15 Ocak 2023

Aisha

2023 yılının ilk dolunay öyküsü. Bir şarkıdan doğan aşkın hikâyesi. Öyküyü John Coltrane'nin Aisha isimli parçasının eşliğinde okumanızı öneririm ya da siz bilirsiniz, başka bir şarkının ezgileriyle de yeşerebilir sözcükler ama illa ki bir şarkı olmalı...

Bir müzik parçası bir aşkı anlatır mı? Kim bilir kaç bin tane şarkı vardır aşkları anlatan diyeceksiniz. Tam ifade edemedim ne demek istediğimi, biliyorum, öyle zor ki. Benim kasttetiğim enstrümantal bir parça. Dünyanın bambaşka bir coğrafyasında bestelenmiş, ama şarkının ismi de sevdiğimin ismiyle aynı. Dahası aramızda başlayan o müthiş heyecanı ve sonrasında devam eden kavgalarımızı, ayrılıklarımızı ve tekrar birlikte oluşumuzu milim milim dokuyor notalar. Nasıl olabilir ki? Oluyor işte. C'est la vie.

Parçayı ilk dinlediğim gün bir yaz öncesi sabahıydı. Günler uzamaya başlamış, sabahın ışıklarıyla sarmaş dolaş merhaba diyordum dünyaya. Soğuk bizim buraları terk etmemişti daha, en azından günün o saatlerinde. İnce bir tişört, üstüne aceleyle iliştirilmiş mont, iliklerime işleyen soğuğu kesmiyordu. Beni doğaya karşı koruyan, kulaklarımdan, önce beynime sonra bedenime doğru yayılan müziğin sesiydi. O sabahın seçimi cazdı ve tabii ki saksafon. Coleman Hawkins, Charlie Parker ve John Coltrane benim adamlarımdı. Ve aşk da gönüle hep müzikle dolardı.

O sabahın hayatımı tamamen değiştireceğini bilemezdim elbette. Bizler sıradan sabahlara uyanırız. Sonra o günün, hangi mümkün geleceğimizi kodlayacağını aklımıza bile getirmeden rutin hayat gailesine dalarız. Saniyelerle değişen olasılıklar, beklenmedik bir karşılaşma ya da hiçbir özelliği olmayan bir rastlaşma hayatımızın akışını değiştirebilir. Yağmurda sığındığımız bir saçak altı, bir anlık dalgınlıkla elimizdeki kahvenin tanımadığımız birisinin üstüne dökülmesi, evde unuttuğumuz kitabı dönüp alırken geçen iki dakika, otobüste yanlış durakta inmek; tüm bu küçük ayrıntılar hayatın bir gökkuşağı hızı ve renkleriyle dönerken açılmayı bekleyen sonsuz kapılarından biriyle karşı karşıya getiriverir bizi. O kapıyı açıp içeri girmek ya da girmemek, veya tam tersi çıkıp gitmek, işte hayat denen şey bittiğinde kalan bir öbek kül böyle anların birikimidir.

O sabah kulağımdan kalbime akmaya başlayan seslerin, beni böyle bir kapının önüne sürükleyeceğini, daha o ilk anda hissetmiştim. Coltrane'nin Aisha isimli parçası denk gelmişti. Eseri yazan McCoy Tyner'ın piyano nameleriyle başlayan parça saksafonun girişiyle beni esir almıştı daha en baştan. Yumuşak, sakin, yok en doğru sözcük huzur veren. Evet evet, huzur dolu bir evin, bir aşkın nameleriydi. Parçanın ortasına gelmeden varacağım yere ulaşmıştım ve müzik avucumdan denize dökülen tuzlu su damlaları gibi kaybolup gitti.

