeler ve hatta yıkımlar olmadan gerçekleştiği de düşünülmemelidir. Bu bağlamda yaşamın başlangıcını oluşturan doğumu bir yıkım olarak tanımlamak hiç de yanlış olmayacaktır. Öyleyse şimdi sıra temel yıkımdan ve onun etkilerini ayağa kalkarak onardığımızdan söz etmeye geldi.
Yukarıda da belirttiğim gibi Türk dili kökenbilgisi sözlükleri yıkım sözcüğünün "aşağı indirmek, tahrip etmek" anlamına gelen "yık"tan türediğini söylüyor.[3] İki ayağı üzerine kalkan insan için doğum sırasında "aşağıya doğru bir iniş" olduğu çok açık. Dahası tüm gebelik boyunca oluşmuş olan yapının "tahrip olarak" bebeğin doğmasına olanak sağladığı da tartışmasız bir gerçek. Ancak doğumun bir yıkım olması yalnızca kökenbilgisel olarak mı doğru? Elbette hayır.
İnsan evrimsel gelişimi sonucu iki ayak üzerine kalktığında doğum sürecinin özellikle zorlaştığını biliyoruz. Doğumun insanın ayağa kalkması ile zorlaşması fetüsü çok çetin bir yolculukla karşı karşıya bırakmıştır. Ancak daha da önemlisi anne karnının korunaklı, tüm yaşamsal gereksinimlerin gereksinim daha ortaya çıkmadan doğrudan karşılandığı ve çoğu zaman tüm tehlikelerden uzak bir varoluştan soluma, beslenme, korunma ve hatta temizlenme gibi karşılanması gereken gereksinimlerin ortaya çıktığı bir başka varoluşa benzeri canlılara göre çok daha erken geçilmektedir. Sigmund Freud'un da altını çizdiği gibi insan yavrusu gelişimi tamamlanmadan oldukça hazırlıksız bir biçimde dünyaya atılıverir. Freud bu durumun bir temel çaresizlik (hilflosigkeit) duygusu yarattığını belirtmiştir.[4] İşte o nedenle doğum birçok psikanalist tarafından bir büyük travma olarak görülmüş, hatta ilk dönem psikanalistlerinden Otto Rank doğum travmasını kuramının en önemli öğesi olarak tanımlamıştır. Psikanalistler haklıdırlar çünkü her şeyin düzenlenmiş olduğu, gereksinimlerin doğrudan karşılandığı bir ortamdan soluk alma verme, beslenme, kendini koruma gibi gerçekleştirilmesi gereken gereksinimleri zorunlu kılan bir ortama atılıvermek olsa olsa çok büyük bir travma yani bir yıkım olarak yaşanmış olmalıdır.
Öte yandan yeni doğanın karşısında bir güçlük daha vardır. İsviçreli psikolog ve araştırmacı André Bullinger bize anne karnındaki fötüsün yerçekimini yalnızca iç kulaktaki labirentler sayesinde hissettiğini ve yerçekiminin onun derisi, kasları, derin duyusu üzerinde etkili olmadığını söyler.[5] Ama doğumla birlikte tıpkı uzaydan dünyaya dönen astronotların hissettikleri gibi o da yerçekimini yani kendi ağırlığını hissetmeye başlayacaktır. Derisi, kasları ve iç duyusuyla yani tüm bedeniyle yerçekimini doğrudan hissetmektedir artık. Anne karnındaki ortamdan atmosfer ortamına geçen bebeğin bu ani değişikliği bir derin kaygı olarak yaşamış olması olasıdır. Demek ki, Freud'un temel çaresizlik olarak adlandırdığı durumu yaratan unsurlardan biri de yeni doğanın yerçekimiyle, yani kendi ağırlığıyla karşılaşmış olmasıdır.
İşte o nedenle birçok yaşamsal gereksinimini henüz tek başına karşılayamayan yeni doğanın ilk hedefi hareketlenme olacaktır. Dünya üzerindeki bu hareketlenme önce yerde sürünme sonra emekleme ve en sonunda dikeyleşme yani ayakları üzerinde kalkmak olarak ortaya çıkar. Öyleyse doğum yıkımının yenidoğanda yarattığı temel çaresizliğin onarımının sinir sisteminin gelişmesiyle kasların daha yetkin kullanımı ve uzuvların belli ereklerle hareket ettirilmesiyle ve dolayısıyla dünya üzerindeki hareketlerin başat konuma geçmesiyle gerçekleştiğini söylemek yanlış olmayacaktır. O zaman ayağa kalkmak yani dikeyleşmek insana yalnızca kokunun başat olduğu bir varoluştan görmenin baskınlığındaki bir başka varoluşa geçmesini değil aynı zamanda dürtülerini yüceltme olanağına kavuşmasını ve doğumun yarattığı temel yıkımın etkilerini gidermesini de sağlayacaktır. Ayağa kalkmanın onarıcılığı buradadır işte! Bu onarıcılığın yaşama damgasını vurmuş olması "Yıkılmadım Ayaktayım" sloganının insan ruhsallığında çok derinlerden kaynağını alan duygusal bir yankı uyandırmasını açıklar.
