Bir virüs, bildiğimiz, alıştığımız pek çok şeyi eşanlı olarak sorgulattı, harap etti ve belirsiz bir geleceğin kapılarını açtı. Küreselleşmenin geleceği sorgulanırken, toplumlar sınırların korumasına sığındılar. YA da siyasetçiler onlara bu rahatlamayı sağladı. 40 yıllık piyasacı ideoloji, kamu hizmetlerinin kesilmesine dayalı yönetim anlayışı ağır yara aldı ve muhtemelen bir daha kolayca geri dönmemek üzere gündemden çıkacak. BU bağlamda sermayenin toplum içindeki yeri ve sorumluluğunun ağır şekilde sorgulanacağı bir iklim şekillendi. Bu iklim içinde demokrasilerin otoriter/totaliter yönetimlerden daha az becerikli oldukları iddiası daha gür sesle tartışılmaya başlandı. Demokratik ülkelerde de devletin yeniden düzenleyici, müdahaleci rolünü üstleneceği bir rotaya girildi.
Çin’den çıkan salgın hızla dünyaya yayılarak sınırların geçersizliğini ilan etmesine rağmen uluslararası dayanışmadan çok, bencillik ön plana çıktı. 50 milyon insanını eve hapsetme konusunda hiç tereddüt yaşamayan Çin, salgını kısa sayılacak sürede kontrol altına alırken, bu virüsün yayılmasındaki sorumluluğunu unutturmaya çalışarak müthiş bir propaganda savaşını da başlattı. Yalnızca ABD’yi suçlamakla kalmadı, yeterince tıbbi malzemesi olmayan ülkelere yardım yaparak gönülleri de fethetmeye çalıştı.
Yardıma ihtiyacı olan ülkelerin Batılı olması son 15 yıldır ağır yara almış Batı imajını da yerle bir etmediyse eğer, fena halde hırpaladı. Zira Çin’in kendi toplumu üzerinde bağışlaması olmayan bir baskı kurarak gerçekleştirdiğinden daha mükemmelini Güney Kore, Tayvan ve Singapur, hatta Vietnam çok daha yumuşak, etkili ve şeffaf politikalarla elde etmişlerdi. Dünya Sağlık Örgütü’nün Avrupa’yı salgının merkezi ilan etmesi, İtalya, Fransa ve İspanya’daki durum Çin’de başlayan salgının bir Asya felaketi değil Avrupa felaketi olarak görülmesine yol açtı. Bu durumda başarılı olmanın ölçüsü Batılı gibi değil Asyalı, daha doğrusu Doğu ve Güneydoğu Asyalı gibi olmaktı.
17 yıl önce patlayan SARS salgınında sarsılan bu Asya ülkeleri aradan geçen yılları yeni bir salgına karşı hazırlanarak geçirdiklerinden, yeni kriz karşısında hemen tedbirlerini uygulamaya koyabildiler. Avrupa kendi rehavetinin, devletlerinin vurdumduymazlığının ya da kapasitesizliğinin kurbanı oldu. Krize cevap vermekte zorlandı. Benzer şekilde toplumların, tıpkı Türkiye genelinde tanık olunduğu gibi şu ya da bu nedenle vurdumduymazlığı da krizle mücadeleyi zorlaştırdı, değerli zamanın kaybına yol açtı. Dahası, dayanışmanın en gerekli olduğu bu anda AB üyeleri, sınırları kapatmak dışında ortak bir tavır geliştiremediler, dayanışmadılar. Son tahlilde bir Soğuk Savaş örgütlenmesi olan AB’nin bu haliyle bir geleceğinin kalıp kalmadığı ciddi bir soru olarak gündeme girdi.
ABD ise dünyadaki konumunu ve imajını hayli hırpalayacak bir görüntüyle bu krizi karşıladı. Üstelik çok kısa surede Çin’den uçuşları yasaklayarak tedbir alabilmek için çok değerli bir zaman da kazanmıştı. Genel olarak Batı’nın ama özel olarak ABD’nin bu krizi yönetmede çuvallamasının hem Amerikan sisteminin bundan sonraki serencamı hem de dünya sistemindeki güç dengeleri açısından uzun vadeye yayılan sonuçları mutlaka olacaktır. Ne tür bir kapitalizm sorusunun yanısıra, demokrasi mi otoriterlik mi sorusu da daha ciddi şekilde tartışılacaktır. Dünya ekonomisinde ağırlığı giderek artan Asya’nın özellikle de ikinci büyük ekonomi olan Çin’in bu güçlerine koşut bir siyasal/stratejik güç ve mevki elde edip etmeyecekleri, bunun nasıl gerçekleşeceği de gündemin bir parçasıdır artık.
