09 Nisan 2013
Hayatımıza önce İkinci Bahar’ın Kasap Nebahat’i; Yeditepe İstanbul’un Havva Ana’sı olarak girdi. Arkasından senaryosunu yazdığı; yayınlandığı dönemde reytingleri alt üst eden ve bir Kapadokya efsanesi yaratan Asmalı Konak ile... sonrasında Bir Bulut Olsam ve Mardin Günleri... ve nihayet Muhteşem Yüzyıl...
Elbette sadece bu kadar değil, reklamcılıktan yayıncılığa, söz yazarlığından senaristliğe, yapımcılıktan, oyunculuğa... Elini attığı her işten yüzünün akıyla çıktı.
Şöyle bizim de mahallemizde bir Kasap Melahat’imiz olsa sırtımız yere gelmezdi, satırı tezgâha sapladığı anda kendimizi hiç de yalnız hissetmezdik, diye düşündürdü bana hep.
Kırk bir yaşında kanserden kaybetiiği eşi Yaman Okay için “En zoru bir ölüye aşık kalmak...” demişti bir keresinde. Yaman’ı ile hiç bir zaman sahip olamadıkları çocuklarına Asmalı Konak ile ‘Hayat’ verdi. Hepimize ‘hayat dolu’ gelirdi ama hayatı ömrümüzü doldurmaya yetmedi.
Yaşarken onun çok yakınında; hastalandığında başucunda; gittikten sonra da ardında bıraktığı büyük boşluğun içindeki o umarsızlık anlarında hüzün ve tebessümle içini çeken ve yoluna Meral’siz devam etmek zorunda kalan çok yakın bir kaç dostu vardı ve bunlardan biri de sevgili Melek Taylan Ulagay’dı.
Ölümünün birinci yılında Meral Okay’ı konuşabilmek, kahkaha ve gözyaşlarıyla bir arada anabilmek için -başka türlüsü mümkün olmadığından- sevgili Melek Taylan Ulagay’ın Tünel’deki ofisinde buluştuk.
Buyrun:
Nasıl tanışmıştınız Meral Okay ile? Bu kadim dostluk nerede ve nasıl başlamıştı?
Ben onu tanıdığımda daha yirmi beş yaşındaydı. Benden on beş yaş filan küçük. Biz Yaman ve Meral ile Bodrum Türkbükü’nde o meşhur Eda Pansiyon’da tanıştık. Seksenli yılların başı. Zaten 12 Eylül sonrası hepimizin kafası bir ters yüz olmuş. Orhan (Taylan) cezaevindeydi hatta. O zamanlar Türkbükü hâlâ köy, sadece pansiyonlar var. Meral ile Yaman küçük bir ev de tumuşlardı sonradan. O yıllarda hepimiz dağınığız, kırık dökük bir durum aslında işte... Ama bizim kuşak öyle kırık döküklüğe filan kulak asmadığı için... İşte öyle tanışmış olduk. Meral ile hayatı kavrayışımız, mizah anlayışımız o kadar aynıydı ki... O kadar çok anımız var ki...
O yıllarda ne yapıyordu Meral Okay?
O zaman daha ziyade basın yayın sektöründeydi, yayıncılık yapıyordu, bir ara Birikim’de de çalıştı sanıyorum. Yaman’la evlendikten sonra önce tiyatro sonra da film işine girdi. Çok da iyi oldu. Çok yetenekli bir kızdı Meral, elini atıp da altından kalkamayacağı bir iş yoktu. Sonra da işte Yaman ile Almanya’ya gittiler...
Dönüşte de burada devam ettiler işte. Yaman vesilesi ile tiyatro ve sinema çevrelerine daha yakın oldu. Meral çok yetenekli bir insandı ama hep söylediğim gibi en önemli özelikleri müthiş zekası ve çalışkanlığıydı. Yaman da öyleydi, kısacık bir ömre öyle çok şey sığdırdılar ki. Ama işte Yaman’ı da çok erken kaybettik...
Yaman Okay'ın ölümünden sonra, depresyona girdi mi Meral Okay, nasıl toparladı?
Ya kadının depresyona girecek durumu yoktu ki. Yoksul ve çalışmak zorunda olan insanlar nasıl depresyona girsin, depresyon varsıllar için geçerli olan bir şey. Bizim geçmişte yaşadığımız şeyleri düşününce... depresyondan hepimiz giderdik ama öyle bir lüks yoktu bizler için, hayat hep devam etti, aslolan hayattır. Ne yapabilirsiniz ki?
