30 Ağustos 2019

Mapple Baba

Koca Türkiye kara tahtasına DEMOKRASİ sözcüğünün kalın harflerle ve asla çıkmayacak şekilde yazılacağı günleri hayal ettim

Başucu kitapları candır. Hayatımın her aşamasında, yatağımın yanında, küçük bir komodinin üzerinde 4-5 kitap oldu. Genellikle hepsini birden okumayı severim. Akşam iki bölüm birinden, ertesi sabah birkaç sayfa öbüründen. Bazen kapılıp gittiğimde kitaplardan birini bitirmiş bulurum kendimi, diğerlerine günlerce dokunmadan. Biri dışında komodinin üzerindeki kitaplar hep değişir. O biri ise hep oradadır. Teknolojinin ilerlemesiyle,  artık tabletimin, hatta telefonumun içinde de taşıyorum onu. Hayat bana ağır geldiğinde, çözemediğim dertlerle boğuştuğumda, memlekette havalar karardığında rastgele bir bölüm açar okurum. Bazen de keyfim yerinde olduğunda, bir duble rakı, bir parça  beyaz peynirin yanına yerleştiğinde bir bölüm bekliyor olur beni. Bir nevi benim kutsal kitabım olmuştur Moby Dick. Nasıl sofu Hristiyanlar gece yatmadan İncil’den bir parça okurlar, ben de öyle Moby Dick okurum.

Moby Dick bir deniz öyküsüdür, yüzeysel okursanız. Bir balinayla onu kovalayan bir kaptanın hikâyesi, bir macera romanı. Öyle okuduğunuzda da çok güzeldir, ama gerçekte Moby Dick insan psikolojisinin derinliklerine yapılan bir yolculuktur. Her bir karakter bir şey öğretir, ama Kaptan Ahab’da bütün insanlığın tarih boyunca yaşadığı en büyük sorunlarından birini görürüz. Kişinin aklını ve ruhunu esir almış kontrol edilemeyen hırs. Kaptan Ahab’ın hırsı, hem kendinin hem de hayatlarından sorumlu olduğu tüm insanların sonu olacaktır. Ne çok insan vardır dünya tarihinde Kaptan Ahab’ın aklının önüne geçmiş olan hırsına kapılıp kendinin ve birçok insanın mahvına sebep olan. En çok da siyasetçilerden çıkar böyleleri. Aklımıza hemen birileri geliverir. Hitler mesela, ve onunla beraber gelmiş geçmiş ve haldeki bütün diktatörler. Kendilerini ve toplumlarını uçuruma yuvarlayan.

Bugünlerde yine içim karamış vaziyette. Eğer Türkiye kocaman bir kara tahtaysa, üzerinde duran DEMOKRASİ sözcüğü hiçbir zaman kalın harflerle yazılmadı. Hatta çoğu zaman ince, yer yer zor okunan bir halde var oldu. Yalnızca silik bir iz halinde kaldığı, kaybolmaya yüz tuttuğu da oldu. Ama bugünkü haline hiç gelmemişti. Demokrasinin temeli olan kuvvetler ayrılığı hep sorunlu oldu Türkiye’de. Yasamayla yürütmenin arasındaki ayrılık hep yüzeyseldi. Hukuk yürütmeden hep etkilenirdi ama bu denli teslim olmamıştı. O kocaman demokrasi yazısı silinirken onu yeniden yazmak için mücadele eden gazeteciler, akademisyenler ve gençler hep oldu ve bir kısmı da bedelini hayatlarıyla ödedi.

Basın dördüncü güçtü hep. Üniversite hocasının sözünün ağırlığı vardı. Gençler, birileri başlarında tokmakla beklese de anayasal haklarını kullanır, protestolarını yaparlardı. Ben küçükken evimize Abdi İpekçi’nin Milliyet’i alınırdı. Aklım başıma geldiğinde, Cumhuriyet okuru oldum. Ne gazeteydi o zamanlar Cumhuriyet. Uğur Mumcu demokrasi için kendi başına bir orduydu, İlhan Selçuk okuldu. Cuma günleri Melih Cevdey Anday ziyafeti, Oktay Akbal’dan, Mustafa Ekmekçi’den edebiyat lezzetinde makaleler ve kültür sayfasında Murat Belge imzası. Daha niceleri. Ertuğrul Özkök’ün Hürriyet’i popüler kültüre açmıştı kapılarını, magazin girmişti sayfalarına, iktidardakilere daha fazla göz kırpar olmuştu ama adam gibi (kadın gibi de) gazeteydi. Basının tamamına yakını dördüncü kuvvet görevini yapıyordu.