Ama hayat zarlarını atmıştı bir kere. Akşam yorgun argın eve dönmüş tam kapıyı açarken, telefon çaldı. Asım, "Akşam içmeye gidiyoruz arkadaşlarla sen de gel". Bütün gün eşşek gibi çalışmıştım ve bugünlerde duygu durumum bomboktu, yerlerde sürünüyordu. Asım vazgeçen tiplerden değildi, altımdan girdi üstümden çıktı, sonunda tamam sözcüğünü aldı ağzımdan ve ikiletmeden kapattı telefonu. Evin rehavetine karışamadan hemen çıktım, yoksa kimse beni söküp alamazdı önünde ayaklarımı uzattığım puf duran yeşil koltuğumdan.

Her zamanki meyhanede her zamanki bıkkın suratıyla kapıda duran garson Şevket'e "Geldi mi bizimkiler" dedim. İleriki masayı işaret etti "Bir kişi geldi". Tanımadığım ama görür görmez sabahki müzik parçasının içinden çıktığını anladığım biri oturuyordu masada. Önünde bir kitap, bir tek sek rakı, biraz Girit Ezmesi. Sanki kitabın içinden geçip yazarına ulaşmış onunla kitap hakkında konuşuyordu. Gözleri uzaktaki bir iklimde gülümser gibiydi. Asımlar ne zaman geldi, akşam ne zaman bitti, neler konuştuk hatırlamıyorum.Hafızam gecenin o kısmını kesip atmış. Aklımda, ben "Merhaba" dedikten sonra tanışma faslına geçerken adını Ayşe değil de Ayşa şeklinde söylediği kalmış. Sonsuz hızla dönen hayatın, bir anlığına durup renkli camları olan kapıdan beni buyur ettiği o an yani. Belki de Ayşe demişti bilmiyorum, ama ben hiç sektirmeden balıklama daldım aşk denizine. " Bu sabah tesadüfen karşıma çıkan parçayı biliyor musun?" diye başladım söze.

Ardından kulaklıklarımı uzun saçlarının arasına bir defne dalı gibi yerleştirdim ve 'Aisha'yı çalmaya başladım. Sonra, yağmur altında İstiklal'den sonsuza doğru devam eden bir yürüyüş.

Romantik ve huzur dolu bir aşkın nameleriyle başlayan parça tam ortasında kaosa yelken açar. Kaos bana uyar, anarşizm bizim tarafların çocuğudur. İyi arkadaşlık ederiz kendisiyle. Ama aşkın kaosu, o başka, o karşının kızı. Ayşe ya da benim ona bugüne kadar seslendiğim sesle Ayşa sakin bir kadın. İnsanın ruhuna nüfuz eden hafif bir dağ çiçeği kokusu, deniz kenarında yürümek, gökyüzündeki bulutlardan aşağı kaymak, öyle şeyler hissettirir size. Ayşa'yla yaşadıklarımız satırlara sığmaz, daha en baştan bir müzik parçasının içine doğmuş, sınırları notalarla çizilmiş bir aşk. Bir caz parçasının içine doğmuş. Tekrarları, ansızın yükselişleri, sonra yavaşlayıp yeniden huzura kavuşması ve en beklenmedik zamanda ortaya çıkan doğaçlamaları. Biz istesek de o aşkı başka türlü yaşayamazdık zaten. Bir gün Ayşa demişti ki:

- Belki "mutlu aşk yoktur", ama her aşk bir şarkının içinde saklıdır, her aşk, rakamları notalarla kodlanmış bir sudoku bilmecesidir".

- Her aşk aynıdır diyorsun yani? Sudoku her satırında ve her kutusunda aynı rakamlarla sonlanır ya

- Nasıl bizim genetik şifremiz dört aminoasitin farklı dizilişleriyle kodlanmışsa ve bu dört aminoasitten milyarlarca birbirine benzemeyen insan varolabiliyorsa, aşklar da öyle. Hem sonsuz zenginlikte, hem hepsi aynı duygularla bezenmiş.

Aşkı kazıp durduk Ayşa'yla. Bazen hayatlarımıza dair bir arkeolojk kazı oldu, bazen bir fidan dikmek için, bazen kumda tüneller açmak, bazen de ruhumuzun derinliklerindeki magma tabakasını keşfetmek için, oraya ulaştığımızda tutuşup yansak bile. Bazen kırlangıç uçuşunda, son sürat ve kuşbakışı, bazen bir denizkaplumbağası gözünden flu bir mavilikte süzülerek yaşadık durduk, ama fonda hep o saksafon sesi.