Erişkinler olarak hiçbirimiz ilk adımlarımızı attığımız dönemi anımsamıyoruz elbette, ama çevremizdeki küçük çocukları gözlemleyebiliriz. Ayağa kalkmayı, bedenini dikey tutabilmeyi ve özerk bir biçimde hareket edebilmeyi başaran çocuğun yüzündeki mutluluğa ve gurura hepimiz tanık olmuşuzdur. "Yıkılmadım ayaktayım" sloganı işte belleğimizin unutulmaya yüz tutmuş çok eski kayıtlarındaki bu gururun bu mutluluğun yeniden canlanmasını sağladığı için coşkulandırıcıdır. Doğumun yarattığı yıkımın neden olduğu temel çaresizlik duygusundan çıkılmış, yerçekimine karşı güç kazanılmış ve artık birçok gereksinimle birlikte hareket etmek ve yürümek de tek başına başarılmaktadır artık. Öyleyse iki ayak üzerine kalkmayı yıkımlara karşı ilk direniş olarak kabul edilebiliriz.
Doğumu bir kökensel yıkım olarak kabul ediyorsak yıkımları yaşamın kaçınılmaz parçaları olarak görmek zorunlu demek ki! O zaman asıl meselenin yıkılmak değil sonrasında ayağa kalkmamak olduğunu düşünmeliyiz. Büyük şair Nazım Hikmet 1948'de Bursa Cezaevinden "mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta bütün mesele!" [6] diye haykırmıyor muydu? O yaşadığı tüm yıkımlardan sonra ayağa kalkmayı bilmiş ve bizlere bu yüreklendirici dizeleri bırakmıştır.
O zaman büyük şairi de anarak şöyle diyelim:
Mesele yıkılmakta değil, ayağa kalkmamakta bütün mesele.
[1] Sydney Levy, Freud et l'Homme Vertical, Ed. des Crépulcules, Paris, 2010.
[2] Ruhbilim Terimleri Sözlüğü, TDK, Ankara, 1980, s. 177-178.
[3] Sevan Nişanyan, Nişanyan Sözlük, Liber yay. İstanbul, 2018.
[4] Temel çaresizlik konusunda bkz https://www.t24.com.tr/yazarlar/talat-parman/deprem-yikimi-uzerine-psikanalitik-dusunceler-temel-caresizlikten-baglarla-onarima,39138.
[5] André Bullinger, Les effets de la gravité sur le développement du bébé. Eres, Toulouse, 2015.
[6] Hazım Hikmet (1948), Yatar Bursa Kalesinde, Şiirler 4, YKY, İstanbul, 2002, s.170.
Talat Parman kimdir? Psikiyatri doçenti ve formatör psikanalisttir. İzmit Yeni Turan İlkokulunda ilk öğretimini ve İstanbul Saint Joseph Lisesinde orta öğretimini gördü. İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi'nde tıp eğitimi ve Paris René Descartes Üniversitesi'nde psikiyatri uzmanlık eğitimi aldı. Yirmi yıl boyunca İstanbul Üniversitesi Çocuk Sağlığı Enstitüsü Adolesans Bilim Dalında çocuklar, ergenler ve aileleriyle çalıştı. Ocak 2000'den beri Paris Psikanaliz Kurumu ve Uluslararası Psikanaliz Birliği üyesi. 2001'de Türkiye'nin ilk psikanaliz derneği olan İstanbul Psikanaliz Derneğinin kurucu başkanı oldu. Ergenlik dönemine eğilen ve psikanalizin genel konularını ele alan kitapları ve J. B. Pontalis'ten yaptığı kitap çevirileri vardır. Psikanaliz Yazıları dizisini kurdu ve yirmi yıl boyunca yayın yönetmenliğini yaptı. Yapı Kredi Yayınlarında yayımlanan Psikanaliz Defterleri dizisi yayın kurulu üyesidir. Halen tüm telif ve çeviri kitapları Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanmaktadır. |
"Ancak yas tutabildiğimizde kültürel değerlere verdiğimiz değerin, onların kırılganlığından etkilenmediğini görebiliriz. Savaşın yıktıklarını yeniden yapacağız, belki daha sağlam temellerle ve eskisine göre daha dayanıklı olarak"
Unutmayalım ki, insan insana iyi gelir!
© Tüm hakları saklıdır.