Kültür araştırmacıları, sınıf aidiyetinin kişilerin kültür tercihlerinde nasıl rol oynadığını saptamak için yaptıkları araştırmalarda bazı kavramsallaştırmalar üzerinde durmuşlardır. Bunlardan bir tanesi de; İngilizce yoksul konut mahallesi anlamına gelen slum sözcüğünden türeyen slumming kelimesidir. Slumming, aslında orada oturmayan insanların, meraktan veya vakit geçirmek, eğlenmek için yoksul mahallelerine gitmelerine deniliyor. Kurmaca bir metin, ister taşradan ister kentten bahsetsin, okuyucu tarafından eğreti bir duygu durumu hissedildiği an, başka bir ifadeyle, o satırların yazarının aslında bir ‘turist' olduğu kanaati oluşmaya başladığı an, eserin başarılı olma ihtimali çok düşüktür. Edebiyatımızda da örnekleri olan bu slumming hali kendisini kötü mekân tasvirleri, ilginç şive çabaları olarak göstermektedir.
Yukarıda ele aldığım kavram ve edebiyata yansıması tabii ki kötü örnekti. Sizlere iyi bir örnekten, yaşadığı ve anlattığı coğrafyayı çok iyi tanıyan, ete kemiğe büründürdüğü karakterlerin içinden geldiği her halinden belli olan bir yazardan bahsedeceğim; Ahmet Büke'den.
Ahmet Büke, öyküye ilgi duyan okurların yakından tanıdığı bir isim. Alnı Mavide adlı öykü kitabı ile Oğuz Atay Öykü Ödülü (2008), Kumrunun Gördüğü adlı öykü kitabı ile de Sait Faik Hikâye Armağanı (2011) kazanmış başarılı bir yazardır. Bunların dışında Çiğdem Külahı, İzmir Postası'nın Adamları, Ekmek ve Zeytin, Cazibe İstasyonu, Yüklük adlı öykü kitapları ve Mevzumuz Derin, İnsan Kendine de İyi Gelir, Gizli Sevenler Cemiyeti adlı romanları bulunmaktadır.
Ahmet Büke'nin son öykü kitabı, yazımızın da konusu olan Varamayan Ekim ayı içerisinde yayınlandı. İki bölümden oluşan kitabın ilk bölümü, Varamayan Ahmet adlı uzun öyküden, ikinci bölüm ise on bir adet kısa öyküden oluşmaktadır.
Öykülerinde genellikle mekân olarak Ege kasabalarını ve köylerini kullanan Büke, Varamayan'da da bunu sürdürmekte. Bir rüyanın içinden seslenir gibi buğulu gelen sesi, bazen bir çocuğun zihninden, bazen sevdiğine kavuşamayan genç bir adamın gönlünden, bazen de annesine bir türlü varamayan safça delikanlının yolundan gelmektedir.
Büke ekseriyetle geçmişe dönmekte ve okuruna oradan seslenmektedir. Anlattığı öyküler kurmaca metinler üzerine inşa edilse de, arka planda içinde yaşadığımız toplumun gerçekliklerini ve tarihini görmek mümkündür. Mazzeo, Bauman ile söyleşilerinden oluşan Edebiyata Övgü adlı eserde; dünyadaki gelişmelerin çizgisel olmadığını, bir sarkaç gibi hareket ettiğini, her yeni durumda eskiden var olmuş bir şeylerin kaybolduğunu ve insanların bunu çok sonradan fark edebildiklerini söyler. Yani ister bir tarih anlatısı olsun ister kişisel bir anı olsun, giderek gerçeklikten uzaklaşmaktadır. Ortaya yepyeni bir olay yepyeni bir söylem çıkmaktadır. Ahmet Büke öykülerinde, geçmişten gelen bu sesleri başarı ile okura aksettirmekte ve güçlü bir söylem inşa etmektedir.
Kitabın ilk bölümünü oluşturan Varamayan Ahmet, otuz sayfalık uzunca bir öyküdür. Ahmet, aklı evvel, her şeyi çabucak unutan, tek başına bir iş dahi halledemeyecek genç bir delikanlıdır. Asker ocağına bile anası elinden tutup getirmiş ve komutana teslim etmiştir. Ahmet normalde askerlik yapmaya elverişli değildir fakat annesi, adam yerine konulmayacağı endişesi ile onu askere yazdırmıştır. Komutan Ergün'ün yardımları ve kayırmasıyla teskere alabilen Borlulu Ahmet, dönüş yoluna Onbaşı Yavuz Hakgeçti refakati ile çıkacak ve Yavuz'un onu yarı yolda bırakması ile türlü olaylar yaşayacaktır.