Bugün de bir avuç medya mücahidi uğraşıp dursa da artık koca Türkiye kara tahtasında DEMOKRASİ yazısı okunamaz hale geldi. Yasama ve yürütmeden umudumuz yoktu ama hukuk hepimize lazımdı, hazin bir şekilde o da, ne zaman doğacağı belli olmayan bir güneş gibi battı çoktandır. Ama en acısı, birileri silinenen demokrasi yazısının üzerinden geçmeye çalıştıkça, silinen yerlerini tazelemeye uğraştıkça, basından gazeteciler, üniversiteden hocalar artık silgiyi falan da atmışlar, ellerinde koca bir kova beyaz badana ve kocaman bir fırça, kara tahtayı “ak renge” boyuyorlar üzerine bir daha beyaz tebeşirle kimse demokrasi yazamasın diye, yazsa da görünmesin.

İşte böyle bir günde içim kararmışken Moby Dick’i açıyorum rastgele. Dokuzuncu bölüm çıkıyor karşıma, Mapple Baba’nın Konuşması. Mapple Baba, balinacılar kilisesinin rahibi. Gençliğinde balina zıpkıncısı, sonradan kendini rahipliğe veren bu denizci, kitapta anlatıldığı haliyle “sağlam bir yaşlılığın, gürbüz kış aylarını yaşamaktadır”. Mapple Baba tekneye tırmanır gibi, bir ip merdivenden tırmandığı kürsüde, konuşmasına başlarken, hepsi de denizci olan kilise cemaatini, “Hey sancaktakiler! Bu tarafa, iskele tarafına! İskele tarafındakiler sancağa doğru! Ortaya , ortaya şöyle” diye bağırarak toparlar, sonra Yunus Peygamber’in hikayesini anlatır. Araya küçük dersler  de sıkıştırır “ Bu dünyada, parayı veren kötü kişiler, dilediği yere gider, pasaportsuz gider hem de, iyiler ise parası olmadı mı her sınırda durdurulur”.

Mapple Baba’nın konuşmasının son bölümü içimdeki kararmış bulutları dağıttı. Koca Türkiye kara  tahtasına DEMOKRASİ sözcüğünün kalın harflerle ve asla çıkmayacak şekilde yazılacağı günleri hayal ettim. Bir kere daha sarıldım Moby Dick’e, teşekkür ettim Herman Melville’e bu büyük romanı yazdığı için.

“ … yazıklar olsun kendi günahlarına batmışken , başkalarına talkın verene.

  … ama hey gemici kardeşlerim, her derdin sancağında , mutlaka bir sevinç vardır. Derdin dibi ne denli derinlerde olursa, sevincin tepesi de o denli yükseklerde olur. Geminin iç omurgası ne kadar alçaksa, uzun serenleri de öylesine yüksek değil midir? Bu yeryüzünün kibirli tanrılarına ve amirallerine, her zaman kendi amansız benlikleriyle karşı koyarak sevincin ne olduğunu - en yüksek , en içten gelen sevincin ne olduğunu - bilenlere ne mutlu. Bu aşağılık, bu hain dünyanın teknesi batınca, kendi kolunun gücüyle suların üstünde gene de kalabilenlere ne mutlu! Doğruluk yolunda boyun eğmeyenlere; günaha - devlet adamlarının, yargıçların cüppeleri altında da olsa  - saldıranlara, günahı tepeleyenlere, yok edenlere ne mutlu.

… ne yelkenler dolusu mutluluktur onların ki !“

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Endülüs’te Solan Bahçe

Her şey Flamenko’nun ezgilerinde kalsaydı, kalabilseydi keşke. Ama bizzat flamenko da böyle bir şeydi. O huzurun, sükunetin müziği değildi

Seçimden seçmeler saçmalar

Enteresan ülkeyiz vesselam, biri kendini devletin sahibi sanır, diğeri bir yüzyıldır falan kendinden başka bu ülkede vatansever olmadığını iddia eder

Bir devlet görevlisiyle bir vatandaşın diyaloğu

"Yok Can Atalay, yok Osman Kavala, yok Selahattin Demirtaş... Onlar ne isterse, nasıl isterse öyle oluyor, olacak"