20 Temmuz 2020

Requiem

Önceki gün arkadaşım Dr. İbrahim Örnek öldü Covid - 19'dan. Aşağıdaki yazı bu dönemde Covid -19 nedeniyle kaybettiğimiz tanıdığım, tanımadığım tüm sağlık çalışanlarına adanmıştır…

Karanlık bir çöl otoyolunda arabayı sürüyorum. Arabanın kliması bozuk. Sabah çıkmıştım Arizona’dan yola, Mojave çölünü geçerken araba su kaynatmıştı. Kingman Kasabası’nda tamir ettirmiştim. Arabam eskiydi, çölü her geçişte bozulurdu ve Kingman’da da zaten yalnız araba tamircileri vardı. Yol dünyayı boydan boya kateden paralel çizgiler gibi biteviye uzanıyordu. Ne iniyor, ne çıkıyor, ne de sağa sola kıvrılıyordu. Sanki bir yerinden dünyayı delip çıkacak ve samanyoluna karışacaktı. Geceye kalmıştım. Uzakta Los Angeles’in ışıkları görünmeye başladı. Radyonun düğmesine bastım. Cırtlak bir ses radyo istasyonunu tanıttı. Ben pencereleri açtım, müzik başladı. "On a dark desert highway/Cool wind on my hair - Karanlık çöl otoyolunda/saçımda serin yel" . Her şey birbirini tamamlıyordu, şarkının içinde araba sürüyordum artık. Kaderimin peşinden gidecektim, gittim de. Gözlerime çöken uykuya kendimi teslim etmeden az önce, otoyolun kenarındaki otele kapağı attım. Havada çöl çiçekleri colitasların ılık kokusu, girdiğim otelin kapısında melek yüzlü bir kadın ve kulaklarımda şarkının nakaratı "Welcome to Hotel California"…

Mojave çölünü kaç kere geçtim hatırlamıyorum. Şarkıda bahsedilen çölün burası olduğunu düşündüm hep. Eagles grubunun üyeleri çeşitli röportajlarında Los Angeles’la temsil edilen Amerika’nın zevk düşkünü hayat felsefesine bir eleştiri olarak şarkıyı yazdıklarını söylemişlerdir. Kitaplar ve şarkılar yazanlarca değil okuyan ve dinleyenlerce de anlamlandırılır. Yazarın, bestecinin  ne düşündüğü , ne mesaj vermek istediği yazarın, bestecinin eksenidir. Okuyucu, dinleyici başka şeyler alabilir, hatta her dinlediğinde ya da her okuduğunda farklı şeyler de hissedebilir. Hotel California gibi  kült bir şarkıda bu iyice böyledir. Nitekim ben de bu çölden her geçişimde Hotel California’yı dinledim peş peşe. Yol sıkıcı ve uzundur. Sanki karşınızda değişmeyen bir kartpostal vardır ve siz onun içinde gidiyorsunuzdur. Şarkı karanlık bir çöl otoyolunda başlar ve otoyol kenarındaki bir otelden asla ayrılamayacak olmanın karabasanıyla son bulur. Otelin gece resepsiyonisti aceleyle kapıdan çıkmaya çalışan misafire, sakin ol der, biz yalnız misafir kabul etmeye programlandık, istediğin zaman otelden hesabını kesebilirsin ama hiçbir zaman ayrılamazsın. Ben bu şarkıyı, bu çölü, pencereden esen yeli hayatımıza benzetirim. Aşık Veysel başka bir coğrafyada benzerini söylememiş midir? "Uzun ince bir yoldayım/Gidiyorum gündüz gece/İki kapılı bir handayım/Gidiyorum Gündüz Gece". Hanın diğer kapısından çıkana kadar, gündüz gece ince yolda ilerleyecek hayatımız ve o han bizim dünyamız. Ruhlarımız bu dünyaya gelmeye programlanmış ve kendimizi içinde bulduğumuz bu hayatı yaşamak durumundayız. Bu gezegen ve biz, hayatlarımız. Hesabı kesebiliriz ama ayrılamayız. Bu gezegenden başka gidecek başka bir dünyamız yoktur. Hotel Californiya’daki güzel yüzlü rehber kadın da bir melektir, yolumuzu aydınlatan. Ben o meleğin her zaman annemiz olduğunu düşündüm. Bizi, dünya denen gezegenin kapısı içinden sokan güzel yüzlü kadın ve yaşadığımız sürece de hep yanımızda olan. Şarkının bir yerinde otel için , "Burası cehennem de olabilir, cennet de" denir. Hayat böyle bir şeydir çünkü, cennet de olabilir, cehennem de. İçinde yaşarken hayatın, kurduğumuz her hayal yarına dair. Bugünün, şimdinin içinde hâlâ olduğumuzu ne kadar az idrak ediyoruz. Şarkıda dediği gibi , "kimimiz unutmak için, kimimiz hatırlamak için dans ediyoruz". Hayatı ne salamuraya yatırmalı, ne de hatıralarda var etmeli oysa. Çünkü istediğimiz zaman bileti kesebiliriz, ama ayrılamayız şimdinin hakikatinden.

