29 Mart 2020

Bazen devran öyle döner ki, hiç akla gelmeyen, hiç hesapta olmayan bir zamanda, hiç beklenmedik bir şekilde, hiç umulmadık gelişmeler, hiç görülmemiş haller yaşanır

Bu virüs ve getirdiği yıkım sonrasında bildiğimiz, alıştığımız dünya pek kalmayacak gibi

Bugünler geçtiğinde ve muhasebesi yapıldığında insan içine çıkamaması gerekenlerin sayısının çok yüksek olması beklenir. Gerçi burası Murathan Mungan’ın her şey olunup rezil olunamayacağını söylediği bir memlekettir. Sorumluların asla sorumluluklarını kabul etmedikleri, kimsenin hiçbir zaman hiçbir konuda hesap vermediği ve zaten kimsenin de hele kendi kampından saydıklarından bir hesap sorma derdinin olmadığı bir yerdir. Aslında neredeyse hiçbir inancın, duruşun, değerin sahici olmadığı, olamadığı bir yer.

Yani burada dünyayı kasıp kavuran bir salgına karşı kelle-paça önerenlerin, genetik yapının koruyucu olduğunu söyleyenlerin, mesnetsiz sallayanların, onları televizyonlara çıkaranların, o televizyonlara çıkanlar hadlerini aştıklarında onları durdurmayanların, aşı bulunursa bunun zürriyete tehdit oluşturacağını söyleyenlerin, gelmekte olan büyük felaketin engellenmemesinde sorumluluğu olanların bir sonraki dönemde hala ortalarda muteber kişiler olarak dolaşamayacaklarının bir garantisi yoktur.

Sahip oldukları para ya da imtiyazlı ilişkiler nedeniyle büyük trajedilerden para kazananların, kudrete tapanların, güç karşısında sürüngenleşenlerin, bir toplumsal yok oluş tehdidiyle ülkenin üzerine gelmekte, çökmekte olan çağdaş vebayı yalnızca maddi bilançosuyla değerlendirenlerin, zayıfların zaten ezilmek için varolduğuna iman edip onları ölüme mahkûm edecek şartlarda çalıştıranların da korkacağı bir şey yoktur.

Rehberlerine umre grubunun ateşi yüksek çıkmasın diye parasetamol içirtenlerin, o umreye gidişi ertelemeyen, dönüşü örgütleyemeyenlerin, panik halindeki bir topluma derli toplu, ciddi, tutarlı bir bilgi akışı sağlamayanların, bir felaketin yayılmasını engellemeye yarayabilecek en hayati bilgileri paylaşmamakta inat edenlerin, en ağır darbeyi yemiş büyük şehirlerin seçilmiş yöneticilerinin yaptıklarını, çabalarını, uyarılarını toplumun öğrenmesi için ellerindeki iletişim gücünü paylaşmayanların, onların çabalarına destek vermek bir yana, köstek olmak için ellerinden geleni artlarına koymayanların çetelesi tutulmayacak, tutulsa bile bunların bir bedel ödemesi hayal dahi edilemeyecektir. Fiilen “sürü bağışıklığı” yöntemine mahkûm edilmemizin, uyarılara, haykırışlara, yalvarışlara karşın buna yol açan yaklaşımdan vazgeçmemenin de hesabı verilmeyecektir.

Ya da bakarsınız bu asla verilmeyeceği düşünülen o hesap verilecektir. Zira bazen devran öyle döner ki, hiç akla gelmeyen, hiç hesapta olmayan bir zamanda, hiç beklenmedik bir şekilde, hiç umulmadık gelişmeler, hiç görülmemiş haller yaşanır. O zaman ne zamandır bilinmez ama bir zamanda o zaman gelecektir.

Bu virüs ve getirdiği yıkım sonrasında bildiğimiz, alıştığımız dünya pek kalmayacak gibidir. Kötümser tarafta, devletler paniklemiş toplumların korunabilmek için kendilerine verdikleri yetkileri, denetim imkanlarını, mahremiyeti hiç kılma fırsatını ellerine bir kez geçirdikten sonra bırakmayacaklardır. Gelecek bu bakımdan fazlasıyla Orwellci gibi gözükmektedir. Ancak devletlerin güvenlik ve koruma gerekçesiyle elde ettikleri bu kudret, aynı zamanda kendi üzerine düşeni yapmayan ya da beceriksizliği nedeniyle yapamayan yöneticinin varlığını sürdürebilmesini de imkânsız kılacaktır. Üstelik, yeni bir yaratılış anına da girildiğine göre toplumların daha önce varlığından haberdar olmadıkları ya da önemsemedikleri bazı tercihleri yapmaları ya da bunları talep etmeleri de ihtimal dahilindedir. Gelecek onu kimin kuracağına bağlı olarak şekillenecektir.

İrfan Aktan’la yaptığı söyleşide Evren Balta şu tespiti yapıyor:

“Hemen bütün salgın hastalıklar, felaketler bir yandan kısa vadeli yıkımlara yol açıyorlar ama öte yandan o toplumu oluşturanların o an hiç görmedikleri biçimlerde toplumları dönüştürüyorlar da. Tam da bu nedenle bilinmeyene, tahmin edilemeyene geniş bir aralık bırakmak gerekiyor. Korona virüsünün bu açıdan nasıl sonuçları olacağını şimdilik öngöremesek de, hiçbir şeyin eskisi gibi olmamasına neden olacağını söyleyebiliriz.”