Yaman vefat ettiğinde Meral çok gençti. Onu kaybedince, daha da çok işe verdi kendini. Ve hayatına hiç kimse girmedi. Ben “kendini bu kadar kapatma” dedim ama Meral Yaman’ın vefatından sonra üç katı çalışmaya başladı, hayatındaki boşlukları çalışarak dolduruyordu. Keşke öyle olmasaydı diye düşünüyorum şimdi. O kadar yaratıcı, zeki ve hoş bir insandı ki.
Ama Yaman’la da acayip bir dayanışma içindeydiler. Bizim ilişkilerimiz de farklıdır sonuçta. Bizde evlilikler, karı kocalıklar da her şeyden önce derin dostluklara dayanır. Dolayısıyle kolay olmuyor tabii, ordan hop diye başka bir yere geçeyim, başka bir hayat kurayım. Bizim için zor şeylerdi...
Meral Okay bir söyleşisinde şöyle demişti: “Yaman'ın kaybıyla birlikte hayatın çok kısa ve hafif bir şey olduğunu fark ettim... Ölüme koşan birine eşlik edince pek çok şey öğreniyorsun. O gidecek, engel olamıyorsun, durduramıyorsun. Ne tıpla, ne aşkla ne duayla. Bir anlaşma var sanki. Ve sen tanıksın... Saniye saniye. An an... O gidişin süratine, onu yaşayan insanın paniğine, korkularına, acısına, öfkesine, hepsine tanıklık ediyorsun... Elin değiyor ölüme...” Sen de aynı tanıklığı Meral ile yaşadığın için soruyorum; nasıl başladı bu süreç?
Ankara’da, Uçan Süpürge’de festivaldeydik. Otelde otururken bana dedi ki “Melek sen anlarsın böyle şeylerden, şuramda bir şey çıktı bunu bir göstersek mi? Şurasında -sol göğsünün üstünde- bir cilt altı lezyonu vardı. Ben de baktım ve elime bir sertlik geldi, gerçekten de beğenmedim, 2011’in Mayıs ayıydı sanıyorum. Ben de buna taktım kafayı, Meral’in sağlığı konusunda ihmalci olduğunu bildiğim için. İstanbul’a dönünce aradım ve “yürü doktora gidiyoruz!” dedim. Birlikte gittik işte.
Operatör Mehmet Bey çok esaslı bir doktordu, sonuçta onun söylediği gibi gelişti her şey. Önce lezyona baktı ve şöyle dedi; “Ne olursa olsun ben bunu bugün almak istiyorum Meral Hanım...” Meral şöyle bir duraksadı ama ben dedim ki “tamam Meral hemen gidiyoruz...” Hiç unutmuyorum bir Pazartesi günüydü. Bizi Fulya’daki Acıbadem’e yolladı doktor. Bize bir oda açtılar. O arada da Bejan (Matur) aradı. Ona da söyledik hastanedeyiz diye, o da atlayıp geldi. Doktor da akşamüstü geldi.
“Ne kadar sürer?” diye sorduğumda, doktor dedi ki “küçük bir şey, yarım saat kırk dakika en fazla...” Ama anestezi veriyorlardı tabii. Sonra Timur (Savcı) da geldi. Sonra da operasyona aldılar ama bekle bekle gelmez, işte o iş uzayınca ben huylandım açık söylemek gerekirse... İki saat sonra Meral’i getirdiler, daha ayılmamıştı. Doktor beni çağırdı, daha adamın suratına bakınca anladım durumun tatsız olduğunu. "Açtığım zaman gördüklerimi beğenmedim ve yayılmıştı onu da temizledim, hemen patalojiye yolladım...” türünden şeyler söyledi. Orada öyle bir bakıştık doktorla biz ama pataloji sonucu gelmeden net bir şey söylemek mümkün değildi tabii...
Sonra Meral’in yanına girdim, Meral gerçekten olağanüstü zeki bir kadındı, hisleri de inanılmaz güçlüydü. Şöyle benim suratıma bir bakınca anladı bir şeyler olduğunu ama gene de üzerinde durmadık tabii. Akşam eve döndük. Perşembe günü patoloji raporu geldi, raporun geldiği gün, tabii Sezen (Aksu) filan da duydular o arada, aynı doktor yine beni çağırdı ve kaşlarını kaldırıp bana “Durum iyi değil, Melek Hanım...” dedi. “Ben size diyeyim altı ay, siz bana diyin sekiz ay...” Bu netlikte söyledi yani, işte böyle başladı...