Bir askerlik anlatısı gibi dursa da Varamayan Ahmet, bir kavuşamama hikâyesidir. Hasret çekenlerin, memleket özlemi duyanların, yersiz yurtsuzların hikâyesidir. Fonetik olarak Edip Cansever'in Çağrılmayan Yakup adlı şiirini anımsatmaktadır Varamayan Ahmet. Bu benzetmemizin tek sebebi elbette sesteki benzerlik ve çağrışım değildir. Öykü içerisinde, üstelik iki yerde geçmektedir bu şair imgesi. İlk olarak anlatıcı bahseder bu şairden. Zamanında orada askerlik yaptığından, her yere şiir yazdığından ve sürekli ceza aldığından dem vurur. Daha sonra ise, bir nöbet akşamında Onbaşı Yavuz, Borlulu Ahmet'e anlatacaktır şairin hikâyesini. Ahmet Büke, birçok olgudan olduğu gibi şiirden de beslenen bir yazardır. Üstelik tüm kitaplarının başlangıcı bir şiirledir. Nilgün Marmara'dan Ergin Günçe'ye kadar, çeşitli şairlerin şiirlerinden kısa alıntılar yaparak başlar sözünü söylemeye Ahmet Büke. Varamayan'da da tıpkı Gizli Sevenler Cemiyeti'nde olduğu gibi Osman Konuk ile başlamıştır.
Ahmet, küçük bir bebek iken ortadan kaybolmuş ve annesi onu iki gün sonra kör bir kuyunun dibinde bulmuştur. Askerlik dönüşü, trenle Akhisar'a gitmeye çalışırken ve bir türlü başaramazken, ona Yusuf adında biri yardımcı olmaya çalışır. Aynı şekilde uykuya yenik düşüp, Akhisar durağını tekrar kaçırdığında rüyasında başını Yusuf'un dizlerine dayamış, ayaklarını ise annesine doğru uzatmıştır. Borlulu Ahmet, kendinden öte bir Yusuf taşır gibidir bedeninde ve Yusuf ona iyilik yapmakta, huzur vermektedir. Çağrılmayan Yakup şiirini anımsatmamın bir nedeni de, Yakup'un sürekli Yusuf ile özdeşlik kurması ve kendisini sürekli onunla ‘karıştırmasıdır'. Belki abartı bir yorum olacaktır fakat şunu da eklemek gerekir ki; Edip Cansever askerliğinin bir bölümünü Gelibolu'da yapmıştır. Büke'nin Saros Körfezi'ni anlatırken dediği gibi; "güneşin altında yanan o suya" belki Cansever'de bakmıştır.
Kitabın ikinci bölümü on bir adet kısa öyküden oluşuyor. Evlat özlemi çeken annelerden, madende ömür tüketenlere; sevdiğine bir türlü açılamayanlardan, vatansızlık çekenlere; intihar eden emekli askerlerden, işkenceci amirlere, eski cellatlara kadar uzanan on bir öykü. Ahmet Büke, okuyucularının da gözlemlediği üzere, kitaplarını bir konu üzerine inşa eder. Her öykü kitabının bir teması vardır. Misal, Sait Faik Hikâye Armağanı alan Kumrunun Gördüğü eseri, ölüm oruçları, açlık grevleri ve 12 Eylül'ün baskıcı dönemi üzerine kurulu metinlerden oluşmaktadır. Varamayan Ahmet ile başlayan ve kısa öykülerle devam eden son kitabında da, merkeze hasreti ve kederi koymuş gibidir. Sıradan insanların hayatını anlatırken, fonda tarihi bir anlatı gizlidir. Aslında oldukça politik ve toplumsal olan bu öyküleri kurarken, büyük bir ustalıkla okuyucusuna fazla sezdirmez.
