20 Ekim 2019

Karıncaların gün batımında bir Kızçocuğu

Onur Ünlü roman yazarı olarak da adından söz ettireceğe, uzun yıllar okunacağa benziyor. Fakat yönetmen kimliğinden sonra üstlendiği romancı kimliğinin onu kitlesellikten bir nebze uzak tutacağını öngördüğümü söylemeliyim. Belki de bu, onun bilinçli bir tercihidir

"Acımasızca zehirlediğimiz ve biçtiğimiz bitkileri "ot" yapan şey, onların bahçemiz ile vahşi doğa arasındaki sınırı korkutucu bir biçimde yok sayma eğilimi taşımasıdır."

Zygmunt Bauman, Sosyolojik Düşünmek adlı eserinde böyle dile getiriyor, sınırları aşanların karşılaşacağı akıbeti. Ormanlık bir arazide yahut kırda gezinirken gördüğümüzde hayranlıkla izleyeceğimiz bu bitkiler, kesin çizgilerle vahşi doğadan ayırdığımız bahçemizde ortaya çıktıkları vakit artık ‘zararlı ot' sınıfına girmektedir. Onlara verdiğimiz bu tepki, kendi alanımıza davetsiz girmelerinden ötürüdür. Bir ottan beklentimiz, bahçe çeperimizin dışında olmasıdır. Zaten bahçemize aldıklarımız çiçektir, uyumludur ve her birinin ayrı bir adı vardır. Çağrıldıklarında dönüp bakmalarıyla iktidarımızı kabul etmiş, özne olmanın tüm gereklerini yerine getirmişlerdir.

Onur Ünlü'nün ilk romanı Kızçocuğu, başlığı itibari ile sokaklardan bir çocuğu vurgulamakta. Başkarakter olan Ayşe Şekeryan değildir romanın adı. Çünkü Ayşe Şekeryan adıyla sanıyla bir aileye, eve sınırları belli olan bir yapıya ait. Buna karşılık "kızçocuğu", vahşi doğaya ait zararlı otlar gibi isimsiz ve ritüel dışı. Roman boyunca da görüleceği üzere kızçocuğu, bu sınır aşımının diyetini sıkça ödemekte.

Ayşe Şekeryan on altı yaşında, kalın sayılabilecek bir kitabı 30 dakikada okuyabilen, şu ana kadar 8700 cilt kitap bitirmiş, Rus klasiklerini yedi yaşında devirmiş, on iki yaşında kütüphane görevlisi tarafından tecavüze uğramış, on üç yaşında doğum yapmış, çocuğu kısa bir süre sonra elinden alınmış, Türkiye'nin en zeki ikinci kızçocuğudur.

Birinci ise dayanamayarak intihar etmiştir.

Ayşe Şekeryan'ın bu özellikleri okuyucuya birçok şeyi ele vermekte. Evvela ortalama dışında olmak toplum tarafından hoş görülmemekte ve sistemin baskı aygıtları tarafından bir şekilde cezalandırılmaktadır. Ayşe Şekeryan'ın dâhi olması ve okumaya bu denli meraklı olması, sıradan bir güç tarafından değil,  bizzat devleti temsil eden kütüphane görevlisi tarafından saldırıya uğramaktadır.

Ayşe birçok özelliği ile güçlü bir karakter. Dayanamayarak intihar eden en zeki kız gibi davranmayarak, intikam duygusu ile yanıp tutuşmakta. Roman boyunca bu gücünü öyle çok hissettirir ki, okuyucu, haklı mücadelesine saygı gösterdiği bu kızçocuğundan yer yer rahatsız olur. Evvela bu yaşta bu kadar çok kitap okumuş olması ve roman boyunca sıkça görülen, bir çocuktan beklenmeyen felsefi, dini ve sosyolojik tahlillerde bulunması, bu tartışmaları bir akademisyen ustalığı ile yürütmesi okuyucuya absürt gelecektir.