Yeninin neye benzediğini öngörmek zor olsa ve geçmişin deneyimi fazla iyimser olmayı zorlaştırsa da, kabul etmek gerekir ki Türkiye’de bu krizde toplumun yapıcı, yaratıcı ve dayanışmacı kaynakları da ortaya çıktı. Sağlık personelinin cansiperane çalışması, onların kalabilmesi için bazı otellerin odalarını açması, dayanışma gruplarının oluşması, 3D teknolojisiyle gerekli malzemelerin üretilmesi, Büyükşehir belediyelerinin kısıtlı imkanları ve engellemelere rağmen, gerekli olduğu anlaşılan karantina kararının inatla ilan edilmemesine rağmen yapabildikleri bambaşka bir geleceğin pekâlâ da mümkün olduğunu aslında gösteriyor. Hayatın asıl aktığı yerler, ülkenin enerjisinin asıl biriktiği alanlar olarak büyük şehirler ön plana çıkıyor. Bunu engelleme çabaları, ülkenin merkeziyetçi zihniyetini deldirmem yaklaşımı muhtemelen salgının dayattıkları karşısında gerileyecektir.

Albert Camus Veba romanında salgınla mücadelenin tek yolunun düzgün olmaktan geçtiğini söyler. Romanın kahramanı Doktor Rieux için de düzgün olmak işini iyi yapmaktır. O halde bugünün vebası ile mücadele etmek yalnızca tıbbi ya da siyasi bir konu olmanın ötesinde etik bir meseledir. Toplumların özünü ortaya çıkaracak, Balta’nın kötümser tarafında yer aldığı, insanların kısa vadeli çıkarlarıyla, daha iyi ve dayanışmacı bir gelecek arasındaki tercihlerinin ne olacağını belirleyecek bir sınavdır hemen tüm toplumların karşı karşıya olduğu. Sonucu belli değildir.

Ama tüm bunların ötesinde salgın büyük acıların taşıyıcısıdır. Ölülerin cenaze namazı kılınmadan gömüldüğü, ailenin mevtayı göremeden onu son yolculuğuna alışık olunan ve insanı bir nebze rahatlatan ritüellerden geçirmeden apar topar göndermek zorunda kaldığı bir döneme girdik. Rober Koptaş’ın insanın ruhunu allak bullak eden yazısı bu acı durumu şöyle tespit ediyor:

“Ölüler gömülür, gözyaşları dökülür ve hayat sürer gider. Bizler ancak böyle devam edebiliriz hayata. Bugün yakınlarını kaybedenlerin ise böyle bir şansı olamayacak ve bunun belki şu an tahayyül dahi edemeyeceğimiz amansız etkileri onları ve belki sonraki kuşakları karabasanlara boğacak…Şimdi bu sonsuz ve uğursuz silsileye bir de, üzerine apansız, gizli saklı toprak örttüğümüz insanlar ekleniyor…Onlar sevdikleriyle vedalaşamıyor, sevdikleri onları son bir kez öpemiyor, cansız bedenleri yıkanırken başlarından aşağı iki tas su dökemiyor, soğumuş ellerine dudaklarını değdiremiyor, cenaze törenlerinde sevdiklerine sarılarak ağlayamıyor, üzüntülerini, yaslarını yaşayamıyorlar.”

Belki de böylesi bir acının yarattığı toplu travma yazının başındaki karamsarlığı da önüne katıp götürecek bir güç yaratacaktır. Kim bilir?

Yazarın Diğer Yazıları

Betül Tanbay'ın gözünden "Gezi"nin tarihi

"Bilmiyorum 12 Haziran 2013 gününden sonra başbakan kendi aldığı notları hiç okudu mu. Cumhurbaşkanı olarak Gezi konusunda sanki o toplantıda olan başkasıymış gibi konuşmalarına hep şaşırdım. Eminim ki bizzat o notlar, olayların nasıl başladığının, nasıl geliştiğinin ve hiçbir şekilde ne bir Osman ne bir Mine veya Çiğdem, ne bir Tayfun veya Can tarafından örgütlenmediğinin bir belgesi olabilir. Bizzat o notlar, masada bulunan başta başbakan bütün bakanlar kurulunun Gezi yüzünden mahkûm olanların suçsuzluğunu çok iyi bildiklerinin bir belgesi olabilir. Bilmiyorum o notlar resmi bir deftere mi yoksa özel bir deftere mi yazıldı ama Gezi konusunda hüküm veren herkesin okumasında fayda olduğuna eminim"

İlter Türkmen ve ben: Bir mekteplinin eğitimi

Dünyayı, dış politikayı ve diplomasiyi anlamaya çalışan bir “mektepli” olarak İlter beyden hiçbir okulda alamayacağım eğitimi aldım...

Sami Kohen’in ardından

Hiç birlikte çalışmamış olsak da Sami Bey yaptığı işe olan inancı, tutkusu, ciddiyeti ve işini yaparkenki disiplini, meslek ahlakıyla en derin ilham kaynaklarımdan birisi olmuştu...

"
"