15 Aralık 2022

İstanbul'un karanlık yüzü

Bu ayın Dolunay Öyküsü...

Çok büyük ülkedir İstanbul, anlaşılmaz bir ülke.
Kara Kitap 

Artık yalnız gecelerini yaşamaya başladım şehrin. Şafakla birlikte uykuya dalmamışsam eğer, kalın perdeleri sımsıkı kapatıyorum. Gece, çıtır çıtır bir keten örtü gibi üzerine serildiğinde İstanbul'un, benim de sokağa çıkma zamanım gelmiş oluyor. Bazen kendimi görünmezmişim gibi hissediyorum. Yanından geçtiklerim beni fark etmiyor. Sokak hayvanları olmasa, aynı sokakların paralel evreninde yürüdüğüme inanacağım. Ama onlar hemen vaziyet alıyor. İstanbul'un kadim hayvanları. Kaç uygarlık görmüş sonsuz bir geleneğin temsilcileri. Bilge canlılar. Nesiller boyu aktarılmış bilgilere sahipler. Siz bilmezsiniz, ben biliyorum ama, çünkü "çok büyük ülkedir İstanbul, anlaşılmaz bir ülke", sırrına erenler de konuşmaz, benim gibi susar ıssıza çekilir.

Gece yağan yağmurla Asmalımescit'e sürüklendim. Bildik mekanlarda demlenen eski dostlar. Bir bakkaldan bira aldım, yerde yarım kaşarlı pide, biraz ıslanmış. Param olmadığından değil, izleri takip etmeliyim, bırakılmış notlar varsa bulmalıyım. Evet evet, şehirde dolaşan kayıp ruhlar var. Ben onların koruyucusuyum. Nihayet vazgeçtiklerinde sonsuza kadar debelenmekten ve bulunmak istediklerinde, not bırakırlar, yalnız gece görünen ve yalnız bana görünen notlar. Pidenin arkasında bir işaret yoktu, gövdeye indirdim, bir bira daha çektim. İlerden sağa sapıp, otelin önündeki taksilerden birine yöneldim. Tam kapıyı açtığımda "Nereye gidiyorsun?" dedi, haydut tipli bir adam. "Cihangir'e" dedim. "İn in bu araba Cihangir'e gitmez" dedi. Ağız dolusu küfür edip kafa attım burnunun ortasına. Sonra bütün taksiciler girişti bana. Ötede barın ordan sesime yetişti Doğan Kardeş, kurtardı beni.

Dur demeye kalmadan attım kendimi metroya. Gece metroları tekinsiz. Bir kez New York'ta dört belalı tiple aynı vagona düşmüştüm gecenin son seferinde. Herkes doluydu. Neyse ki kimsenin gözü kesmedi aynı anda herkesi haklamaya da iki durak sonra atıverdim kendimi dışarıya. İki aktarma yaptım, Soğanlık İstasyonunda buldum kendimi. Sokaklar henüz dolu. Ben geçmişe ve denize doğru yürümeye başladım. Tenhalaştı etraf, sokak lambaları cılızlaştı, yollar bozuldu, dükkanlar azaldı. Tek tük insan geçiyor, geçenler kötü bakıyor. Gecenin zifiri, kapağı açık kalmış bir kanalizasyon çukurunun kokusuna karışıyor.

Yan sokaktan bir uğultu yükseliyor ansızın. Yokuşun tepesinden aşağı doğru bir genç adam koşuyor deli gibi. Ardında bir kalabalık, epey ötede. Kalabalıktan biri yaklaşıyor, bir silah doğrultuyor genç adama silah tutukluk yapıyor. Sokak lambasının vurduğu bir bıçağın ışıltısı saplanıyor elinde tabanca tutan adamın boynuna. Kızıl bir fıskiye gibi fışkırıyor adamın kanı Soğanlık sokaklarına. Aşağı doğru koşan kalabalık bir an duruyor. Bıçağı saplayan genç adam, az sonra ölecek adamın başını gövdesinden ayırıyor alışkın bıçak darbeleriyle, kesik kafayı sallıyor kalabalığa doğru. Kalabalık gerisin geriye kaçıyor dehşet içinde.

