27 Ekim 2019

Irak’ta da, Lübnan’da da insanlar mezhepçiliğin aslında bir hapishane olduğunu anlamış gibiler

"Bugünkü arayışın ilham kaynağı ise eşitlik"

Dünya kaynıyor. Hemen her yönden, gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerden benzer işaretler geliyor. Bazısı şaşırtıcı, kimisi denenmemiş, kimisi şaşkınlık verici hareketler hep aynı mesajı veriyor: Bugünkü nizam süremez. Süremeyecek. Otoriterleşmenin önünü alabildiğine açan popülist hareketler de Şili’de metro bileti fiyatları arttı diye ülkeyi kilitleyen protestolar da Hong Kong’da aylardır süren ve Çin devletiyle teknolojik kedi-fare oyunu oynayan direniş de Cezayir’de ordunun her an müdahale edebileceğini bildikleri halde her hafta gösterilerini sürdürenler de farklı hedefleri olsa bile aslında aynı olgulara, kaygılara cevap arıyorlar.

Ülkeler arasındaki eşitsizlik hızla daralırken ülkelerin içinde giderek derinleşen eşitsizlik tahammül sınırlarını aşıyor. Özellikle genç nüfus sürekli bir gelecek korkusu içinde. Hemen tüm siyasi sistemlerde kol gezen yolsuzluk ağlarıyla yayılan çürümüşlük, yönetici sınıflardaki kibir vatandaşı bezdiriyor. Sokak, duyarsız, vatandaşını hiçe sayan, onun özgürlüklerini kısıtlamak için fırsat kaçırmayan bir iktidara karşı yegâne hak arama yolu haline geliyor. Bu seferki hareketler de Hong Kong’dan ABD’ye, Yunanistan’dan Brezilya’ya uzanan, Arap Baharı’nın ve Gezi hareketinin de dahil olduğu bir önceki protesto ve direniş dalgası gibi lidersiz.

İki hafta sonra Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ve Soğuk Savaş'ın 30.yılı kutlanacak/anılacak/değerlendirilecek. Duvarın doğusunda kalan toplumların veya Duvar yıkılmadan önce Çin’de çok kanlı şekilde bastırılan Tiananmen Meydanı’ndaki gösterilere katılanların derdi özgürlüktü. Bugünkü arayışın ilham kaynağı ise eşitlik.


Geçmişin deneyimiyle bu kez kimi hareketler daha da yaratıcı olmayı becerebiliyor. Gerçi geçen sefer olduğu gibi bu sefer de lidersizlik, programsızlık iktidarların bu karşı koyuşların üstesinden gelmesine imkân sağlayabilir ama durum gene değişmez. Küresel ölçekte bir başkaldırı var ve yerleşik yapılarla buna cevap verebilmek uzun sürede mümkün değil.

İnsanları meydanlara taşıyan, hayatlarını riske atarak taleplerini dillendirmeye iten bugünkü iletişim imkanları değil. Bir noktada “yeter artık” diyerek itirazlarını görünür kılma kararı vermeleri belirleyici olan. Toplumsal olayların gizemi bu anın herhangi bir toplumda tam ne zaman geleceğinin bilinememesi. Korku duvarının ne zaman aşılacağı, “başka türlü davranamam” denen noktaya nasıl ulaşıldığı ancak geriye dönüp bakarak anlaşılabiliyor. Beyrut’ta insanların hep bir ağızdan Beethoven’in 9. Senfonisinden “Neşeye Övgü”yü Arapça söylediklerine tanıklık edebiliyoruz bu şekilde. Teknolojik imkanlarsa hareketlerin/direnişlerin kısa sürede örgütlenmesini ve iletişimin hızlı ve yaygın olmasını sağlıyor ancak.

