Beni unut dedin, git burdan ve beni unut. Nasıl oldu, buralara nasıl geldik bilmiyorum. Daha dün ilkbahardı sanki, Çamlıca tepesinde papatyalar arasında dolaşıyorduk. Boğazda erguvanlar açmıştı, ya Bebek'te, köşedeki o manolya ağacına ne demeli? Hepsi bizim için çiçek açıyordu bu şehri İstanbul'da. Ne zaman sonbahara döndü dünya, ne zaman melankoli bulutları dolaşmaya başladı, ne zaman tek bir çiçek kalmadı dalında?
Beni unut dedin, git burdan ve beni unut. Aşk zaten son perdesi hiçbir zaman oynanmayan bir oyundur. Aşk şiirleri antolojisi diye eline aldığın kitabı tersten okumaya başlarsan yarım kalmış hikâyeler seçkisi olduğunu göreceksin. Sen aslında sen değilmişsin gibi içimden atmaya çalışıyorum seni, sesini, gözlerini, anları, anlarımızı.
İstanbul'a bakıyorum. Sanki İstanbul dün fethedilmiş, ben İstanbul'u almış orduda bir yeniçeri neferiyim. Boğaz'ın girişini gözlüyorum Galata Kulesi'nin yanından. Ben aslında Bizanslı bir güzele aşıktım, onu bulmak için katıldım bu savaşa. Bedenim yaralı, ruhum yaralı, sevdiğimi arıyorum surların arasında. Galata Kulesi'nin yanında bir evdeyim, bakıyorum tepeden İstanbul'a. Bir şehri savaşarak alabilirsiniz, bir kadının ruhunu öyle kazanabilir misiniz? Dünyanın bir ucundan, bir denizin dibinden çıkardığınız muhteşem bir deniz kabuğunu kaybetseniz, bulmak için her şeyi yaparsınız. Gerekirse gider aynı denize dalar ararsınız. Eğer kaybettiğiniz bir kadının kalbiyse ne yaparsınız? Bilmiyorum. Unutmaya çalışıyorum, unutamıyorum. Bu şehir gibi her yerimde. İnsan İstanbul'u unutabilir mi? İstanbul'u kaybedebilir mi insan. Ya seni, gözlerini, sesini? Bütün kan damarlarımda İstanbul ve sen akarken, ben nasıl unutabilirim sizi, nasıl birbirinizden ayırabilirim, her attığım adımda kalbime bir ezgi gibi dolarken siz, ikiniz, bu şehir ve sen? Bir sabah kalktığımda bütün damarlarımı kessem, kıpkırmızı bir ırmak olup aksanız mavi denizlere, ben sizi kanayarak yok olsam, belki, belki o zaman...
Beni unut dedin, git burdan ve beni unut. Ben de gittim. buralarda değilim, ruhum gitti, kalbim gitti, yok oldum, karanlık oldum, kimsiz, kimsesiz oldum, sensiz oldum. Amansızca, kıyasıya dolaşıyorum dünyayı, en acımasız coğrafyalarda ölmeye uğraşıyorum. Hiçbir yağmur damlası sonsuza dek buz tutmaz. Oysa burada buzlar çözülmüyor, belki de Laponya'dayım, bilmiyorum, bildiğim canım acıyor, acım hiç dinmedi. O gece, neden sonra Alaskalı bir balıkçı konuştu benimle, okyanusta suya dalan ilk balina kuyruğu karanlıkta kaybolurken. İnce söğüt bıçağını çıkartıp öldürüverse beni şuracıkta diye bekliyordum, umuyordum. Son sözleri şunlar oldu: "Laponyalı denizciler; kırmızı gözlü geyiklerinin peşinden açıldıkları denizden hiç dönmediler. Bir an bile dönmeyi düşünmemişlerdi zaten." Ben hiçbir denizden, hiçbir uzaydan dönmemeye razıydım. Ben ölüme yatmıştım, beni canlı tutan bir tek sen vardın. Ne zaman gecenin efsunu gibi beni büyüleyen gözlerin silinecek hafızamdan, ne zaman yeni doğan bir ay gibi hayallerimde danseden bedenini yitiricem beynimin kıvrımları arasında, o zaman ne deniz, ne uzay, ne de bir kara parçasına gerek kalmayacak, neredeysem orada bırakıp gideceğim hem ruhumu, hem bedenimi. Ben seni ne zaman unutursam o zaman öleceğim, ben seni unutabilir miyim?
Beni unut dedin, git burdan ve beni unut. Ben de gittim, atlaslarda kaydı olmayan kadim bir şehre vardım, ortasından deniz akan bir şehir, İstanbul kadar masum, İstanbul kadar acımasız. Orada bir sahil kenarında seni unutmaya çalıştım, olmadı. Belamı arıyordum, kavga edecektim, kavgada beni öldüreceklerdi. Soğuk, gri, karanlık sahilde yürüyordum. Parke taşlarında çıkan sesleri duydum, sonum bana yaklaşıyordu. Dövüşecektik biliyorum, kaderimizde vardı. Köşeyi dönünce karşılaştık ve sahiplerinin elinden kurtulan iki köpek gibi saldırdık birbirimize. Kavgaya tutuştuk, çıplak bedenlerimize amansızca vuruyorduk, acı had safhadaydı, gri bir denizin kenarında, arnavut kaldırımlarının üzerinde karşı karşıya gelmiştik gökten akan yağmurla, yeryüzünde yok olmaya çalışan ben. Soluksuz kalıyorduk, bazen o şiddetini azaltıyor, bazen ben durup derin derin soluyordum. Delicesine aşıktık, terk etmişti kadınlarımız bizi ve acısını birbirimizden çıkartıyorduk, yağmurla ben. O ayla güneş arasında kalmıştı, sabaha karşı batan ayın ardından, gece çökerken de güneşin ışıklarına ağlıyordu. Aynı ışığın farklı suretlerine aşık olmuştu, çaresizdi ve büyük bir şiddetle vuruyordu bana. Bense bütün kadınlarımı kaybetmiştim, sen çünkü en büyük aşkımdın, son aşkımdın, sen hepsinin toplamıydın, sen hepsinin eksiklerini kapatmıştın, sen her şeydin, her yerdeydin, soluduğum hava, atan kalbimdin ve sen bana git dedin, git burdan ve beni unut.
Yağmurun aşık olduğu ışıkla, benim vurulduğum karanlık aynıydı. Amansızca saldırıyordum yağmura, her bir tanesine ayrı vuruyordum. Kazananı olmayacak bir cenkti bizimkisi. Deliler gibi aşıktık ve terk edilmiştik acımasızca, yağmurla ben. O, her gece ve her gündüz aynı kadının başka yüzlerince terk edilirken, sen daha en baştan terk etmiştin beni. Bütün aşklar gibi yarım kalmış bir hikâyenin son cümlesiydik. Her bir yağmur damlasının değdiği yerden kanamaya başlamıştım, ben senin için yağmurla dövüşüyordum, senin için, yalnız senin için. İkimizin cesedini yan yana buldular, yağmurla, benim. Bir yüzü ışık, diğer yüzü karanlık olan aynı kadına aşık olmuştuk, nereye gitsek kaçamayacağımız, nereye gitsek unutamayacağımız günle geceye. Çaresiz kalmış birbirimizi vurmuştuk, "vurabilsek kendimizi vururduk".