Meral, kanser olduğunu öğrenince nasıl tepki gösterdi?
Meral’in kanser ile hayatı boyunca hep bir yakınlığı oldu. Önce annesi kansere yakalandı, sonra da Yaman. Yaman’ın hastalığı süresince de hep birlikteydik, o da pankreas kanseri olduğu için ağır yaşanan bir süreç oldu.
Dolayısıyla Meral hep kanserle tanışık bir insan oldu malesef. Ve kendisinde kanser olacağını her zaman çok düşünürdü... Yani patoloji raporunun geldiği gün adeta şaşırmamış gibiydi, kendini bu kanser olayına çok hazırlamıştı, o da iyi bir şey mi kötü bir şey mi bilmiyorum gerçi... Ama bana sonradan çok ağır gelen bir şey söylemişti “ya, nasılsa günün birinde beni de yakalayacaktı biliyorum ama hiç değilse, yetmişi bulurum diye düşünüyordum ama bulamadım...”
Sonra tedavi süreci mi başladı, hemen?
Sonrasında hemen tabii araştırmalar başladı, asıl odak noktası nerede, nereden metastaz yaptı diye. Akciğer kanseri deri altında bir takım lezyonlar yaparmış. Ağır ve agresif bir tür işte. İşin kötü tarafı Meral’de daha önce de böyle deri altında lezyonlar oluşmuş ve o bunu gidip aldırmış. Sonra da iki tane antibiyotik alıp tedavi olmuş! O hastanenin bunu araştırmamış olmasına ben mesela akıl erdiremedim, ilk alındığında patalojiye yollamış olsalardı sonuç değişir miydi bilmiyorum ama en azından erken teşhis şansı olurdu çünkü bana gösterdiği beşinci imiş, kasıkta filan da çıkmış daha önce ve almışlar.
Sonra bu iş netleşince ve tedavi programı başladığında Meral çok enteresen bir şey yaptı -tam Meral’lik- böyle çok yakın beş altı arkadaşını bir araya topladı; bunlardan biri benim, biri Sezen Aksu, biri kameraman Aziz Akyavaş ki çok yakınıdır, Emel diye yine çok yakın bir çocukluk arkadaşı ve bir de Mustafa... işte bizi topladı ve dedi ki “Çocuklar ben bu süreci bir tek sizinle yaşamak istiyorum, ne ailemden ne çevremden fazla insanla paylaşmak istemiyorum, hastaneye de fazla kimse gelsin istemiyorum... Hakikaten de sonuna kadar öyle yaptı.
Böylece kemoterapi, tedavi v.s. başladı.
2011 sonunda Fransa’ya da gittiniz birlikte diye hatırlıyorum?
2011 Kasım sonuydu. Orada da çok iyi bir kanser uzmanı var. Türkiye’den gitmiş bir Yahudi doktor. Bir de ona danışmaya karar verdik. Arkadaşımız Emine’de (Uşaklıgil) bizimle geldi. Onun Fransızcası da çok iyi. İşte yani orada da ilk gün doktora gittik, doktor çok şeker bir adamdı; uzun uzun inceledi ve Meral’e değil ama Emine ile bana “Arkadaşınızın durumu çok ağır, ne yapılabilir bilmiyorum ama ben bir kaç tahlili burada tekrarlamak istiyorum,” dedi. “Ama kanser çok ilginç bir hastalıktır, çok beklenmedik gelişmeler olabilir...” diye de ekledi. Ve tekrar bir araştırma süreci başlamış oldu her gün hastaneye gittik geldik.
Benim oğlum Ferhat (Taylan) Fransa’da yaşadığı için orada da evimiz var. Hep birlikte o evde kalıyorduk. Bu ev-hastane hattında bizi taşıyan çok şeker bir Portekizli taksi şöförümüz vardı. Her sabah, aç karnına saat yedi gibi hastaneye gidiyoruz, hastane çıkışı Meral çok bitkin oluyordu -zaten Türkiye’de ağır bir kemoterapi ve radyoterapiden geçmişti- işte seans çıkışı o bitkin ve aç bir halde taksinin ön koltuğuna oturuyordu. Taksi şöförü söylediğim gibi çok hoş bir adam, onun durumunu hemen kavradığı için diyor ki “Madam sizi bugün Paris’in en iyi kahvaltı veren kahvesine götürüyorum...” Bizi her gün böyle bir başka kahveye götürdü, muhteşem yerlere, inanılmazdı! Bir gün yine çıktık ve ben “ya bugün çok yorgun Meral Hanım, belki eve gidip dinlenmek ister...” diyecek oldum. “Yooo!” dedi adam, “hiç öyle eve filan gitmek istemez o şimdi... ben onu biliyorum,” dedi ve bizi yine müthiş bir kahveye götürdü.