Kırmızı yüzlü, hafif tombul bir oğlan. Adam doğrayacak tipi yok, öylesine masum bakıyor etrafa, çaresiz. Yanına gidiyorum. "Neden kestin adamın kafasını "diye çıkışıyorum, sanki oğlanın ilkokul öğretmeniyim, az önce vahşi bir cinayet işlemiş oğlanın kulağını çekicem sınıfta düzeni bozuyor diye. "Abi" diyor "Ben bi' şey yapmadım, onlardan taraf bi kıza sevdalandım o kadar, linç edeceklerdi. Gördün işte silah tutukluk yapmasa, belki de şimdi ben yoktum. Kafasını kesersem korkarlar diye düşündüm." "Ne halt etmeye bıçakla dolaşıyorsun madem masumsun, yalan söyleme." "Ben kasap çırağıyım abi, bıçakları bileylettiydim. Sabah dükkana götürecektim, iki gözüm önüme aksın abi ben katil olacak adam değildim. Hem anacığıma kim bakacak şimdi?" Bir evin kapısına dayanmış çuvalı alıyorum, içindeki kargodan gelen köpek mamasını eşiğe bırakıp. Kesik kafayı, tutukluk yapan tabancayı, bir de cinayet silahını çuvala koyup oğlanın koluna giriyorum. "Sen şimdi git teslim ol her şeyi anlat olduğu gibi." "Polisler delilleri karartmaz mı abi, bana saldıranlar tarikattan. Sen gördün olan biteni, kurban olayım telefonunu ver, şahit yazayım seni." Karakola yaklaşınca ben seni bulurum merak etme deyip oğlanı bırakıp yan sokağa sapıyorum.

Sahile çıkmadan önceki sokakta bir grup tinerci çocuk kesiyor yolumu. Bali çekiyorlar, plastik poşeti dayayıp burunlarına. "Meto var mı?" diyor nispeten irice görüneni. Bir kelebek bıçak elinde çevirip duruyor, cismi burda kendi uçmuş atmosferde. Elimi daldırıp cebime, bir avuç rengarenk şeker çıkarıyorum, türlü şekillerde. "Yeni Metolar böyle, alın istediğiniz gibi kullanın."

Gece taze bir dul gibi hüzünlü, bir o kadar vakur. Dokunsan ağlayacak ama. Peşinden çağımızın en hüzünlü metro istasyonuna sürüklüyor beni. Ayrılık Çeşmesi. Ayrılmak istemiyorum Ayrılık Çeşmesi istasyonundan. Bu saatte, nereye geç kaldıkları bilinmez yüzler telaşlı adımlarla iki kıta arasında hayatlarını tüketiyorlar. Bir karga konuyor yamacıma. Kayıp bir ruhtan gelen işaret gagasında. Usulca bırakıyor ayağımın dibine. Mahalleye geri dönmem lazım. Bu gece kesik başların baladı çalıyor İstanbul sokaklarında. Gövdesi başka bir şehirde, kafası bizim şehirde gömülü bir ruhun peşindeyim. Kötü, zalim bir ruh. Ölünce pirüpak olmuyor, aklanmıyor insanlar. Kötülükleri bırakıp da dünyada, öyle yükselmiyorlar arşı alaya. Kötüleri, İstanbul gecelerinde martıların cırtlak seslerine yüklüyorum. Sonsuza dek çınlayacaklar İstanbul semalarında.

Galip Dede sokağına doğru ince bir nehir olmuş yağmur damlaları. İkinci işaret bu olmalı. İzliyorum arnavut kaldırımları boyunca suyun küçük girdaplarını. Ayrılık Çeşmesi'ndeki karga sokağın köşesinde, yağmurdan sırılsıklam olmuş bir adamın sol omuzunda beni bekliyor. Adamın sakalları uzamış. Sanki on kez gitmiş öte tarafa, on birinciye gelmiş tekrardan. Ama hiç çıkamıyor dışarıya İstanbul surlarından. Bir gözü görmüyor, kim bilir kaçıncı gelişinde trahomdan kör olmuş, öyle doğuyor artık. Tahta bir kutu var önünde bir de kırmız gözlü beyaz bir tavşan. Karga bana bakıyor, adama para veriyorum, beyaz tavşan bir niyet çekiyor tabladan:

Fehmeyle ki bu garîp sırdır
Erbâb-ı ukûle müstetirdir.*

Şeyh Galip'in Hüsnü Aşk'ından bir dize, tam da Galip Dede Sokağı'nın köşesinde. Kayıp ruhun sırrı içerde olmalı. Mevlevihanenin bahçesinde gece renginde bir pelerine sarılmış, azad edilmeyi bekliyordur şimdi. Zalim bir diktatörü ameliyat edecek hekim gibiyim. Nefret ediyorum kendisinden, ama yine de ameliyat etmeliyim bütün özenimle. Halet Efendi'nin kesik kafasının gömülü olduğu türbeye süzülüyorum sessizce. Bir çuval da orda bekliyor beni. Ağır sandukayı itip, pırıl pırıl parlayan kafatasını çuvala koyup, çıkıyorum türbeden. Omuzu kargalı adam kaybolmuş sokağın başından. Elimde ıslak çuval, içinde Halet Efendi'nin kafatası, Lüleci Hendek caddesinden aşağı vuruyorum, Tophane'ye doğru. Orada gençten bir delikanlı teslim alıyor çuvalı, ait olduğu gövdeye Konya'ya götürecek kafatasını.

Gecenin son demleri Haliç'te bekliyor beni. Kuytuda, sokak lambalarından uzak kalmış karanlık bir duvarda. Bir köpek çetesi sarıyor etrafımı. Sonsuz kere havlıyorlar, söylediklerini anlamadığım için tekrar ettiklerini biliyorum. Şafak handiyse atacak, geç kaldım, karşı kıyıya geçmem gerek. Bir eski Bizans surunun taşları arasında yarının haritası gizli. Haritayı ordan alıp leylak kokan kasrı bulmalıyım. Sonra karga, ölüp de dirilen yaşlı adam falan. Daha fazla gidemiyorum ama,

Haliç'in etrafını polisler çevirmiş. Tutuklamaya gelmişler Haliç'i. Her yanda mavi kırmızı çakan ışıklar. Beni görmesinler. Ne suçu varsa birlikte işledik, suç ortağıyım Haliç'in.

Arap Cami'sinin avlusuna saklanıyorum. Bu gece yetti artık, oflaya puflaya yukarıya Tünel Meydanı'na varıyorum. Evim az ilerde. Ama gidemiyorum işte, bu sefer de şeyler sarıyor etrafımı.

Sapı kırık bir saç fırçası, bir dolmakalem içinde yeşil mürekkep, siyah beyaz bir kartpostal, tek camı kırık bir gözlük ve turuncu renkli bir köpek tasması.

Ah İstanbul, ne anlaşılmaz bir ülkesin, akıllardan gizli, garip sırların var. Ben senin sırlarının, mezar kazıcısıyım. Karların yağdığı bir dolunay gecesinde vermiştin bu görevi bana. Gündüzlerini tükettim nicedir, artık yalnız gecelerinin efsunları çağırıyor beni.


* Anla bunu, bu garip bir sırdır.
Akıllardan gizlidir

Talat Kırış kimdir?

Talat Kırış, 1961 yılında İstanbul'da Süleymaniye Doğumevi'nde dünyaya geldi. Sırasıyla Ataköy İlkokulu, İstanbul Erkek Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi'ni bitirdi.

Öğrenciliği sırasında yurtiçi ve yurtdışında kaza cerrahisi ve beyin cerrahisi kliniklerinde staj yaptı. Prof. Dr. Türkan Saylan'la birlikte Van'da lepra hastalığı üzerine saha çalışmalarına katıldı. Konya Devlet Hastanesi Acil Bölümü'nde mecburi hizmetini; 1986-1992 yılları arasında İstanbul Tıp Fakültesi Nöroşirurji Anabilim Dalı'nda ihtisasını tamamladı. Uzmanlık tez çalışmasıyla Beyin Araştırmaları Derneği ve Japon Nörotravma Derneği'nden ödül aldı. Uzmanlık sonrası Kartal Eğitim Araştırma ve Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları hastanelerinde çalıştı.

1995-1996 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri, Arizona, Phoenix'te bulunan Barrow Nöroloji Enstitüsü'nde burslu olarak, kafa kaidesi tümörleri ve beyin damar hastalıkları üzerine üst ihtisas yaptı. İstanbul Tıp Fakültesi Nöroşirurji Anabilim Dalı'nda 1999 yılında doçent, 2006 yılında profesör oldu.

2006 yılında 9. Uluslararası Serebral Vazospazm Kongresi'nin başkanlığını yaptı. Türk Nöroşirurji Derneği Yeterlik Kurulu kurucu üyeliği, Nörovasküler Eğitim Öğretim Grubu başkanlığı, Nöroonkoloji Eğitim Öğretim Grubu başkanlığı, Temel Kurslar eş başkanlığı, yönetim kurulu üyelikleri, Türk Nöroşirurji Dergisi ve Turkish Neurosurgery dergileri baş editörlüğü, Nöroonkoloji Derneği ikinci başkanlığı ve Türk Nöroşirurji Derneği başkanlığı yaptı.