Birden bire patladı fırtına, yelkenleri küçülttük, yine de büyük bir hızla kayıyor teknemiz. Kara bulutlar sardı her yanı, karla karışık bir yağmur yağıyor, ileride kalın bir sis duvarı. Hayat pamuk ipliğine bağlı, büyük bir dalga ya da bumbanın aniden ters tarafa savrulması, buz gibi sularla kucaklaşma ve the end/son. Film biter. Ama yalnız senin için biter. Ateş düşer içine yakınlarının, uzakta artık görüşmediğiniz bir arkadaşın bile iki damla göz yaşı akıtır. Senin olmadığın bir hayatı devam ettirirken dostların, dillerinin ucunda hep senin adın. Ama sen yok olmuşsundur. O buz gibi suya bedeninin değdiği o ilk an, sanki büyük siyah bir torbaya doldurulmuş bu hayatta dokunduğun her şey, ayaklarının attığı her adım, gözlerinin değdiği her satır, yaptıkların, ettiklerin. Sen suların içinde kaybolurken, kapının önüne konan, kocaman siyah bir torbanın içindesindir artık, kozmik çöp arabasını bekleyen.

Borges’in bir öyküsü vardı. Hayatının romanını yazmaya başlamış bir yazar, bir Polonya yahudisi ya da bir komünist hatırlamıyorum tam olarak. Hitler’in orduları dayanmıştır şehrin kapısına ve o yazmaya devam eder. Mahalle mahalle tutuklamalar başlamıştır, sonra kapı kapı. O, büyük bir hızla yazar. Kapı kırılır, askerler alıp götürürler o hâlâ yazmaya devam eder. Yargılanır hızlıca, kafasında yazıyordur, bir duvarın önüne dikerler, umuru değildir, yazıyordur son hızla. Tetik düşer, kurşunun namludan çıkıp ona ulaşmasına kadar yıllar geçer ve ancak romanın son cümlesini yazdığında ulaşır kurşunlar.

Rene Magritte

Benim nöbetimin başlamasına az kalmıştı, kulaklıklarımı taktım, dışarıda kıyamet başlamıştı. Dünya sanki tersine çevrilmiş bir çorap gibiydi. Savruluyorduk kasırganın önünde, dalgaların arasında. Sisin içinde seyrediyorduk bir zamandır. Havuzluğa çıktım. Canla başla uğraşıyordu arkadaşlarım. Biri yelkenin iskotasını sağlamlıyor, diğeri dümene yapışmış, sanki kendini kaynaklamış dümene, rotada tutmaya çalışıyor tekneyi. Ben de bir huzur, sükunet. Uzaktan bana doğru geleni gördüm, eşyalarımı torbaya kendim doldurmaya başladım. Oradan hasretle sarıldığım bir sevgilinin öpücüğü, buradan bir müzede karşısında durmaktan büyük zevk aldığım bir resim, buğulu bir meyhanede dostlarla kalkan kadehler, ayağa fırlayıp okunan şiirler, yeni doğan bir kız çocuğunun hayatım boyunca içimde çınlayacak ağlaması… Uzaktan gelen yaklaşıyordu, biliyordum. Kendimi güverteye bağladığım halat bir yerinden incinmişti biliyordum, on tane daha halat bağlasam, onu da hasarlı olacaktı biliyordum. Halatlar sağlam olsa da hayat incelmişti bir yerinden kopacaktı biliyordum. Ansızın sisten çıktık, tam önümüzde siyah bir duvar gibi yükselen buzdağı. Bir dalganın üzerinde havalanırken yelkenlimiz düğmeye bastım. Kulaklarımda Münir Nurettin’in okşayan sesi taaa uzaklarda bir yerlerde rakı sofrasında bir kişilik yer açmakta olan büyük şairin dizeleri. "Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan / Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan / Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece."

İşte o gece böyle başladı. Beyaz gömlekli melekler karşıladı sizi gecenin karanlığında, daha önceden bizler için ölmüş olan o ruhlar. Sizler gecenin sükunetinde, ağırlıklarınızdan kurtulmuş süzülürken, bizler hâlâ burada, şimdilerimizdeyiz. Her düşen yağmur damlasında sizler de olacaksınız, her gülüşün bir parçası, her gün batımının son ışığı. Göklerdeki denizlerde, huzur içinde dolaşsın ruhlarınız. Geniş kanatlı kapının önünde, simsiyah sükunlu bir gecede tekrar buluşmak üzere...

Rene Magritte

Requiem: Cenazenin hemen ardından ya da anma amacıyla yıldönümlerinde yapılan ayin, ağıt.

Yazarın Diğer Yazıları

Endülüs’te Solan Bahçe

Her şey Flamenko’nun ezgilerinde kalsaydı, kalabilseydi keşke. Ama bizzat flamenko da böyle bir şeydi. O huzurun, sükunetin müziği değildi

Seçimden seçmeler saçmalar

Enteresan ülkeyiz vesselam, biri kendini devletin sahibi sanır, diğeri bir yüzyıldır falan kendinden başka bu ülkede vatansever olmadığını iddia eder

Bir devlet görevlisiyle bir vatandaşın diyaloğu

"Yok Can Atalay, yok Osman Kavala, yok Selahattin Demirtaş... Onlar ne isterse, nasıl isterse öyle oluyor, olacak"