15 Mart 2022

Siyah-beyaz bir öykü ve kırmızı demiryolu köprüsü

Mart ayı İstanbul'a kar getirdi. Etraf bembeyaz. Kar örtüsü üzerinde köpeğim Dagu'nun ayak izleri küçük siyah lekeler. Etrafta kimse yok, solgun ışıklar yansıyor, kırılıyor buz tutmuş kaldırım taşlarının yüzeyinde. Zamanı, kırılan, eğrilen, bükülen ışıkların izinde açıklamaya çalışan birini hatırlıyor hafızam ya da belki öyle biri hiç olmadı. Bir tren yolculuğu boyunca kurulan bir hayal, gerçekmiş gibi içimde yer etti. Bilmiyorum, ama içimden çıkma zamanı 2022 Mart ayının dolunay öyküsüne denk geldi...

Tüm sinema tarihinin en müthiş sahnelerinden biridir. Paris'te Güney İstasyonunda Rick Marsilya'ya gidecek trene binmek üzeredir. Sevgilisi Ilsa gecikmiştir. Tren birkaç dakika sonra kalkacaktır. Rick'in arkadaşı, piyanist Sam kareye girer. Şakır şakır yağmur yağmaktadır. "Ilsa'yı gördün mü?" diye sorar Rick. Sam "Otelden ayrılmış ve bu notu bırakmış" der. Şiddetli yağmur altında mürekkebi akan satırlarda şu yazılıdır:

"Richard seninle gelemeyeceğim ve seni bir daha göremeyeceğim. Bana neden diye sorma. Yalnızca seni sevdiğime inan. İşte böyle sevgilim, tanrı seni korusun. Ilsa."

Casablanca filminden söz ediyorum. Yüzlerce filmde, dizide tekrarlanmıştır bu sahne. Aşıklardan biri, sözleştikleri saatte sözleştikleri yere gelmez. Neden mi? Senaryolarda çok neden bulunur. Ama böyle bir şey gerçekte olabilir mi? Birbirini deli gibi seven iki kişiden biri son anda gelmemezlik eder mi?

Hayat mı sanatı, sanat mı hayatı taklit ediyor? Benim için ve tabii onun için de, her şey Edinburgh Tren İstasyonu'nda başlamıştı. Aslında belki de daha önce... Edinburgh Film Festivali'nde önce "Hiroshima Mon Amour"u sonra da "Casablanca" yı izlemiştim siyah beyaz filmler seçkisinde. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Kendimi Jekyll and Hyde Pub'a atmıştım. Biramı yudumlayıp camdan dışarısını izliyordum. İlk o zaman gördüm onu. Omuzlarına dökülmüş kızıl saçları, kısacık eteği ve yağmurda bile belli olan çilleriyle, Edinburgh'ta sık rastlayacağınız Kelt ırkından biriydi belki de. Ama hayır, çok farklıydı. Yağmura kendini bırakmış küçük dans figürleri yapıyordu. Kendi etrafında küçük bir dönüş, sonra kollarını sağa doğru savurup başını öte tarafa eğerek süzülüyordu Hanover Caddesinde...

Günler sonra tren istasyonunda bir kez daha gördüm, camın öte tarafında. Taşımakta zorlandığı bavuluyla benim vagonuma doğru yürüyordu. O gün yağmur altında gördüğüm kız mıydı? Evet oydu. Rastlantılar zincirine bir halka daha eklenmişti ve devam edecekti. Trenlerde gittiği yönün tersine oturamam, midem bulanır. Ona bakmak için yerimi değiştirdim. O, oturur oturmaz bir kitap açtı, elinde bir kurşun kalem, okuyor, çiziyor, yazıyor. Bense, öküzler affetsin, tam bir öküz gibi ona bakıyorum. Gözlerimi ayırmadan. Allah'tan beni farketmiyor. Etse, resmen taciz yaptığım, efsunlandım sanki, alamıyorum gözlerimi. 

Tren Dover'a kadardı. Ordan Manş Denizi'ni geçecek feribota binip Calais'ye gidecektik. Oradan da Paris. Ben İspanya'ya gidiyordum. O kim bilir nereye? Feribota binerken bavulları teslim ediyorsun. Calais de alıyorsun. Hoş bir tren yolculuğu yapmıştım, hayaller kurmuştum kızıl saçların dalgaları arasında, ama gözlerimi zapturapta almanın zamanıydı. Kadınları taciz eden biri olmadım hiç, ne sözle, ne gözle. Feribotun en üst güvertesine çıktım. Hava soğuk kimse yok. Feribotun sancak tarafında uzaktaki Atlas Okyanusu'na bakıyorum. Sisli puslu bir hava, o kadar uzağı göremesem de orada olduğunu biliyorum okyanusun. Calais'ye yaklaşırken fark ettim, o da iskele tarafında ufka yatırmış gözlerini, Kuzey Denizi'ne doğru hayallere dalmış. Kader serpme ağını üstümüze atıp atıp duruyordu. Bir aşamada ikimizi birden yakalayacaktı, artık belli olmuştu. 