O arada Sezen de gelmişti ve biz dört-beş kadın -Sezen’in asistanı Canan da vardı- öyle ilginç ve güzel zaman geçirdik, öyle şeyler yaşadık ki orada kaldığımız o üç haftada. Sezen de zaten çok özel, hayat gücü çok yüksek bir kadın olduğu için çok inanılmazdı; gelir gelmez benim Paris’teki evin şekli değişti, yeniden dekore edildi. Sonra hızlarını alamadılar Paris’te bit pazarına gittiler ve eve çeşitli eşyalar alındı, ev zaten beş kadın ile kızlar yatakhanesi gibiydi.
Tabii Meral de birlikte olduğunda sürekli kahkahalarla güldüğün, dünyanın en esprili insanı olduğu için, biz yaşadığımız her şeye rağmen hastanede, evde, yolda her yerde yine hep birlikte güldük, gülerken ağladık...
Üçüncü haftanın sonunda dönmeye karar verdik çünkü artık yapılacak farklı bir şey kalmamıştı ve durum açıktı.
Peki morali hep böyle yüksek miydi? Bu kadar ağır bir tedavide modunun düştüğü zamanlar olmuyor muydu?
Çok zeki ve metanetli bir kadın olduğu için bütünüyle anlayamazsın tabii morali nasıldı. Arada kendisini çok kötü hissettiği, ya da bıraktığı bir iki gün olmuştur ama ertesi gün hemen toparlardı.
Bir gece çok ağrısı vardı, kemoterapiden dolayı müthiş kas ağrıları çekiyordu, mesela bacakları çok ağrıyordu. Uykusuz geçirdiği geceler oluyordu. O zaman modu düşüyordu. Ama biz ekip olarak komik insanlar olduğumuz için, hep birilkte şamata yapıp bertaraf ediyorduk.
Mesela Paris’te ben bir küçük odada yatıyorum, sabah uyandığımda kedi sesi çıkarıyorum, odadan miyavlıyorum, Meral’de beni “gel pisi, pisi” diye çağırıyor, çocuklar gibi işte böyle...
Kemoterapiden sonra çok ağır sıkıntılı günlerimiz oldu, tedavi sürecinde de iki kere ciddi atak geçirdi; birinde ben yanındaydım hastanede ama işte ertesi gün hiç bir şey olmamış gibi davranabiliyordu. Bütünüyle kötü hiç olmadı.
Senin için de çok zor olduğunu biliyorum çünkü burada da Büşra (Ersanlı) cezavindeydi ve sen Büşra ile Meral arasında sürekli gidip geliyordun. Hastane ile cezaevi arasında geçti o dönem... Senin moralin nasıldı peki?
Evet tabii zordu.. ama benim hayatımda böyle bir şey var zaten, hep üst üste gelir bende hapishane ve hastane, ikisi birden! Daha önce de kocam hapishanedeyken, babam hastanedeydi ve ben yine ikisi arasında sürekli gidip geliyordum. Hani iki ‘H’lar diyorum bu duruma ben ve hep bir arada geliyorlar. Bu konularda deneyimim ve direncim çok yüksek ama umarım hayat bundan sonra daha fazlasını göstermez.
Ben Büşra’yı her ziyaret ettiğimde bir de gelip Meral’e rapor veriyordum, o da her şeyi takip ediyordu ve bilmek istiyordu.
Hiç bir şeyi kaçırmak diye bir şey yoktu. Sezen, ben... ekip komik olduğu için hiç bir olay ağır ve hüzünlü bir olay haline gelmiyordu. Biz hep öyleydik, en başından beri...
Yani herkes işte öyle... ama hastanede bazen, ben yanında kitap okurken o da kemoterapiden çıkmış yorgun yatarken uzun ve sessiz geçen saatler olurdu. Ben onu uyuyor zannederdim ama saatler sonra birdenbirde, öyle olmadık şeyler söyleyerek başlardı ki lafa, o anda ben dehşete kapılırdım. Sanki garip bir ruh hali içinde, garip şeyler anlatırdı. İlaçların filan etkisiyle belki...
Meral’in hastalığı süresince de yoğun olarak çalıştığını söylemiştin?