Teknoloji kullanımının demokratikleşmesi toplumlarla devletler arasındaki mücadeleyi de çok ilginç kılıyor. Teknolojiyi daha baskıcı sistemler geliştirebilmek için kullanan devletlere karşı toplumlar aynı teknolojinin yardımıyla çok esnek ve yaygın örgütlenme biçimleri bulabiliyor. Gene teknolojinin imkanları, sosyal medya bağlantıları dünya ölçeğinde bir iletişim ağının yaratılmasını da sağlıyor. Hong Kong’da havaalanı işgal edilmişse, Barcelona’dakiler de Çinli yoldaşlarının izinden gidiyor. Sloganlar, yöntemler birbirini andırabiliyor. Geçen yıldan beri yaşanan toplumsal olaylara bakıldığında Fransa gibi bir ülkede Sarı Yelekliler ilk andan itibaren şiddete yaslanan bir itiraz tarzını benimserken, Hong Kong, Şili ve Katalonya’da şiddet giderek ön plana çıkarken hiç beklenmedik şekilde Sudan gibi bir ülkede ya da Cezayir’de gösteriler barışçıl kalıyor ve sonuç alıyor.

Arap dünyasının küresel imajı düşünüldüğünde son dönemin toplumsal direnişlerinde Arap ülkelerinde yaşananlara aslında çok daha ciddi şekilde bakmak gerekir. Sudan ve Cezayir protestoları barışçı bir şekilde başladı ve sürdü, Sudan’da rejim direndiğinde şiddete başvurduysa da sonunda soykırımcı bir lider tasfiye edildi, ordu istediğini yapamadı. Cezayir de geleceğin ne getireceği, yani çürümüş askeri rejimin sabrının taşıp şiddet makinasını harekete geçirip geçirmeyeceği meçhul, Ancak toplum kendi çabasını olgunlukla ve barışçı bir şekilde sürdürüyor. Irak’ta bezgin bir halk düzgün bir yönetim istedikçe üzerlerine güvenlik güçleri, milisler salınıyor.

Irak’ı tıpkı en renkli direnişin yaşandığı Lübnan gibi ilginç kılan unsura dikkat etmek gerekir. Irak’ta da Lübnan’da da insanlar bugüne dek kendilerini koruduğuna inandıkları mezhepçiliğin aslında bir hapishane olduğunu ve kendilerinin de tutsak kılındığını anlamış gibiler. Bu iki ülkedeki hareketleri gerçek anlamıyla devrimci kılan unsur, mezhepçiliğin dışına çıkarak bir toplum haline gelme iradesini ortaya çıkaran “laik” bir arayışın ürünü olmaları. Lübnan’daki tüm dini ve mezhebi grupların ruhani liderlerinin birlikte meydana gelmeleri, Cihadcılığa teslim olduğu söylenen Trablusşam’ın protestoya katılması, her mezhep grubunda kendi liderlerine yönelik sert eleştirilerin yükselmesi daha önce örneği görülmemiş gelişmeler.

Lübnan’da Whatsapp kullanımını ücretli yapma kararı üzerine patlayan toplumsal hareketin hedefi yerleşik tüm siyasi sınıfın tasfiyesi. Hepsi birbirinden çürümüş, ülke kaynaklarını çalan, vatandaşa ise devlet hizmeti götürmeyi dert etmeyen, insanları elektrik kesintileriyle, çöp dağlarıyla yaşamaya mahkûm eden bir sistemin değişmeyen şahsiyetleri bunlar. Bu nedenle hareketin sloganlarından birisi “halk rejimi devirmek istiyor” ise diğeri de “hepsi diyorsak, hepsi” oldu. Bu talep, yani Cumhurbaşkanı Aun’dan başlayarak, selefi olmak isteyen damadı Gibran Basil, Meclis Başkanı Nebih Berri, Saad Hariri, hatta Dürzi lider Velid Cumbulat’ın da artık çekip gitmeleri hemen gerçekleşebilecek bir şey değil. Ancak Hizbullah lideri Nasrullah bile hükûmetin istifasına karşı çıkıp, sokağa akan kendi cemaatine sert çıkınca kitlesi üzerindeki mutlak otoritesinin sarsıldığını hissetti.