Fakat okuyucu bu özelliklerden dolayı rahatsızlık duyuyor ise tuzağa düşmüş demektir. Çünkü asıl absürt olan ve rahatsızlık duyulması gereken, Ayşe'nin yedi yaşında Rus klasiklerini devirmiş olması değil, on iki yaşında tecavüze uğrayıp, on üç yaşında anne olmasıdır. Biraz daha ileri gidecek olursak, hâlihazırda elinde bir kitap tutan ve iyi kötü bir iddiası olan biz okuyucular, bu "velet" ile bir iktidar yarışına içten içe girmekteyiz.

Korku kültürü

Aktif olmanın değil pasif olmanın, cesaret yerine güvenliğin kutsandığı yeni toplum düzeni, bir korku toplumu inşa ediyor. Krizler ve felaketlerle dolu bu dünya, bireye hayatta kalmakla bile büyük bir iş yaptığını söylemekte. Frank Furedi Korku Kültürü adlı eserinde; güvenliğin kutsanması ve risk almanın lanetlenmesinin gelecekte önemli sonuçlar doğuracağını ve yeni insan tipinin karşılaştığı sorunları çözmekten aciz kalacağını söyler. Ayşe Şekeryan, her şeyden evvel korku toplumu içerisinde ayrıksı bir duruş sergilemekte. Onun verdiği bu rahatsızlık, güvenliği kutsayanlara ve harekete geçmeyenleredir.

Ayşe, Anadolu'nun herhangi bir kasabasında yaşayan, abileri hayvanlarla cinsel ilişkiye giren, Kuran kursuna giden, mutaassıp bir aile kızı. Tecavüze uğraması ve hamile kalmasının ardından aile, Ayşe'yi öldürmeye karar verir ve bu görevi de en küçük erkek çocuk olan Nuri'ye verirler. Nuri, bağlama çalabilen, sesi güzel olan bir genç. Fakat pek konuşmayı beceremediğinden türkü söylemek yerine köçeklik yapmakta. Ayşe'yi öldüremez ve onu kaptığı gibi İstanbul'un yolunu tutar. Selimiye taraflarında ahırdan bozma bir evde kalırlar evvela. Nuri burada da köçeklik yaparak geçimlerini sağlamaya çalışır. Bir süre sonra Ayşe'nin karnı şişmeye başlayınca, mahalleli tarafından evden kovulurlar.

Ayşe'nin asıl mücadelesi ve Nuri Abi'sinin başka bir yüzünü görmesi bundan sonra başlamaktadır. Sersefil sokaklarda dolaşırken doğum yapması, çocuğunun elinden alınması ve Nuri Abi'sini kaybetmesi bu sırada gerçekleşir.

Tek başına mücadele etmek zorunda kalan Ayşe'nin, Ayşe Şekeryan'a dönüşmesi de bu bölümde gerçekleşir. Ermeni analığı onu sokakta, yüzü gözü paramparça edilmiş, perişan halde bulur ve evlatlık alır. Ayşe'nin deyimiyle onu baştan yaratır ve "taş gibi" bir kız çıkarır ortaya. Anuş Anne onu kızı yerine koyar ve Ayşe bu sayede ailenin tek varisi olarak yaşamaya, daha doğru bir ifadeyle intikamını alma mücadelesine devam eder.

Ayşe Şekeryan artık "yarı Ermeni Katolik bir hafız" olmuştur.

Acıyı bal eyleme hali

Anuş Anneye bir parantez açmak gerekir. Kocası Zaven Şekeryan yıllar önce hayatını kaybetmiştir. Anuş Kadıköy'de tek başına yaşamakta ve her ne kadar bir kısmını Varlık Vergisi yıllarında kaybetse de hatırı sayılır bir variyete sahiptir.

Zaven Şekeryan ismi, Karıncaların Günbatımı adlı romanın yazarı Zaven Biberyan'dan esinlenilmiş. Zaven Biberyan bu romanı 1970 yılına Jamanak gazetesinde tefrika etmiş. 1984 yılında ise bir kitap halinde Ermenice olarak, 1998 yılında da ilk defa Türkçe olarak "Babam Aşkale'ye Gitmedi" adıyla basılmış. Roman, Varlık Vergisi mağduru bir ailenin zor koşullarda ayakta kalma sürecini konu edinmekte.

