18 Nisan 2020

Bir nisan sabahında şarkılarla utandım, ağır utandım

Müzik ki doğanın ve insanın hayatlarımıza hediye ettiği, evrenin ahengini hissettiğimiz anları bize veren bir yüceliktir

Şarkı dinlerken insan utanır mı? Ruhunun, belki de hiç çıkmayacak, büyük kapkara bir lekeyle kaplandığını hisseder mi? Şarkı dinlerken insan, ülkesinden, ülkesini yönetenlerden, ülkesinde millet adına karar veren yargıçlardan; insan şarkı dinlerken kendinden utanır mı? Müzik ki doğanın ve insanın hayatlarımıza hediye ettiği, evrenin ahengini hissettiğimiz anları bize veren bir yüceliktir. Şarkılar ki beynimizin kıvrımlarından süzülüp kalbimize damlayan, insanın kendi kendine de, üç-beş arkadaşıyla da, büyük bir toplulukla da aynı keyfi alarak yaşadığı güzelliklerdir, bu sabah nasıl da içimi burktu, yukarıda yazdığım utancı nasıl da iliklerimde hissettirdi anlatamam.

Sabah hastaneye gidiyorum. Beyin tümörleri beklemiyor, Covid de dinlemiyor. Bir yıldır hava yağışlı değilse ise bisikletle gidip geliyorum. 4 km'lik bir yol. Kulaklıkları taktım mı kulağıma ve her gün geçtiğim yol da Gezi Parkı olunca, yol hiç bitmesin istiyorum. Genelde klasik müzik dinliyorum yolda. Keman, çello ya da piyanoyla güne başlamak günümü aydınlatıyor. Bu sabah değişiklik olsun dedim, sevdiğim şarkıları topladığım bir çalma listem var. Bir nevi eskinin "karışık kaset"i. Her telden var içinde. Dinlerken de uygulamanın karışık çal seçeneğini tuşlayınca gelecek her şarkı bir sürpriz oluyor, ben de bisikletimi, Göksu da dolaşan kayık ritminde sürmeye başlıyorum aheste aheste.

İlk şarkı Çökertme türküsü oldu ve ben müziğin keyfini çıkartamadan Hakan Reis yani gazeteci Hakan Aygün düştü aklıma. Muğla hapishanesinde olduğu haberi gelmişti en son. Attığı bir tweet yüzünden içinde yaşadığı yelkenliden alıp götürmüşlerdi. Yacht Dergisi yazarları kendi aramızda bir WhattsApp grubumuz var, denizden, balıklardan, havalardan, teknelerden, koylardan, yolculuklardan konuşuruz. Emekli Büyükelçi, Piri Reis uzmanı Süha Umar bize hitap ederken adımızın arkasına Reis sözcüğünü eklediğinden beri biz de öyle konuşur olduk. Hakan Aygün’ün Çökertme'de evi var. Geçtiğimiz yaz tüm Yacht Dergisi yazarları-reisleri, kimimiz karadan, kimimiz denizden bir araya gelmiş, iki güzel gün geçirmiştik Gökova'da, Çökertme'de. Sabah sabah ilk şarkı ne işi var Hakan’ın attığı bir tweet yüzünden cezaevinde olması diye başladı.

İkinci şarkı da mahpusluktan devam etti. O çın çın sesiyle Edip Akbayram’dan, Metris’in Önünde geldi. Nasıl da severim. Bizim gençliğimizin Metris’i, olmuş bugünün Silivrisi. Böyle adı zulümle eşleşmiş hapishaneler vardır. Bastille gibi, Londra Kulesi gibi, Diyarbakır Cezaevi gibi, Metris gibi, şimdilerde de Silivri. Bisikletle gidiyorum, tatlı bir nisan esintisi, taktığım maskemin etrafından süzülüp yüzümü yalıyor Metris’in Önü’nü dinlerken. Utanıyorum ülkemdeki hukuk sistemi adına, utanıyorum, kararlarına kanunları değil de siyaseti rehber alan yargıçlar adına, utanıyorum yargıçlara vermeleri gereken kararları işaret eden siyasetçiler adına. İstanbul dehşetli güzel. Bu nisan sabahı, adam öldürmüş, çete kurmuş, çalmış, gasp etmiş, rüşvet almış tosuncuklar zindandan çıkarken, elleri kalemden, bilgisayar tuşundan başkasına değmemiş gazetecileri, sivil toplum temsilcilerini, seçilmiş belediye başkanlarını zorla zindanda tutan, yaşamın güzelliklerinden mahrum kılanlar adına utanıyorum.