Siyasetindeki iktidar dağılımı mezhep esasına göre düzenlenmiş, cemaat liderlerinin devletin güçlenmesini kuruluş döneminden beri engelledikleri Lübnan dünyanın en borçlu üçüncü ülkesi. Beyrut Amerikan Üniversitesi’nden Sumru Altuğ’un verdiği rakamlara göre borç millî gelirin yüzde 150’si, bütçe açığı ise yüzde 11’i. Cari açık yüzde 27 ile gene dünyada üçüncü. 25 yaş altı nüfusta işsizlik oranı yüzde 35-37 arasında. 17 Ekim günü meydanlara ilk akanların gençler olmasına şaşmamak gerekiyor. Alışverişin dolarla yapıldığı ülkede son zamanlarda bankalardan dolar çekebilmek mümkün değildi. Dünyanın dört bir yanına dağılmış Lübnan diyasporasının gönderdiği ve milli gelirin yüzde 12,7’sini oluşturan parada da azalma var.

İşin iktisadi arka planı elbette sabırların taşmasındaki çok önemli bir unsur. Ne var ki Lübnan’da yaşananı yalnızca ekonomik koşullardaki kötüleşmeyle açıklamaya çalışmak eksik olur. Konu hakkında okuduğum en güzel ve dokunaklı yazıda, Lübnanlı romancı Dominique Eddé şöyle yazıyor: “Yaşananlar sanki yüzbinlerce yalnız insanın bitmek tükenmek bilmeyen bir kış uykusunun sonunda eşanlı olarak yalnız olmadıklarını anlamalarıydı…Lübnan halkı var olduğunu, birbirinden ayrıştırılmaya mahkûm bir bireyler toplamı olmadığını gösterdi…Lübnan sokağı Arapça’da net bir şekilde hem yalnızlık hem de birlik anlamına gelen wahde kelimesinin iki anlamını da yüklendi. Bu bakımdan bir yandan 2011 yılında yollara dökülen Arap sokaklarının çocuğudur ama aynı zamanda bugün yerkürenin bir ucundan diğerine kendisini arayan bir evrensel yolun, yalnızların dayanışmasının (solitaires solidaires) da öncüsüdür. ‘Eğer şu anda rüya görüyorsam beni uyandırmayın’ diyordu gösterilere katılan birisi. Sözleri milyonlarcamızın hissettiklerini yansıtıyor.”

Yazarın Diğer Yazıları

Betül Tanbay'ın gözünden "Gezi"nin tarihi

"Bilmiyorum 12 Haziran 2013 gününden sonra başbakan kendi aldığı notları hiç okudu mu. Cumhurbaşkanı olarak Gezi konusunda sanki o toplantıda olan başkasıymış gibi konuşmalarına hep şaşırdım. Eminim ki bizzat o notlar, olayların nasıl başladığının, nasıl geliştiğinin ve hiçbir şekilde ne bir Osman ne bir Mine veya Çiğdem, ne bir Tayfun veya Can tarafından örgütlenmediğinin bir belgesi olabilir. Bizzat o notlar, masada bulunan başta başbakan bütün bakanlar kurulunun Gezi yüzünden mahkûm olanların suçsuzluğunu çok iyi bildiklerinin bir belgesi olabilir. Bilmiyorum o notlar resmi bir deftere mi yoksa özel bir deftere mi yazıldı ama Gezi konusunda hüküm veren herkesin okumasında fayda olduğuna eminim"

İlter Türkmen ve ben: Bir mekteplinin eğitimi

Dünyayı, dış politikayı ve diplomasiyi anlamaya çalışan bir “mektepli” olarak İlter beyden hiçbir okulda alamayacağım eğitimi aldım...

Sami Kohen’in ardından

Hiç birlikte çalışmamış olsak da Sami Bey yaptığı işe olan inancı, tutkusu, ciddiyeti ve işini yaparkenki disiplini, meslek ahlakıyla en derin ilham kaynaklarımdan birisi olmuştu...

"
"