Kızçocuğu romanında bu göndermeyi Ayşe Şekeryan'ın babası Zaven'den bahsederken "Zaten Zaven Babam da Aşkale'ye gitmemiş" cümlesiyle görmekteyiz. Baret, Anuş gibi isimler de bu romandaki karakter isimlerinden esinlenilmiştir. En zor durumlarda dahi mizah yapmayı başarabilen bir yönetmen olan Onur Ünlü bunu romancı kimliği ile de göstermekte. Acıyı bal eyleme hali, Biberyan'ı Şekeryan yaparak kendisini gösteriyor. (Eleştirmen burada göz kırpıyor!)

Kralın bedeninden toplumun bedenine, kutsallık

Ayşe'nin önce tecavüze uğraması, daha sonra paramparça bir halde sokağa atılması yani her defasında bedeninin hedef alınması başka bir gösterge. Roman içerisinde küçük iktidar yapılarının çıkması (karısını döven alkolik Sabri, kolonyalist Ramazan, yurdun güvenlik görevlisi gibi) ve bu erkin uygulayıcılarının her defasında bedeni tehdit etmesi de toplumsal olarak bedeni nasıl algıladığımız ile ilintili.

19. yüzyıla kadar kralın bedeni toplum için siyasi bir gereklilik ve monarşinin sağlıklı işleyişi için dokunulmaması gereken kutsal bir varlıktı. Bu dönemlerde cezalar halkın huzurunda azap çektirme törenleri ile suçlunun bedeninden intikam alınarak yapılırdı. Çünkü işlenmiş herhangi bir suç, kralın bedenine yani monarşinin ta kendisine yapılmaktaydı.

20. yüzyılda ise yeni kutsallık, toplum bedenidir. Korunması gereken en önemli varlık bu bedendir. Bu değişimin yegâne sebebi elbette kapitalizmin gelişmesi ve yoğun emeğe ihtiyaç duyulmasıdır. Fabrikalarda kullanılacak ve zenginliklere yol açacak bu emek koskoca bir toplumun bedenidir. Bu kadar önemli bir işlevi varken tabii ki dikkatli kullanılmalıdır bu beden. Başka bir deyişle bu bedene dokunma hakkı yalnızca, vergi toplayan, ordu kuran, şiddet uygulama ehliyeti olana devlete aittir.

İşin bir tuhaf yanı da; insanlara yüzyıllar boyunca aslında bir bedene sahip olmadıklarını anlatan öğretilerin birdenbire bu bedenin çok önemli olduğunu vurgulamaya başlamasıdır. Ayşe Şekeryan'ın küçük iktidarlar tarafından, roman boyunca bedeninin hedef alınması, iktidar-beden-tâbiyet ilişkileri açısından oldukça önemlidir ki; bu iktidarlar hep erkek kimliğiyle çıkar karşımıza.

Ayşe evvela bir erkek tarafından tecavüze uğrar, sonra başka bir erkek, yani babası ölümüne karar verir, Nuri Abisi sokaklarda bırakır onu, kısa süreli sevgilisi Peter kazık atar, kolonyalist Ramazan, Kamuran Niş, Polis Coşkun vd. derken liste devam eder.

Kadıköy sokaklarında tekinsiz maceralar

Onur Ünlü, ezen-ezilen ikiliğini erkek-kadın rolleri üzerinden vermekte ve iktidarın her yerdeliğine dikkat çekmektedir. İktidar her yerdedir ve hep başarılı olmaktadır. Tecavüzcünün bedeninde ortaya çıkmaktadır, kadın pazarlayan bir adam üzerinden kendisini göstermektedir, alkolik Sabri'nin şiddetinde ortaya çıkmaktadır vs... İktidarın başarılı olmasının en önemli koşulu işte bu küçük öznelerde hayat bulmasıdır çünkü kutuplardan birisi daima karşı kutbuyla özdeş olmanın hayalini kurmaktadır.