Coltrane'nin saksafonuyla bir nisan yağmuru gibi içimize akan müziği hep yanımızda, hep içimizdeydi. Köpeğimiz de saksafonsuz yapamaz oldu bir süre sonra. Gözlerini diker gözlerime, çal derdi.

Şimdi tekne Lameire kanalında demirliyken, Ayşa kitap okuyordur. Yine içine gömülmüş, yine uzaklarda bir yerlerde yaşayan yazarını bulmuş, onla sohbet eder gibi dalmış gitmiştir. Çıplak ayakları köpeğin karnında ısınıyordur ve köpek alçak sesle horluyordur. O ilk geceki sek rakının yerini çukulatalı kahveyi efsunlayan viski almıştır.

Ben mi? Kırmızı renkli bir kanodayım, aynen düşündüğünüz gibi kulaklıklarım kulağımda, Aisha'yı çalıyorum. Sonsuz bir beyazlık, kurşuni bir gökyüzü, mavi gözlü karabataklar ve neşeyle dalıp çıkan penguenler etrafımda. Suya girip çıkan küreğin sesi, saksafonla uyum içinde. Az önce yanımdan iki Orca geçti, bir an durup bana baktılar. Birinin gözleri sürmeliydi. Sonra birlikte daldılar bir buzdağının yamacından derinlere. Ayşa'nın dediği gibi aşklar hem sonsuz zenginlikte hem hepsi aynı duygularla bezenmiş.

Dedik ya C'est la vie.

Talat Kırış kimdir?

Talat Kırış, 1961 yılında İstanbul'da Süleymaniye Doğumevi'nde dünyaya geldi. Sırasıyla Ataköy İlkokulu, İstanbul Erkek Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi'ni bitirdi.

Öğrenciliği sırasında yurtiçi ve yurtdışında kaza cerrahisi ve beyin cerrahisi kliniklerinde staj yaptı. Prof. Dr. Türkan Saylan'la birlikte Van'da lepra hastalığı üzerine saha çalışmalarına katıldı. Konya Devlet Hastanesi Acil Bölümü'nde mecburi hizmetini; 1986-1992 yılları arasında İstanbul Tıp Fakültesi Nöroşirurji Anabilim Dalı'nda ihtisasını tamamladı. Uzmanlık tez çalışmasıyla Beyin Araştırmaları Derneği ve Japon Nörotravma Derneği'nden ödül aldı. Uzmanlık sonrası Kartal Eğitim Araştırma ve Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları hastanelerinde çalıştı.

1995-1996 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri, Arizona, Phoenix'te bulunan Barrow Nöroloji Enstitüsü'nde burslu olarak, kafa kaidesi tümörleri ve beyin damar hastalıkları üzerine üst ihtisas yaptı. İstanbul Tıp Fakültesi Nöroşirurji Anabilim Dalı'nda 1999 yılında doçent, 2006 yılında profesör oldu.

2006 yılında 9. Uluslararası Serebral Vazospazm Kongresi'nin başkanlığını yaptı. Türk Nöroşirurji Derneği Yeterlik Kurulu kurucu üyeliği, Nörovasküler Eğitim Öğretim Grubu başkanlığı, Nöroonkoloji Eğitim Öğretim Grubu başkanlığı, Temel Kurslar eş başkanlığı, yönetim kurulu üyelikleri, Türk Nöroşirurji Dergisi ve Turkish Neurosurgery dergileri baş editörlüğü, Nöroonkoloji Derneği ikinci başkanlığı ve Türk Nöroşirurji Derneği başkanlığı yaptı.

Avrupa Nöroşirurji Dernekleri Birliği Araştırma Komitesi üyeliği görevinde bulundu. Akdeniz Beyin Cerrahları Derneği Eğitim Komitesi Başkanı olan Kırış, 2017-2021 yılları arasında Dünya Nöroşirurji Dernekleri Federasyonu Beyin Damar Hastalıkları Komitesi Başkanlığı yaptı.