Calais'de herkes bavulunu alıp trene doğru ilerlerken benim sırt çantam bavul teslim edilen yerde yoktu. Kayıp bavul yazan yere seğirttim. Koca feribotta bir kişinin daha bavulu kaybolmuştu. Kader tutturmuştu bu sefer. Kader ağının içinde çırpınan iki balıktık artık. Öncemiz, sonramız silinmeye başlamıştı. Anı yaşayacaktık. 

Bizim binmemiz gereken tren kaçtı. Eşyalarımız bulunduğunda diğer treni beklemek için bir cafeye oturduk birlikte. Topraktan dışarı büyüyen filizler gibi içimizden dışarıya dökülmeye başladı hikâyeler. Karşı konulamaz bir çekim başlamıştı aramızda. İsrail'den Edinburgh'a doktora yapmaya gelmiş bir dahiydi. İlk fakülteyi on altı yaşında, ikincisini on sekizinde, üçüncüsünü yirmi ikisinde bitirmiş. "18-22 arası biraz isyankardım, erkek arkadaşım tıp okuyordu. Onunla derslere girerdim. Kendi okulumu bırakıp doktor olmaya karar vermiştim ki ayrıldım ondan. Tekrar sıkıcı fakülteme geri döndüm". "Ne okuyordun o sıralarda?" diye sordum. "O sıralarda teoloji, öncesinde felsefe ve teorik fizik okudum. Dünyanın, evrenin varoluşuna kafayı takmış durumdayım. Karşılaştırmalı dinler tarihinde, yaradılışa dair bilinen, tanrı dünyayı altı günde yarattı kalıbının dışında bir şeyler arıyorum, kadim dillerde yazılmış eski metinlerde."

"Ben mi? Ben serseriyim. Biraz da coğrafyacı ve maceracı. Elimden iş gelir, orada iki tamir, buradaki meydanda müzik, diğerinde resim, jonglörlük, tayfalık, bulaşıkçılık, fotoğrafçılık, kameramanlık aklına ne gelirse. Siyah beyaz bir hayat yaşayıp, siyah beyaz bir roman yazmak istiyorum. Renkler dünyayı kirletiyor. Siyah beyaz dünya, ilkokul çocuklarının formaları gibi. Herkesin eşit olduğu bir dünyayı hatırlatıyor."

Sonra "Neden Edinburgh?" diye sordum. "Edinburgh'lu fizikçi James Clerk Maxwell'in izini sürüyorum. Bütün yazdıklarını okuyorum. İlk bilimsel makalesini 14 yaşında yazmış. Müthiş biri. Elektromanyetik dalgalar, Işığın Kırılımı ve Zaman. Doktora tezimin adı bu. Dalgalar, kırılmalar ve yansımalar üzerinden zamanı geriye doğru takip ediyorum. Uzaya yeni bir teleskop gönderdiler. Adı Hubble. Onla çalışabilsem, yıldızlardan gelen ışıkları izleyebilsem evrenin oluşumunu çözeceğim. Matematiksel olarak formüle edebiliyorum bir şeyleri, ama kanıtlamam için veri lazım."

Sanki bir çocuğa masal anlatır gibi anlatıyordu. Dünyanın, evrenin varoluşunu anlamasına bir tık kalmış, 22 yaşında bir kızla oturmuş, beyaz şarap içiyordum Manş'ın Fransa Kıyısında. 

"Peki senin için neden Edinburgh?" dedi. "Kırmızı renkli bir demiryolu köprüsü var , Forth Halici'nin üzerinde, Forth Köprüsü, Edinburgh'u kuzeye bağlıyor. Birkaç deli arkadaşım var. Köprüye tırmandılar, ben de onları filme aldım, fotoğrafladım. Birlikte tırmandık yani. Siyah beyaz bir film yapıyorlar, tek renk köprünün kırmızısı olacak." "Nasıl bir film?" "Aşk filmi, bütün filmler aşka dair değil midir zaten?" Gözlerini kocaman açarak bana baktı. Burnunun üstündeki çiller oynadı, kızıl saçları rüzgarla savruldu.