Gazeteci Anne Applebaum, the Atlantic dergisinde yazdığı yazıda bu salgının ABD’yi bu denli hazırlıksız, sisteminin tüm zaaflarını dünyanın gözleri önüne seren bir şekilde vurmasını kritik bir dönüm noktası olarak değerlendiriyor. Applebaum’a göre, kendi üstünlüğünün rehaveti içindeki ABD açısından bu kriz, Komodor Perry’nin gemisiyle 1853’te Tokyo limanına girerek Japonların Amerikan mallarına gümrüklerini açmalarını dayatmasına benzer bir şoktur. O güne dek kendilerini dünyanın merkezinde gören ve uygarlıklarının eşsizliğine inanan Japonlar bu utanç verici olayla uyanmışlar ve Meiji Restorasyonu diye bilinen devrimci dönüşümlerini, bu yeni dönemle başa çıkabilmek için başlatmışlardı.
Bu durumda mesele ABD sisteminin İmparatorluk Japonya’sının yaptığını yaparak köklü bir değişime/dönüşüme açık olup olmadığıydı. Sosyal bilimlerde önemli sorulardan birisi gelişmelerde yapısal unsurların, kurumların ve nesnel koşulların mı şahsiyetlerin mi rolünün daha önemli ya da belirleyici olduğudur. Karl Marx bu durumu “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar ancak kendi tercih ettikleri koşullarda değil” diyerek formüle etmiştir. 2020 yılının Amerika’sının çok ciddi yapısal sorunları olduğuna, giderek faşizan bir partiye dönüşen Cumhuriyetçilerin her türlü siyasi etik kaygısını bir kenara attıklarına, daha solda olan Demokrat Parti’nin de sermayeye göbekten bağlı olduğuna, toplumun ise keskin bir kutuplaşma içinde bulunduğuna şüphe yok. Toplum kesimleri arasındaki güvensizlik, kültürel ayrışma ve gelir eşitsizlikleri bir demokrasinin taşıyamayacağı boyutlarda.
Tüm bunlar doğru olmakla birlikte kifayetsiz, muhteris, kompleksli, cahil, donanımsız ve kindar Donald Trump yerine başkası Başkanlık koltuğunda otursaydı muhtemelen ABD’nin krizi yönetiş tarzı çok farklı olurdu. Gazetelere yansıyan haberlerden istihbarat servislerinin Ocak ayından itibaren ülkenin nasıl bir tehditle karşı karşıya kalacağını başkana anlattıkları ancak dinletemedikleri anlaşılıyor. Trump, uzun süre tehdidin varlığını bile kabul etmedi ya da küçümsedi. Beyaz Saray’daki ve medyadaki hempaları topluma yalan üzerine yalan söyleyerek, salgının uydurma olduğunu tekrarladılar.
Ulusal Güvenlik Kurulu’ndaki sağlık bölümünü lağveden (ve hiç haberim yoktu bundan diyerek yalan söyleyen), dünyanın en yetkin sağlık kurumlarından Hastalık Kontrol Merkezi’nin (Center for Disease Control) bütçesini kesen ve DSÖ’ye ABD’nin yaptığı katkıyı düşüren Trump’ın tek kaygısının borsanın düşmemesi olduğu anlaşılıyor. Daha da kötüsü, gene medyaya yansıyan haberlere göre Çin Devlet Başkanı Şi Jinpin’in her dediğine inanarak, tüm uyarılara rağmen olayın akışını ve gelecek olan tehlikeyi anlayamamış.
Doğrudur, Trump değil bir başkası da Başkan olsaydı Amerikan sağlık sisteminin yapısı, sigorta sisteminin insafsızlığı pek çok vatandaşın helak olmasına, ölmesine yol açardı. Ancak bir nebze izanı ve değerlendirme kapasitesi olan bir Başkan kaybedilen iki aylık süre içinde hasarı ciddi şekilde azaltacak tedbirleri alırdı. 27 milyon sigortasız vatandaşın yaşadığı, Sigorta şirketlerinin insafına kalmış vatandaşların test parasını ya da ilk tedavi masraflarını ödeyemeyecekleri, sağlık personelinin kendilerini enfeksiyondan koruyamadıkları bir ülkenin askeri gücü, parasının hegemonyası, ekonomisinin boyutlarına rağmen dünya liderliği iddiasının sarsılmaması zor.
Trump Amerikasının, içine girdiğimiz kriz döneminin gerektirdiği dayanışma, koordinasyon, akılcı siyaset üretmek ve başka ülkelerle yakın temasta kalarak siyaset üretmek gibi gerekli adımları atabilmesi söz konusu değil. Ancak olayların akışı ABD’de bile devletin yeniden güçlendirilmesi, ekonomiye müdahale etmesi, maliye politikalarına başvurması yönünde baskıları artırıyor. Federal devleti fonsuz bırakarak yıkmak isteyen Cumhuriyetçi Parti kontrolünde bu tür gelişmelerin yaşanması ya da eğilimlerin güçlenmesi salgın sonrasında farklı bir dünyanın şekilleneceğine işaret ediyor.
Batı dünyasında devletin yeniden büyümesi demokratik katılımın artmasına önayak olacak şekilde mi gerçekleşecek yoksa otoriterliğin ekmeğine mi yağ sürecek sorusu ise orta yerde duruyor.