07 Temmuz 2020

Grafitti: Sokağa yansımış felsefe

İstanbul’un dili vardır, konuşur, gözleri vardır bakar, kalbi vardır sever. Ona vakıf olmak, onunla afsunlanmak, ancak onu sevmekle, onu yaşamakla olur, şehrin bütün mümkün geçmiş ve mümkün geleceklerinde ve "bundan daha iyi başka bir şehir" de yoktur

"Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim" dedin
'bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede." 

Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
ö
yle tükettin demektir bütün yeryüzünü de."

Konstantin Kavafis (Çev: Cevat Çapan)

Hayatımın bu şehirde geçmeyen toplasan iki üç senesinde bile her zaman arkamdan geldi İstanbul, beni hiç bırakmadı, Tanrı şahidimdir, ben de onu hiç bırakmadım. Ne burada, ne de gurbette... İstanbul bir büyüdür, yalnızca o büyüyle afsunlananlar bilir. Kavafis’in dizesine İstanbul'da bir duvar dibinde rastlamak beni hiç şaşırtmadı.

Bu şehrin kalbi nerede atar? Nerede heyecanlanır, nerede telaşlı bir sevinçle kalplerden geçer, nerede hüznünü kanar sokaklara? Elbette her yerinde, ama en çok İstiklal Caddesi ve etrafında. Yıllardır buralarda yaşıyorum. Gümüşsuyu, Cihangir ve Galata, oturduğum semtler. Her biri ayrı güzellikte, her biri ayrı özellikte. Bazıları sıkılır caddenin kalabalığından, sıkılınasıdır da, ama buralarda yaşıyorsanız onlar yolcu siz hancısınızdır. İnsanların daha uyanmadığı saatlerde de sizindir cadde, el ayak çekilmeye başladığında da. 1 Mayıslarda, Gezi’ nin yıldönümlerinde, giriş çıkış yasaklıyken de dolaşabilirsiniz, pandemi günlerindeki bomboş hallerine de şahit olabilirsiniz ki hiç bu kadar güzel olmamıştı İstiklal Caddesi. Kediler, köpekler, kuşlar... Sanki derin Afrika'da bir orman gibiydi, o kadar ıssızdı.

Eğer İstanbul’un başka bir bölgesinde oturuyorsanız hiç olmazsa arada bir gelmelisiniz buralara. Yok caddenin bir başından öbür başına yürümeyi kastetmiyorum. Ara sokaklarında dolaşmak benim söylediğim. Yokuşlarından inip çıkmak, duvarlarına bakmak. Duvar yazılarını okuyup, duvar resimlerini izlemek. Şehri başka bir pencereden, kendi penceresinden görmek.

"Irk yoktur, coğrafya vardır" yazıyordu, sarı ampulün aydınlattığı sokakta. Kim bilir kim yazmıştı. Başka ülkeden gelmiş bir mülteci mi, yoksa bizim memleketten yolu İstanbul’a düşmüş birisi mi? Yüzyıllardır farklı kültür, din, dil ve ırktan insana ev sahipliği yapmış İstanbul duvarlarına yakışan bir sözdü. Kürt Türk meselesine mesela, coğrafya olarak bakabilseydik, yani ya bir kilometre ötedeki köyde doğduğu için Türk ya da Kürt olarak dünyaya gelmiş aynı coğrafyanın insanları olduğumuzu görebilseydik, yani ya, aslında aynı insan olduğumuzu bilseydik, ne çok can kurtulurdu, ne denli daha müreffeh bir ülke olabilirdik, derken yazının altındaki silik harflerle yazılmış, "Coğrafya yoktur, etnik çoğunluk vardır" lafına gözünüz ilişir. İçinize kara bir bulut gibi çöker bu cümle. Hangi beyin etnik çoğunluk sopasını gösterir ki bir gece yarısı İstanbul duvarındaki yaralı bir ruhun haykırışına?

İstanbul’da dolaşırken, oturup bir şeyler içerken telefonunuza bakmayın etrafa bakın orda şehri göreceksiniz, bazen atan kalbini, bazen aritmilerini, bazen de az önce ölüp yeniden dirilmek üzere sonsuzluğa uçtuğunu… 

Kadim Arap Camii’sinin az ötesinde Mahkeme Lokantası’nda akşam rakımızı yudumlarken karşı duvarda, sırtında bir yaşamın ağır yükü, merdivenleri tırmanan adamın ayakları altında çöken basamağı, bulutlardan uzanan bir elin tamamlaması. Otur sabaha kadar düşün…

Onur yürüyüşünün yapılamadığı günde, hiç açılmayan zincirlenmiş kapıya, gökkuşağı renkleriyle çizilmiş kalbin üstündeki ironik "kalbini aç yazısı" ve hemen altındaki sivri dişli mor adam…

Mahallenin koruyucu meleği, içinde bir ruhun yaşadığına inandığım Graffiti. Hemen altındaki küçük girintiye sıkışıp kalmış siyah kadının hüzünlü gözleri…

Tomtom'a inerken sol duvara çizilmiş, altında balık olan bıyıklı kadın. Bıyığı sonradan başka biri mi yerleştirdi acaba? Hemen yanında yüzü merdiven figürlerinden oluşmuş rengarenk adam ve gri üçgene saplanmış siyah üçgenin altındaki Entropi sözcüğü. Kaosu, düzensizliği imleyen sokağa yansımış felsefe…

Hangi birini bu kısacık köşeye sığdırayım, hangi birinin bana hissettirdiklerini anlatayım…

İstanbul’un dili vardır, konuşur, gözleri vardır bakar, kalbi vardır sever. Ona vakıf olmak, onunla afsunlanmak, ancak onu sevmekle, onu yaşamakla olur, şehrin bütün mümkün geçmiş ve mümkün geleceklerinde ve "bundan daha iyi başka bir şehir" de yoktur.

Yazarın Diğer Yazıları

Neden susuyorsunuz?

Devlet işi gücü bırakmış kocaman bir sopa olmuş, dövecek muhalif arıyor. RTÜK diye bir kurum var, sopalıktan önce elektrikli şok tabancalığına, şimdilerde de ateşli silahlığa terfi etmiş. İktidarın, dayatılan siyasal İslam ideolojisinin hoşuna gitmeyecek yayın gördü mü indiririm aşağı diyor

Bir sabah metroda

Metrodan iniyorum. Etrafımdaki gençlere daha bir farklı bakıyor gözlerim. Çok da uzak olmayan bir gelecekte daha güzel günler göreceğiz diye geçiriyorum içimden

Ronda Ramirez'in ortadan kayboluşu

Eylül ayının dolunay öyküsü uzak yıllardan ve yakında yapılan bir Ronda seyahatinden damıtıldı. Yıllar önce bir boğa güreşi tutkunuydum, İspanyolların deyimiyle Aficionado. Başta Hemingway, boğa güreşine dair her yazılanı okuyordum. Sonra Madrid'de, Barcelona'da o müthiş atmosferde izledim boğa güreşlerini. Hatta Zaragoza'nın bir köyünde antrenman boğalarıyla dövüşmüşlüğüm bile vardır. Boğa güreşi flamenkoyla birlikte, ölümle kalım arasında gidip gelen sarkacın salınımları arasındaki estetiğin, tutkunun dile gelişidir. Sonraları ama boğaların, bu muhteşem hayvanların arenada acı çekmeleri, öldürülmeleri kabul edemeyeceğim bir şey haline geldi. Başka bir canlıyı öldürmenin estetiği olamazdı. İşte bu öykü Aficionado yıllarımın özeleştirisidir de bir bakıma...

"
"