Sonra Ciao Bella geliyor. Ben de üç tane Ciao Bella kayıtlı ikisi İtalyanca, biri Grup Yorum dan. Çalan Grup Yorum’unki. Utanıyorum kendimden. Ağır, derin, karanlık bir utanç bu, benliğimden hiç çıkmayacak bir utanç. Bunca yıl Grup Yorum dinlemiş, konserlerine gitmiş, gurbette bir hastanede, fırtınadan yeni çıkmış bir teknede ya da arkadaşlarla iki duble rakının belini kırıp hayatı müthiş sevdiğimiz zamanlarda hep Grup Yorum dinlemiş biri olarak Helin Bölek’in, İbrahim Gökçek’in ölüm oruçlarında, tekrar şarkı söyleyebilmek, konser verebilmek adına ölüme yattıklarında, ben normal hayatımı yaşamaya devam ettiğim, onlara yeterince destek olamadığım için utanıyorum. Neden neden yeterince tepki göstermedik, göstermiyoruz ki. Bertolt Brecht’in şiirindeki iyi tüfeklerden çıkan iyi kurşunlarla, iyi bir duvarın önünde, vursunlar beni. Sonra da iyi bir kürekle, iyi bir toprağa gömsünler. Hakkediyorum…

Gezi parkında oturdum, ne yapacağımı bilemez haldeyim. Kulaklıklar hâlâ kulağımda, müzik sürüyor. Sezen Aksu, Dağlar Dağlar’ı söylüyor. Sözleri Sabahattin Ali’nin. Devletin planlayarak, canice hislerle, vahşi bir şekilde öldürttüğü yazar ve şairimiz. Bir devlet, halkının en güzel şiirlerini söyleyen, o ülkenin diliyle yazılmış en güzel hikâyelere, romanlara imza atan yazarlarını, şairlerini neden öldürür, neden hapislerde çürütür. Hangi siyaset, hangi ideoloji bu utancın üzerini örter. Bu ülkede her zaman birileri, kendini ülkenin sahibi sanıyor. Bu ülkede birileri, ülkeyi yalnız kendilerinin sevdiği gibi severseniz sizi yurttaş sayıyor, insan sayıyor. Yoksa ne hayatınızın, ne özgürlüğünüzün bir kıymeti harbiyesi var onlar için.

Selda Bağcan 'dan geliyor bir sonraki şarkı, "Acıyı Bal Eyledik". Hasan Hüseyin’in şiiri. Hasan Hüseyin bizim memleketlidir. Gürünlüdür. Babamın çocukluk, gençlik arkadaşıymış. Bir ağaca çıkıp bugün attığımız imzalarımızı bulmuştuk, ağacın dallarına oturup bir parça kağıdın üstünde diye anlatmıştı babam. Hasan Hüseyin söylüyor, Selda Bağcan okuyor: "Kör olasın demiyorum/ kör olma da gör beni/damda birlikte yatmışız /öküzü hoşça tutmuşuz /koyun değil şu dağlarda /san kendimizi gütmüşüz/ hor baktık mı karıncaya /kırdık mı kanadını serçenin/ vurduk mu karacanın yavrulusunu /ya nasıl kıyarız insana/sen olmasan öldürmek ne /çürümek ne zindanlarda/özlem ne ayrılık ne/ yokluk ne yoksulluk ne /ilenmek ne dilenmek ne/ işsiz güçsüz dolanmak ne/ gün gün ile barışmalı /kardeş kardeş duruşmalı/ koklaşmalı söyleşmeli /korka korka yaşamak ne/ kahrolasın demiyorum /kahrolma da gör benikanadık toprak olduk/ çekildik bayrak olduk/ döküldük yaprak olduk/ geldik bugüne/ekmeği bol eyledik/ acıyı bal eyledik sıratı yol eyledik /geldik bugüne/ekilir ekin geliriz/ ezilir un geliriz/ bir gider bin geliriz/ beni vurmak kurtuluş mu/kör olasın demiyorum/ kör olma da gör beni." Gezi günlerinde ölenleri saygıyla anıyorum. Gözlerim yaşarıyor.

