29 Mart 2020

Lodosçular

"İstanbul şehrinde kadim zanaattır, helal ekmektir. Ta Bizanstan beri sürüp gider..."

Gündem kitlemiş beyinlerimizi, üzeri yağ tabakasıyla kaplı bir protein parçasından başka şey düşünemez olmuşuz. Biz tabii, normal halk yani, oysa düşünenler var. Maskeyle ve sosyal mesafeyi koruyarak Kanal İstanbul ihalesi yapanlar, iki arada bir derede doğal sit alanlarını imara açanlar, Salda Gölü'nü milli park yerine milli bahçeye çevirmeye kalkanlar. Kapitalizmin gözü doymaz. Memlekette kefen parası kalmamış, adı üstünde ihtiyaç akçesi bile tüketilmiş, hala üç-beş müteahhitin küpünü nasıl doldururuz peşinde birileri.

Ben de kitlendim gündeme, sıyıramıyorum kendimi. Oysa başka şeyler yazmak istiyorum. Hele de bugünlerde, herkesin eve kapandığı, bedenini tutsak tutup, bir şeyler okuyarak , ruhunu içine alan karabasanı dağıtmaya çalıştığı günlerde. Okuduğum kitaplardan, gezdiğim yerlerden, kurduğum hayallerden notlar alırım. Kimini bir küçük deftere, kimini beynimin kıvrımlarına, kimini kalbime yazarım. Gün gelir paylaşırım. Bilindik dünyamızın, bilinmedik, ya da az bilinen hikayelerine meraklıyımdır. Onların peşinden gider, üstündeki tozları, penceredeki buğuyu silip bakmaya çalışırım. Sisin içine girer, sis dağılsın diye beklerim.

İşte Lodosçular da oradan çıktı. Deniz Küstü romanında Yaşar Kemal şöyle anlatıyor Lodosçuları:

"Lodosçuluk İstanbul şehrinde kadim zanaattır, helal ekmektir. Ta Bizanstan beri sürüp gider.

"Her lodos sonu rüzgar denizin altını üstüne getirdikten, deniz dibinin kumunu, çakılını, yosununu, kabuğunu, taşını alıp kıyıya döktükten sonra lodosçulara gün doğar. Daha gün ağarırken, denizin altı apaydınlık olur, dışarıdan daha ışıklı, ışıklar yansıyarak birkaç misli çoğalır ve lodosçuların şahin gözleri işe yarayacak öteberileri seçmekte güçlük çekmez."

Çocukken Marmara Denizi hala pek güzelken, Ataköy sahilinden her gün denize girdiğimiz yaz aylarında, lodostan nefret eder, poyraza bayılırdık. Lodos Yaşar Kemal'in de dediği gibi denizdeki çöpü, yosunu, pisliği karaya atar, altını üstüne getirirken, poyraz temizlerdi. Yazın sıcağını da serinleten poyraz sonrası denize girmenin tadına doyulmazdı. Lodos İstanbulluların derdidir. Baş ağrıları artar, huzursuz olurlar, soba zehirlenmeleri başgösterir, evlerde koku olur, balıklar bile sersemler, lodos balığı derler. Lodosta tutulan palamuttan, torikten lakerda yapılmaz, yapılsa da yavan olur, lezzetsiz olur. Bizans zamanında mahkemeler iptal olurmuş, Osmanlıda da kadılar karar vermezmiş lodoslu günlerde.

Kaynak: Atlas Tarih Dergisi

Gel gör ki, böyle günlerde güneybatıdan esen bu rüzgar şehri altüst ederken, kimilerinin yüzü güler, ekmek teknesi harekete geçermiş. Eski İstanbul'da deniz kıyısında dolaşarak lodosla veya diğer fırtınalarla kıyıya vuran eşyaları toplayanlara, sığ yerdeki kumları eleyerek para edecek şeyler arayanlara lodosçu denirmiş. Lodosçuluk bir aile mesleğiymiş ve lodosçuluk yapan ailelerin belli mıntıkaları varmış. Lodosçular bellerine kadar gelen uzun çizmeler giyerler, yanlarında eleyecekleri kumun inceliğine göre değişen çeşitli elekler taşırlarmış. 