"Sen nereye gidiyorsun?", "İspanya'ya, sen?" , "Ben de."

Kader, rastlantılar, gerçek olamayacak kadar acayip iki karakter. Paris'e giden trende yan yanaydılar. El ele tutuşmuşlardı. İlk konuşmaya başlamalarının üzerinden ancak üç saat geçmişti. Eşyalarını Güney İstasyonunda emanete bıraktılar. Pont Neuf'e doğru yürüdüler, Seine kıyısı boyunca. Öpüştüler kuytuda. Şarap içtiler, aşık oldular birbirlerine. Gece istasyonda kız erkeğin omuzunda uyudu bir duvar dibinde. İleride, Rick'in Ilsa'nın gelmesini beklediği peron uzanıyordu.

"Ben Madrid'e gidiyorum dedi kız. Teorik fizik kongresine, orada Amerika'dan gelecekler var, belki yeni uzaya fırlatılan Hubble teleskobuyla çalışabilirim, onları ikna edersem."

"Ben Pamplona'ya San Fermin Festivali'ne gidiyorum. Sen Maxwell'in, ben Hemingway'in izindeyiz. Seni bir hafta sonra ,15 Temmuz'da, saat tam öğlen on ikide, Prado müzesinde, Hieronymus Bosch'un 'Dünyevi Zevkler Bahçesi' resminin önünde bulurum. O gün yoksam, ertesi gün mutlaka orada olurum. O gün de gelmemişsem ölmüşüm demektir." 

Romantik bir aşk hikâyesine dönüşmüştü kaderin fırlattığı serpme ağ, ama kader durmaz ki, ağlarını örmeye devam eder.

Perpignan'da, sınırda tren değiştireceklerdi.

"Ben sana adını sormadım" dedim. O kadar çok şey konuşmuştuk ki. Aklıma gelmemişti. Kitabından bir sayfa yırttı. Schrödinger'in 'Space-Time Structure' isimli kitabıydı. Trende altını çizdiği, notlar aldığı kitaptı. Sayfanın üzerine adını yazdı büyük harflerle SARAH K. "Ben de senin adını sormamıştım" dedi. Pusulamı çıkardım çantamdan, avucunun içine bıraktım. Arkasına ismimin baş harfleri kazınmıştı, TK.

Seni bekleyeceğim dedi.

Son görüşmemiz o oldu. Pamplona'da festivalin son günü boğalarla birlikte koşarken yaralandım. Beni ameliyata aldıkları sırada Sarah K., çalışmasını sunuyordu teorik fizik kongresinde. Beni yoğun bakımda kaç gün uyuttular, Sarah 'Dünyevi Zevkler Bahçesi'nin önünde kaç gün bekledi bilmiyorum. Sarah K'yı çok aradım. Ne Prado da, ne Edinburgh'ta izine rastladım. Yok olmuştu sanki. Teorik Fizik dergilerine abone oldum bir makalesine rastlarım diye. Fizik Nobeli adayları arasında Sarah ismini arıyorum her sene yeni bir umutla.

Ben mi; hâlâ serseriyim, gördüğüm her kızıl saçta, her çilli burunda, heyecanlanmaya devam ediyorum. Kendimi dünya vatandaşı ilan ettim. Siyah-beyaz romanı defalarca yeniden yazdım, ama eksik kalan bir şey oluyor her seferinde. Ya kırmızı bir demiryolu köprüsü, ya kızıl saçlı bir Sarah...

Ara ara Dover'den Calais'ye giden feribota binip en üst güverteye çıkıyorum. Ufuktaki okyanusa doğru bakıyorum, bazen de Kuzey Denizi'ne, ama gözümün önünde tek bir görüntü var. Prado müzesinde, elinde benim pusulam, hiçbir zaman gelmeyecek beni bekleyen Sarah K.

Yazarın Diğer Yazıları

Endülüs’te Solan Bahçe

Her şey Flamenko’nun ezgilerinde kalsaydı, kalabilseydi keşke. Ama bizzat flamenko da böyle bir şeydi. O huzurun, sükunetin müziği değildi

Seçimden seçmeler saçmalar

Enteresan ülkeyiz vesselam, biri kendini devletin sahibi sanır, diğeri bir yüzyıldır falan kendinden başka bu ülkede vatansever olmadığını iddia eder

Bir devlet görevlisiyle bir vatandaşın diyaloğu

"Yok Can Atalay, yok Osman Kavala, yok Selahattin Demirtaş... Onlar ne isterse, nasıl isterse öyle oluyor, olacak"