Tekrar bisiklete biniyorum. Gezi Parkı'nda yavaşca bir tur atıp hastaneye yollanıyorum. Ülkem nasıl da kötüye gitti. Müzik listesinden bir kaç parça dinleyeyim dedim. Her birinde dibe vurdum. Bu ülke, insanlarımız, kadim Anadolu toprağı bunları haketmiyor. Nazım Hikmet Taranta Babu’ya beşinci mektupta yazmıştı bunları.…

Ve dünya öyle büyük,

öyle güzel

       öyle sonsuz ki deniz kıyıları

her gece hepimiz

       yan yana uzanıp yaldızlı kumlara

yıldızlı suların

       türküsünü dinleyebiliriz...

 

Yaşamak ne güzel şey

               TARANTA-BABU

                              yaşamak ne güzel şey

Anlayarak bir usta kitap gibi

bir sevda şarkısı gibi duyup

bir çocuk gibi şaşarak

                      YAŞAMAK...

Yaşamak:

birer birer

       ve hep beraber

                 ipekli bir kumaş dokur gibi...

Hep bir ağızdan

              sevinçli bir destan

                                       okur gibi

                                                      YAŞAMAK...

 

YAŞAMAK...

Ne acayip iştir ki

       bu ne mene gidiştir ki TARANTA-BABU,

bugün bu

"bu inanılmayacak kadar güzel"

bu anlatılamayacak kadar sevinçli şey:

böyle zor

bu kadar

              dar

böyle kanlı

              bu denli kepaze…

 

Ne yazık , ne yazık, bunca yıl geçti hala daha "bu inanılmayacak kadar güzel,

bu anlatılamayacak kadar sevinçli şey, böyle zor,  bu kadar dar, böyle kanlı , bu denli kepaze…

Yazarın Diğer Yazıları

Neden susuyorsunuz?

Devlet işi gücü bırakmış kocaman bir sopa olmuş, dövecek muhalif arıyor. RTÜK diye bir kurum var, sopalıktan önce elektrikli şok tabancalığına, şimdilerde de ateşli silahlığa terfi etmiş. İktidarın, dayatılan siyasal İslam ideolojisinin hoşuna gitmeyecek yayın gördü mü indiririm aşağı diyor

Bir sabah metroda

Metrodan iniyorum. Etrafımdaki gençlere daha bir farklı bakıyor gözlerim. Çok da uzak olmayan bir gelecekte daha güzel günler göreceğiz diye geçiriyorum içimden

Ronda Ramirez'in ortadan kayboluşu

Eylül ayının dolunay öyküsü uzak yıllardan ve yakında yapılan bir Ronda seyahatinden damıtıldı. Yıllar önce bir boğa güreşi tutkunuydum, İspanyolların deyimiyle Aficionado. Başta Hemingway, boğa güreşine dair her yazılanı okuyordum. Sonra Madrid'de, Barcelona'da o müthiş atmosferde izledim boğa güreşlerini. Hatta Zaragoza'nın bir köyünde antrenman boğalarıyla dövüşmüşlüğüm bile vardır. Boğa güreşi flamenkoyla birlikte, ölümle kalım arasında gidip gelen sarkacın salınımları arasındaki estetiğin, tutkunun dile gelişidir. Sonraları ama boğaların, bu muhteşem hayvanların arenada acı çekmeleri, öldürülmeleri kabul edemeyeceğim bir şey haline geldi. Başka bir canlıyı öldürmenin estetiği olamazdı. İşte bu öykü Aficionado yıllarımın özeleştirisidir de bir bakıma...

"
"