Avrupa Nöroşirurji Dernekleri Birliği Araştırma Komitesi üyeliği görevinde bulundu. Akdeniz Beyin Cerrahları Derneği Eğitim Komitesi Başkanı olan Kırış, 2017-2021 yılları arasında Dünya Nöroşirurji Dernekleri Federasyonu Beyin Damar Hastalıkları Komitesi Başkanlığı yaptı.

Dünya Nöroşirurji Dernekleri Federasyonu'nda Türk Nöroşirurji Derneği'ni temsil eden delege olan Prof. Dr. Talat Kırış, meslek yaşamını Vehbi Koç Vakfı Amerikan Hastanesi ve Koç Üniversitesi Hastanesi Beyin Cerrahisi bölümlerinde sürdürüyor.

Kırış'ın editörleri arasında bulunduğu İngilizce iki kitabı, 100'den fazla kitap bölümü, ulusal ve uluslararası dergilerde makaleleri yayımlandı; çok sayıda ülkede beyin cerrahisinin çeşitli alanlarında eğitim kursları ve konferanslar verdi, yurtiçi ve yurtdışında eğitim amacıyla çok sayıda beyin cerrahının izlediği canlı ameliyatlar yaptı.

Tıbbiye öğrenciliği yıllarından itibaren 40 yılı aşan öğretim üyeliği ve hekimlik hayatını, 2021'de yayımlanan "Beyne Giden Yol / Bir Beyin Cerrahının Anıları" adını verdiği kitabında anlattı. TEDx ve farklı sosyal platformlarda konuşmaları yayımlanan Kırış, aynı zamanda kıdemli bir denizci olarak Güney Amerika'dan Antarktika'ya kadar uzanan yelkenli seyahatler yaptı, Grönland'da kanoyla Kuzey Kutup dairesi geçiş yaptı. Anılarında hayalini, "Bir Şehir Hatları Vapuru'na ismimin verilmesini isterim. Kimbilir, kısmet..." sözleriyle paylaştı.

Gençlik yıllarından itibaren yazın dünyasıyla ilgilendi, 1984 yılında Düşün dergisi masal yarışmasında mansiyon kazandı. Argos sanat dergisinde öykü ve denemeleri, Cumhuriyet ve Radikal gazetelerinde yazıları yayımlandı. 2012 yılından Yacht Türkiye dergisinde yazmaya başladı.

Ağustos 2019'dan itibaren T24'te düzenli yazılar yazıyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Neden susuyorsunuz?

Devlet işi gücü bırakmış kocaman bir sopa olmuş, dövecek muhalif arıyor. RTÜK diye bir kurum var, sopalıktan önce elektrikli şok tabancalığına, şimdilerde de ateşli silahlığa terfi etmiş. İktidarın, dayatılan siyasal İslam ideolojisinin hoşuna gitmeyecek yayın gördü mü indiririm aşağı diyor

Bir sabah metroda

Metrodan iniyorum. Etrafımdaki gençlere daha bir farklı bakıyor gözlerim. Çok da uzak olmayan bir gelecekte daha güzel günler göreceğiz diye geçiriyorum içimden

Ronda Ramirez'in ortadan kayboluşu

Eylül ayının dolunay öyküsü uzak yıllardan ve yakında yapılan bir Ronda seyahatinden damıtıldı. Yıllar önce bir boğa güreşi tutkunuydum, İspanyolların deyimiyle Aficionado. Başta Hemingway, boğa güreşine dair her yazılanı okuyordum. Sonra Madrid'de, Barcelona'da o müthiş atmosferde izledim boğa güreşlerini. Hatta Zaragoza'nın bir köyünde antrenman boğalarıyla dövüşmüşlüğüm bile vardır. Boğa güreşi flamenkoyla birlikte, ölümle kalım arasında gidip gelen sarkacın salınımları arasındaki estetiğin, tutkunun dile gelişidir. Sonraları ama boğaların, bu muhteşem hayvanların arenada acı çekmeleri, öldürülmeleri kabul edemeyeceğim bir şey haline geldi. Başka bir canlıyı öldürmenin estetiği olamazdı. İşte bu öykü Aficionado yıllarımın özeleştirisidir de bir bakıma...

"
"