1939 yılında İstanbul'da denizin sahile fırlattığı sürprizlerle geçinen 50'si kadın, 25'i çocuk, 150 kişi varmış. Akşam gazetesinde 1939 yılında yayınlanan bir röportajda şehrin çöplerinin denize döküldüğü yerler olan Kumkapı, Çatladıkapı, Davutpaşa ve Yedikule sahillerinde Lodosçuların yoğunlaştığı, denize atılan çöpler arasında bazen kıymetli mücevherat bulunduğu anlatılıyor. Tabii burası yani sur dipleri (maalesef artık deniz doldurulduğu için sur dipleri karada) Bizanstan , Osmanlıdan kalan altınlara da zaman zaman rastlanan yerlermiş. Hatta Kaşıkçı Elmasının da bir lodosçu tarafından bulunup bir kaşıkçıyla üç kaşık karşılığında değiştirildiği rivayet ediliyor.

İstanbul'u, balığı, denizi iyi bilen kuzen Oktay Kırış'la yaptığımız bir sohbette de ikinci dünya savaşı sırasında Avrupadaki nehirlere atılan cesetlerin altın dişlerinin Tuna nehriyle, taa buralara kadar geldiğini ve lodosçuların, bu zavallı insanlardan arta kalan altın dişlere de rastladığından söz etmişti.

Sonraki yıllarda hurdacılara satmak üzere çivi, plastik ve alüminyum ilaç şişesi arar olmuşlar. Şehrin büyümesiyle atıklar kentin daha uzak semtlerine dökülmeye başlamış, Küçükçekmece, Pendik gibi. Eskiden çıplak ayakla sulara girenler, uzun çizmeler, bellerine bağladıkları bir leğen, mıknatıs ve bir kürekle icra etmeye başlamışlar mesleklerini. Yukarda Atlas Tarih Dergisi'nden alıntıladığım 12 Mart 1939 tarihli röportajda N.E. olarak isminin baş harflerini belirtmiş olan gazeteci, bu işin eskilerinden Musa Dayı ile konuşmuş. Belli ki canım şehrimin güzel insanlarından Musa Dayı. Sözleri 21. yüzyıla da damga vuracak, ibret alınacak kıymette. Çevrecilik, sürdürülebilirlik, geri dönüşüm kavramlarının olmadığı zamanlarda Lodosçu Musa Dayı, günümüzdeki pek çok siyasetçiden, ülke liderinden çok daha ferasetli, toplumcu ve çevreci olduğunu ortaya koymuş. Şöyle demiş röportajı yapan gazeteciye:

"Sana bir diyeceğim var efendi. Fabrikalardan birçok molozlar atılıyor. Yazıktır bunlara. Büyük bir havuz yapılsa, fabrikaların çöpleri kendilerine mahsus havuzlara atılsa daha âlâ olur. Çünkü molozlar bu havuzda yıkanır ve işe yarayanları ayırmak kolaylaşır. Biz bu işi idareye hazırız. Çöpleri bize versinler, yıkayalım, işe yarayanları onların murakabesinde (gözetiminde) gene biz satalım, kazandığımız paranın üçte ikisini de onlara verelim."

Vay Musa Dayı vay, fabrikaların çöpünü bile, anca üçte ikiye ayıklatacağını da öngörmüş. Şöyle surların ötesine, deniz kenarına Lodosçu Musa Dayı diye bir heykeli dikilse yeridir.


Yazıda yararlandığım kaynaklar:

  • Deniz Küstü - Yaşar Kemal/ Yapı Kredi Yayınları
  • Lodostan Ekmek Çıkaranlar - Cengiz Kahraman / Atlas Tarih Dergisi Sayı 46, Nisan-Mayıs 2017
  • Lodosçular - Uğur Aktaş / İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş, İstanbul'un Yüzleri - İstanbulun 100 Esnafı

Yazarın Diğer Yazıları

Endülüs’te Solan Bahçe

Her şey Flamenko’nun ezgilerinde kalsaydı, kalabilseydi keşke. Ama bizzat flamenko da böyle bir şeydi. O huzurun, sükunetin müziği değildi

Seçimden seçmeler saçmalar

Enteresan ülkeyiz vesselam, biri kendini devletin sahibi sanır, diğeri bir yüzyıldır falan kendinden başka bu ülkede vatansever olmadığını iddia eder

Bir devlet görevlisiyle bir vatandaşın diyaloğu

"Yok Can Atalay, yok Osman Kavala, yok Selahattin Demirtaş... Onlar ne isterse, nasıl isterse öyle oluyor, olacak"