Romanın kurgu tarafı aşağı yukarı bu şekilde ilerlemekte ve Ayşe Şekeryan intikam mücadelesini sürdürürken Kadıköy sokaklarında tekinsiz maceralara atılmaktadır. Fakat Ünlü'nün romanının bambaşka bir yanı daha var. Ahlaki tartışmaların sürdüğü, dinin sorgulandığı, felsefeden, tarihten alıntıların yapıldığı ve sayısız göndermelerin olduğu bambaşka bir roman bu aynı zamanda.  Örneğin yazarlardan, şairlerden, radikal feministlerden, roman karakterlerinden, divan edebiyatçılarından, tarihteki kadın örgütlerinden bahsetmekte Ünlü. Yaptığı göndermelerin birçoğunun adını vermekte fakat yine de yalnızca dikkatli okuyucuların tespit edebileceği göndermeler de mevcut. Küçük İskender, İsmet Özel gibi şairler, Lolita romanının önemli söylemi su periciği bunlardan bazıları.

Çok satmak mı, 20 yıl sonra da okunmak mı?

Yazıya başlarken zararlı otlardan ve çiçek adından bahsettik. Bunun sebebi, Ünlü'nün önemli çiçeklerden bahsetmesi. Romanın bir bölümünde "Türkiye'yi düşünüyorum elbet. Türkiye kadar bir çiçek düşünüyorum" cümleleri geçiyor. Ünlü burada Ergin Günçe'nin Türkiye Kadar Bir Çiçek adlı şiirine gönderme yapmakta. Bir edebiyatsever olarak Ergin Günçe'nin böyle anılması karşısında mutluluk ve heyecan duyduğumu da belirtmek isterim!..

Göndermeler ve alt-metin bakımından oldukça zengin olan Kızçocuğu, mizahi bir dil kullanarak ironiyi, istihzayı da elden bırakmıyor. Mülkiyet, din, kader, evrim gibi hassas sayılabilecek kavramlardan dahi bahsederken bu dili başarılı bir şekilde kullanmakta, okurken tebessüme neden olmakta.

Bir edebiyatsever olarak Onur Ünlü'nün yazdığı romanın beni mutlu ettiğini belirtmem gerekir. Fakat yönetmen kimliğinden sonra üstlendiği romancı kimliğinin onu kitlesellikten bir nebze uzak tutacağını öngördüğümü söylemeliyim. Bu çıkarımdaki dayanaklardan bazılarını sıralamak gerekirse; roman içerisindeki bilgi yığını, uzun paragraflar, sıra dışı betimlemeler kimi okuyucuları sıkacaktır. Belki de bu, Ünlü'nün bilinçli bir tercihidir. Elbette burada başarının ne olduğunu tanımlamak gerekir. Çok satmak mı? Yirmi yıl sonra da okunmak mı?

Onur Ünlü roman yazarı olarak da adından söz ettireceğe ve uzun yıllar okunacağa benziyor.

Ayşe Şekeryan'ın Kadıköy sokaklarındaki intikam serüveni birçok sürprize ve alışılmadık bir sona gebe. İyi okumalar!..

Yazarın Diğer Yazıları

"Baba dediğin tamamlanmamış bir kelimedir"

Âşıklar Bayramı, kurgusuyla, diliyle bir hesaplaşma romanıdır aynı zamanda. Yol boyunca konuşmaya gerek duymadan iletişim kuran, birbirine müsvedde olan bir baba-oğulun hesaplaşması değil yalnızca

Bir yanılsama olarak insan: 'Mahcubiyet ve haysiyet'

Belki de okuduğumuz, ana fikri olan, bir göndermesi olan bu eser de koca bir yanılsama ve yalandan ibarettir. Bizler Elias'ın gözünden baktık olaylara. Johan ya da Eva belki bambaşka bir hikâye anlatacaktı bizlere… Belki de Canett'nin bahsettiği körleşmeyi şu an yaşıyoruzdur

Çoklu bilincin akışı ve kapatılamazlığı: Leylan

Selahattin Demirtaş’ın Leylan romanı geçtiğimiz günlerde raflardaki yerini aldı. Hemen belirtmeliyim ki, bu kadar ustaca ve incelikli bir kurgu beklemiyordum. Roman boyunca, özellikle ikinci bölüm ile birlikte, okurun merakı en üst seviyede seyrediyor, son bölüme kadar ise bu gizem korunuyor