15 Ocak 2022

Bu bir dolunay öyküsü değildir, dün gece ay tutuldu çünkü...

birdenbire geceleyin bir telefon çalıyor. Ve bir ağaç düşüyor ormanın içinde akan suyun üzerine. Her şey değişiyor birdenbire. Su akmaz oluyor

Daha önce söylemiştim, "Sıradan bir güne uyanırsınız ve o gün sizin hayatınızın en mutlu, en kötü ve belki de son günü olabilir diye". Dünya isimli bir gezegende yaşıyoruz. Günler kalabalık, gidenlere, gelenlere, koşuşturanlara rastlamakla geçiyor. O sıradan günlerin içinde kaybolarak küçülüyoruz. Bazen kendimi, öteki tarafı delik bir kum saati gibi hissediyorum. Akan kum tanecikleri aşağıda birikip, yeniden varolma enerjisi verecek, kum saatini tersine çevirdiğimde her şeye yeniden aynı güçle, aynı iştahla, enerjiyle başlayacağım gibi. Ama öyle olmuyor. Aşağıdaki delikten kum taneleri akıp yok oluyor. Kendimi kocaman, sonsuza kadar akacak bir nehrin, ince dallarından biri gibi hissediyorum.

Su berrak, saf ve temiz. Bir ormanın içinde kıvrılarak akıyor. Akarken de ağaçlara, kenarından su içen hayvanlara, çimene, çiçeğe can veriyor. Sanki sonsuza dek akacakmış gibi… Birden bir ağaç kökünden sökülüp suyun içine düşüyor. Bilmiyorum neden? Fırtına mı çıkmıştı dün gece, ileride köşeyi dönerken darlaşan yerdeki ağaç, içinden mi çürümüştü, balta mı vurmuştu kaçak oduncular? Bilmiyorum, bilemiyorum.

Ansızın telefon çalıyor, gecenin bir yarısı. Benim telefonlarım gecenin bir yarısı hayra çalmaz. Sanki ben hiç çocuk olmadım, küçük bir bebekken annem beni emzirmedi sanki. Sanki ben böyle erişkin hayata doğdum birdenbire. Tüm sorumluluklarla birlikte. Boynumda asılı şifa aletleriyle. Ama işte birdenbire geceleyin bir telefon çalıyor. Ve bir ağaç düşüyor ormanın içinde akan suyun üzerine. Her şey değişiyor birdenbire. Su akmaz oluyor. Su yolunu bulur derler, bulur da, bulacaktır da, ama belki bir saat, belki bir gün akmıyor. İlerde suyun kenarına inmiş ceylan sürüsü suyu bekliyor ama su gelmiyor bir türlü. Çünkü bir ağaç ansızın suya düşüyor, gece yarısı çalan bir telefonla birlikte.

Bir bıçak saplanıyor sanki böğrüme, uyku gitmek istemiyor bedenimden. O telefonu açmak istemiyorum. Hemen tekrar bir dakika öncesinde gördüğüm rüyaya dönmek istiyorum. Gece uyurken telefonu sessize almış olmayı diliyorum. Ama o telefon çalıyor. Belki bir, belki iki kez. Yıllardır böyle, daha ilk zilin, ilk sesi çalarken uyanır, açarım telefonları. Ama dün gece açmak istemiyorum. Açıyorum, ama açmamış olmayı diliyorum. İstiyorum ki sabah olsun, istiyorum ki sıradan bir güne uyananayım. Sıradan bir güne uyanmayı diliyorum bütün kalbimle. Saati kurmuşum, sabahın köründe çalacak zaten ve ben o saat çalmadan tam beş dakika önce uyanacağım her zamanki gibi, saat daha çalarken basacağım durdurma tuşuna. Ama işte öyle olmuyor. Telefon alarmın çalmasına henüz iki saat varken acı acı çalıyor. Bu telefonlar hiç mutluluğa çalmaz. Bu telefonları açtığınızda, geceyarıları kan uykunuzdan uyanıp, iyi haber almazsınız. Bu sefer de öyle oluyor ve ben daha uykumdayken biliyorum öyle olacağını ve uyanmak istemiyorum.