Örneğin Varamayan Ahmet, 12 Eylül dönemi evlerine varamayan binlerce insandan sadece biri olabilir. Trenle annesine dönmeye çalışırken, bir koku onu köy kahvesine kadar götürecek ve kahvede duvarda asılı duran beş paşanın fotoğrafı zihninde canlanacaktır. İnsan İlişkileri ve Buzdolabı adlı öyküde, sıradan bir öğrenci hikâyesi anlatılmaktadır görünürde. Fakat hikâyedeki emekli asker ve bu askerin akıbeti hikâyeye bambaşka yorumlar katacaktır. Bazı Tuhaflıklar Geri Döner, dikkatli bir okumayla görüleceği gibi hem işkenceyi hem de bu fiili gerçekleştirenin psikolojik durumunu ortaya koymaktadır. Sevdiğimiz İnsanlar Sevdiğimiz Kediler ve Ateşe Ne Diyelim adlı öyküler bağlantılı gibi görünmektedir. Gazze'de öldürülen sekiz aylık Leyla bebeği ve onun on yedi yaşındaki annesi Meryem'i hatırlatmaktadır bu iki öykü. Özellikle Ateşe Ne Diyelim'de tüm anneleri Meryem olarak adlandırmış ve Meryem'i anne sözcüğü ile bir bakıma eşanlamlı kullanmıştır Büke.
Görüldüğü gibi öykülerin geri planında, yakın tarihten toplumsal olayları görmek mümkün. Ahmet Büke, bize burada bu çağın toplumcu edebiyatının nasıl yapılabileceğine de bir örnek sunmaktadır aynı zamanda. Edebi estetiği elden bırakmadan, dilden ödün vermeden politik metinler kurmaktadır. Özellikle kitabın ikinci bölümündeki öykülerde bunu başarı ile gerçekleştirmektedir. Öyle ki, Yusuf Atılgan'ın öykülerindeki gizli duran toplumsal olaylar anlatısı gibi, meseleleri ustaca ele almaktadır Büke. Örneğin Atılgan'ın Çıkılmayan öyküsü, ilk bakışta dişi ağrıyan bir adamı anlatır gibi görünse de, alt metin 6-7 Eylül İstanbul'unu anlatmaktadır. Bu anlatım tekniğinin, Büke'nin öykülerinin geneline sirayet ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Varamayan, yaşadığı toprakların bir parçası haline gelmiş, onunla bütünleşmiş bir yazarın anlatısıdır. Eğreti durmamasının, bir turist gibi görünmemesinin yegâne nedeni burada gizlidir belki de. Büke gözlem yapmaya çalışmamaktadır. Aksine olayların bir parçası, kimi zaman öznesidir.
Enformasyon ve iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmelerin, modern insana kattığı sayısız yararın yanında önemli bir kayba da neden olduğu aşikârdır. Bu insanın hafızasından başka bir şey değildir. Gün içerisinde o kadar bilgiye ve habere maruz kalıyoruz ki, günün sonunda aklımızda hiçbir şey kalmıyor. Böylesi zamanlarda tarihe tanıklık edenlerin anlatısı oldukça önemlidir. Şimdi, geçmişte yaşanan olayları ve iz bırakan duyguları konuşuyoruz. Bu dönemin anlatısı önümüzdeki yıllarda yazılacak şüphesiz.
"Edebiyat dedikleri şu tuhaf kurum" der Derrida, "dışına taşma eğilimi gösterir". Ahmet Büke'nin eserleri de tıpkı Derrida'nın tarifinde olduğu gibi dışına taşmaktadır. Sıradan bir aşk hikâyesi okuduğunuzu sanırsınız fakat geride toplumsal ayaklanmaların olduğu, sistem yanlılarının Negatif Varlık olarak tasvir edildiği bambaşka bir dünya yaşanıyordur.
Varamayan; hüznüyle, arayışıyla, iyi insanlarıyla, sözüne güvenilmez yavuz kurtlarıyla, kötünün içindeki kırıntı halde kalmış iyiliğiyle, tarihe hiçbir şekilde müdahil olmayan varlıklarıyla, Leyla'larıyla, Meryem'leriyle ve en çok da Borlulu Ahmet'leriyle koca bir Türkiye anlatısı. Ahmet Büke sessiz ve kendinden adımlarıyla yürüyüşüne devam etmekte, bizi pek de yabancısı olmadığımız fakat hep gözden kaçırdığımız bir dünyaya çağırmakta.
Borlulu Ahmet, zihninde yarım kalan tüm hatıralarıyla, yaşlı bir köylünün kasketiyle, köy kahvesinin paşalarıyla, annesine varma telaşıyla bir gerçeklikten uzaklaşır gibi salınıp durmaktadır Akhisar civarında. 12 Eylül'ün başka bir Ahmet'i gibi başını dayamaktır tek gayesi annesinin dizlerine… "Ağdaki balık, bardaktaki su kadar umarsızdır".