"Dönmek için sabahın üçünü bekledin, sokak boştu, karanlıktı. Uzaktan öteki çizimi seçtin, ancak sen seçebilirdin, öyle küçüktü ki, seninkinin hemen üstünde, azıcık solundaydı. Hem susuzluk , hem korku yüklü bir duyguyla koştun; turuncu değirmiyi gördün: şişmiş, dışarı uğramış bi yüz, patlamış bir göz, yumruklarla dağılmış bir ağız izlenimi veren o mor lekeleri."
Geçen gün kızımla iki duble rakının belini kırıyorduk Nevizade'de. Ürkek, neredeyse utangaç bir edayla açılmış meyhanelerin arasından yürüyüp teras kata çıktığımda, Ezgi’yle yedi yıl önce aynı terasa sığındığımız geldi aklıma, meğer o da aynı şeyi düşünüyormuş. Biber gazından etraf kararmış, gözlerimizi yakan bulut Nevizade’nin üzerine çökmüştü. İnsanlar talcidli suyla birbirlerinin yüzünü siliyordu. Son polis saldırısı çetin olmuş, herkes çil yavrusu gibi kaçışmıştı. Biz, tam kepenklerini indirirken 30 yıllık meyhanemize atmıştık kapağı. Şehrin canı yanıyordu fena halde, renkler birbirine karışmış ağlıyordu.
"Yüzyıllık Yalnızlık"ı bir daha okuyacağım dedi Ezgi. İlk okuduğumda 19 yaşındaydım. Bugün on yıl daha fazla yaşadıktan sonra bakalım ne düşünüp, neler hissedeceğim. Gabriel Garcia Marquez’in o destansı kitabını ben de yeniden okumalıyım diye geçirdim aklımdan. Sonra kaç romanı tekrar okudum acaba diye geldi serbest çağrışımın arkası. Moby Dick’i saymazsam elbette, o kutsal kitap.
Sonra birdenbire sanki bir bulut dağıldı, sanki çok uzaklardan kadim, kutsal bir ruh çıkageldi masamıza, elini uzattı ve üzerimizdeki perdeyi kaldırdı. Elbette dönüp dolaşıp geleceğim yer "Graffiti"ydi. Yazının girişinde içinden bir kaç cümle alıntıladığım Julio Cortazar’ın o müthiş öyküsü (ve Tomris Uyar’ın o müthiş çevirisi). İşte o öyküyü sayısını hatırlayamayacağım kadar çok okudum. En politik, aynı zamanda en güzel aşk öyküsü. Ama güzellik nerede biliyor musunuz? Erkekle kadın hiç tanışmamıştır ve duvarlara çizdikleri graffitilerin de siyasal mesajla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Buna rağmen müthiş siyasal ve müthiş romantiktir.
Baskının arttığı, sürekli polis kontrolünde insanlara aman verilmeyen bir kentte geçer öykü.
"Senin oyunun da sıkıntıdan doğmuştu, kentteki gidişata karşı çıkma amacı taşımıyordu, ne gece sokağa çıkma yasağına, ne duvarlara afiş asmaya ya da yazı yazmaya konan hain yasaklara, hiçbirine. Sen renkli tebeşirlerle çizmekten keyif duyuyordun o kadar."
Hayatı her yönüyle denetlemeye çalışan, faşist atmosferi hissedersiniz öyküde. Gündelik hayatını yaşamaya çalışan adam duvarlara, kuş, deniz resimleri, şekiller çizer. Hiçbiri siyasi içerikli değildir buna rağmen polisler eşliğinde yapanlara küfreden işçiler tarafından silinir her gün duvarlara çizilenler. Ama eylemin kendisi politiktir, yasaklara renklerle direnmektir. Bir gün bir graffitisinin yanında başka birisininkini görür. Ve adı konmayan aşk böyle başlar. Tenha sokaklarda, garaj kapılarının üzerinde, çizdikleri resimlerle hissederler birbirlerini. Bir gün bile kalmadan çizilenler silinir duvarlardan. Bırakın çizmeyi bakmak bile tehlikelidir. Geçerken şöyle bir göz atar, karşıdaki kahvede oturup bir bira içerken göz ucuyla inceler ve bir gün kendi resminin olduğu bir duvar dibinde polisler mavi kotlu bir kadını döverek götürürler. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra yazının başındaki alıntı duvara resim çizdi diye, kadının ağır işkenceden geçirilip bırakıldığını anlatır bize.
Cortazar öykülerinde olduğu gibi anlatıcılar karışır bazen, ama bu sefer konuşanın kadın olduğunu anlarız.
"Biliyorum, biliyorum ama başka ne çizebilirdim ki sana? Şu anda hangi bildiri anlam taşıyabilirdi? Bir biçimde sana veda etmek, aynı zamanda sürdürmeni rica etmek zorundaydım. Hiçbir aynanın bulunmadığı sığınağıma dönmeden önce sana bir şey bırakmak zorundaydım, bundan böyle yalnızca gizlenecek bir kovuk var, kesin karanlıkta son gelip çatmadan önce, bir sürü şey anımsayarak ve ara sıra, günlük yaşamının nasıl olduğunu kestirmeye çalıştığım günlerdeki gibi senin başka çizimler yaptığını, başka çizimler için geceleri sokağa fırladığını düşleyerek."
O akşam eve gelip bir kez daha okudum öyküyü, yaprakları solmuş, sağ köşesinde dökülen çaydan kalan lekenin durduğu, "Mırıldandığım Öyküler" kitabının 1988 tarihli ikinci basımından*. Etrafınızdaki cenderenin yavaş, ama tükenmişliğin, kaybetmişliğin verdiği bir hırsla giderek daha fazla sıkılması nasıl bir şey anlıyorum. Latin Amerika’da da, Orta Asya’da da, Ön Asya’da da , Afrikada da aynı biçimde yürüyor işler. Gazeteler, televizyonlar propaganda aracı haline geliyor, muhalif sesler ağır cezalarla susturuluyor. Ama ne yaparlarsa yapsınlar asla yenemedikleri, yenemeyecekleri, o duvarlara, o graffitileri çizenler, yani düzgün, demokratik bir ülkede yaşayıp kendi hayatlarının şarkısını özgürce söylemekten asla vazgeçmeyecek insanlar; onlar hep olacaklar, hep çizecekler, hep yazacaklar. Ne kadar güçlü olsa da, ne denli zulmetse de, herkesi her dakka gözetleyip, her muhalifi içeri tıksa da, muktedirlerin aşılamaz gibi görünen duvarları, o naif insanların tsunamisine dayanamaz, dayanamamıştır.
* Mırıldandığım Öyküler, Julio Cortazar, Türkçesi Tomris Uyar, Can Yayınları 2. Basım 1988