O ince ormanın içine doğru nazlı nazlı akan nehir olmak istiyorum. Kocaman ağaç kütüğü bir gece yarısı gürültüyle düşüp nehir yatağına akan suyumu kesmesin istiyorum. İstemekle olmuyor tabii. Hayatın karmakarışıklığı içinde, yaşadığımız bu dünyada havada uçan taşlar var. Onlar yokmuş gibi yaşıyoruz. Oysa onlar görünecekleri ana kadar görünmez kalıyorlar. Ve onlar her gün, her gece, her saat birilerine çarpıyorlar. Bazen nikah işlemlerini yapıp eve dönmekte olan bir genç adama, bazen büyük hayalleri olan genç bir öğrenciye, bazen nöbetten evine dönen bir hekime çarpıyor. Bazen de bizzat benim elimin değdiği, hayatla ölüm arasında yanında olduğum, bir yolu beraber yürüdüğüm bir insana çarpıyor. İşte o zaman gecenin bir yarısında acı acı çalan telefon zilleri kan uykusundan uyandırıyor insanı. İşte o zaman şifa dolu suları olan nehir tıkanıyor. İnsanın içine doğru ters taraftan kabarıyor. İnsan ne o sabaha uyanmak, ne o sabahla başlayan günü yaşamak istiyor.

Bir süredir bir ormanın içinde nazlı nazlı akan bir nehir olmak istemiyorum. Artık istemiyorum. Nehir yatağının yolu değişsin ve denize kavuşsun istiyorum. Bir denizin içine akıp tuzlu sularının içinde bir balık gibi dolaşmak istiyorum. Bir süredir bir denizin kıyısında değil, sonsuz ufkuna doğru seyreden bir teknede olmayı hayal ediyorum. Hayallerim bana küsmeden, "geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan kapı" henüz uzaklarda bir yerlerdeyken, deniz şefkatli bir anne gibi kollarını açmış beklerken, başımı dalgalara yaslamak, bir balina kuyruğu, iki yıldız, bir de güleryüzlü rüzgar, bir de yarin demlediği sıcak çay, bir de köpeğimin bal gözleri, bir de gece yarıları acı acı çalmayan telefonlar. Dünya isimli gezegende böyle sabahlara uyanmak var ya...

Yazarın Diğer Yazıları

Neden susuyorsunuz?

Devlet işi gücü bırakmış kocaman bir sopa olmuş, dövecek muhalif arıyor. RTÜK diye bir kurum var, sopalıktan önce elektrikli şok tabancalığına, şimdilerde de ateşli silahlığa terfi etmiş. İktidarın, dayatılan siyasal İslam ideolojisinin hoşuna gitmeyecek yayın gördü mü indiririm aşağı diyor

Bir sabah metroda

Metrodan iniyorum. Etrafımdaki gençlere daha bir farklı bakıyor gözlerim. Çok da uzak olmayan bir gelecekte daha güzel günler göreceğiz diye geçiriyorum içimden

Ronda Ramirez'in ortadan kayboluşu

Eylül ayının dolunay öyküsü uzak yıllardan ve yakında yapılan bir Ronda seyahatinden damıtıldı. Yıllar önce bir boğa güreşi tutkunuydum, İspanyolların deyimiyle Aficionado. Başta Hemingway, boğa güreşine dair her yazılanı okuyordum. Sonra Madrid'de, Barcelona'da o müthiş atmosferde izledim boğa güreşlerini. Hatta Zaragoza'nın bir köyünde antrenman boğalarıyla dövüşmüşlüğüm bile vardır. Boğa güreşi flamenkoyla birlikte, ölümle kalım arasında gidip gelen sarkacın salınımları arasındaki estetiğin, tutkunun dile gelişidir. Sonraları ama boğaların, bu muhteşem hayvanların arenada acı çekmeleri, öldürülmeleri kabul edemeyeceğim bir şey haline geldi. Başka bir canlıyı öldürmenin estetiği olamazdı. İşte bu öykü Aficionado yıllarımın özeleştirisidir de bir bakıma...

"
"