Dünya Nöroşirurji Dernekleri Federasyonu'nda Türk Nöroşirurji Derneği'ni temsil eden delege olan Prof. Dr. Talat Kırış, meslek yaşamını Vehbi Koç Vakfı Amerikan Hastanesi ve Koç Üniversitesi Hastanesi Beyin Cerrahisi bölümlerinde sürdürüyor.

Kırış'ın editörleri arasında bulunduğu İngilizce iki kitabı, 100'den fazla kitap bölümü, ulusal ve uluslararası dergilerde makaleleri yayımlandı; çok sayıda ülkede beyin cerrahisinin çeşitli alanlarında eğitim kursları ve konferanslar verdi, yurtiçi ve yurtdışında eğitim amacıyla çok sayıda beyin cerrahının izlediği canlı ameliyatlar yaptı.

Tıbbiye öğrenciliği yıllarından itibaren 40 yılı aşan öğretim üyeliği ve hekimlik hayatını, 2021'de yayımlanan "Beyne Giden Yol / Bir Beyin Cerrahının Anıları" adını verdiği kitabında anlattı. TEDx ve farklı sosyal platformlarda konuşmaları yayımlanan Kırış, aynı zamanda kıdemli bir denizci olarak Güney Amerika'dan Antarktika'ya kadar uzanan yelkenli seyahatler yaptı, Grönland'da kanoyla Kuzey Kutup dairesi geçiş yaptı. Anılarında hayalini, "Bir Şehir Hatları Vapuru'na ismimin verilmesini isterim. Kimbilir, kısmet..." sözleriyle paylaştı.

Gençlik yıllarından itibaren yazın dünyasıyla ilgilendi, 1984 yılında Düşün dergisi masal yarışmasında mansiyon kazandı. Argos sanat dergisinde öykü ve denemeleri, Cumhuriyet ve Radikal gazetelerinde yazıları yayımlandı. 2012 yılından Yacht Türkiye dergisinde yazmaya başladı.

Ağustos 2019'dan itibaren T24'te düzenli yazılar yazıyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Neden susuyorsunuz?

Devlet işi gücü bırakmış kocaman bir sopa olmuş, dövecek muhalif arıyor. RTÜK diye bir kurum var, sopalıktan önce elektrikli şok tabancalığına, şimdilerde de ateşli silahlığa terfi etmiş. İktidarın, dayatılan siyasal İslam ideolojisinin hoşuna gitmeyecek yayın gördü mü indiririm aşağı diyor

Bir sabah metroda

Metrodan iniyorum. Etrafımdaki gençlere daha bir farklı bakıyor gözlerim. Çok da uzak olmayan bir gelecekte daha güzel günler göreceğiz diye geçiriyorum içimden

Ronda Ramirez'in ortadan kayboluşu

Eylül ayının dolunay öyküsü uzak yıllardan ve yakında yapılan bir Ronda seyahatinden damıtıldı. Yıllar önce bir boğa güreşi tutkunuydum, İspanyolların deyimiyle Aficionado. Başta Hemingway, boğa güreşine dair her yazılanı okuyordum. Sonra Madrid'de, Barcelona'da o müthiş atmosferde izledim boğa güreşlerini. Hatta Zaragoza'nın bir köyünde antrenman boğalarıyla dövüşmüşlüğüm bile vardır. Boğa güreşi flamenkoyla birlikte, ölümle kalım arasında gidip gelen sarkacın salınımları arasındaki estetiğin, tutkunun dile gelişidir. Sonraları ama boğaların, bu muhteşem hayvanların arenada acı çekmeleri, öldürülmeleri kabul edemeyeceğim bir şey haline geldi. Başka bir canlıyı öldürmenin estetiği olamazdı. İşte bu öykü Aficionado yıllarımın özeleştirisidir de bir bakıma...

"
"