O zaten yirmi dört saat çalışırdı, öyle tuhaf bir insandı. Hastayken de bırakmadı tabii. O son ana kadar yazdı, çizdi...
Hayatı boyunca ailesine de destek olabilmek için para kazanma derdinde oldu, annesi hastalandı, kardeşi işsiz kaldı ve o, ben para kazanıp onlara destek olmalıyım diyordu hep.
Sonra da bu dizi furyası başladı. Tabii sektör o zamanlar böyle değildi, Asmalı Konak, Meral için de, sektör için de mihenk taşlarından biridir tabii...
Meral sektörün başından beri gelişimini bilen, izleyen bir insandı. Çok mücadele etti, şimdi sektör çok büyüdü ve belki daha da vahşileşti ama o zaman da içinde büyük paralar dönen, zor bir sektördü. Şirket sahiplerinin, prodüktörlerin, tv kanallarının, herkesin dahil olduğu bir sektör sonuçta... Meral de orada yaratıcılığını ortaya koyan, fikri bulan, yazan çizen...
Hatta oynayan...
Evet, hatta oynayan! Çok yetenekli bir kadındı, “her şeyi yapabilirim” inancında bir insandı ve yapabilirdi gerçekten de; bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi bilemem hayatta ama.. neticede şu; Meral’in para ile ilişkisi çok ilginçti. Ne ailesinden ne de Yaman’dan hayatı boyunca hiç bir şekilde maddi destek almamıştır. Herşeyi kendisi kazandı. Çok ama çok ağır bir işçi olarak çalıştı ve bunun parasal karşılığını Muhteşem Yüzyıl’a kadar da alamadı. İnsanların zannetiği gibi önceki projeler Meral’e büyük paralar şeklinde dönmedi.
Bu piyasada onun gibi bakan kimse var mı? Bütün projelerinde herkese para kazandırdı. Esas prodüktörlere çok kazandırdı. İnanılmaz, paralar. Asmalı Konak’ta da mesela çok para kazandırdı.
İşte Muhteşem Yüzyıl’da para kazanacağını anlayınca bir gün beni çağırdı -daha hastalık teşhisi konmamıştı- ve dedi ki “tamam para kazanacağız da ne yapacağız bu paraları? Ama yeriz... “ Aynen böyle söyledi.
Şimdi şu çok ilginç, parayı bu kadar zor kazanan, bu kadar çok çalışan biri için olağanüstü eli açık ve paylaşmayı seven biriydi. Yani bir yerden eline para geçtiğinde hepimizi toplar, o para paylaşılır, hepimize bir şeyler alınır ve işte bütün para dağıtılır filan.
Son yıllarda Bodrum’da bir küçük ev almıştı, bir tek o. Onun dışında hep kira evlerinde geçti ömrü.
Ama benim gördüğüm, bildiğim kadarıyla hepinizin parayla ilişkisi öyle... Sen, Meral Okay, Sezen Aksu... sizin çevrenizde tanıdığım, bildiğim bir kaç kişi daha hepiniz bu söylediğin gibisiniz... Bu da çok ilginç geliyor bana?
Evet, aslında bizim kuşağın parayla ilişkisi böyleydi. Biz o geleneği sürdürdük, parayı paylaşma meselesi de bizim için hep öncelik oldu.
İşte bu Muhteşem Yüzyıl başladığında daha ilk ayda, hastalık filan ortaya çıkmamışken ve dizinin gidişatı, dış satımlar, talepler filan belli olmuştu. Ayrıca bence dizi hakikaten de teknik ve prodüksiyon olarak yapılmış en iyi dizilerden biridir bana göre, Türkiye için konuşuyorum, profesyonel olarak söylüyorum tekniği çekimi ve her şeyiyle...
İşte böyle belli olunca Meral yine bana geldi, ben de sonuçta burjuva aileden geliyorum eninde sonunda paranın içine doğmuş biriyim, iyi kötü hep bir parasal ilişkiler olmuş hayatımda... bana geldi ve dedi ki “Kızım ben bu para işlerinden anlamam, yani şimdi para gelecek de ben bu parayı ne yapacağım?” Ben ona dedim ki “koy bir bankaya dursun, bakarız sonrasında.”
Onun üzerine dedi ki “Tabii bakarız, hatta yeriz değil mi?” Daha para ortada yokken bile o paranın hep birlikte nasıl yeneceği konusunda çılgın projelere başladı hemen, müthiş şeyler... tabii bütün bunlara hep birlikte gülüyoruz. Ben de o sırada Oya (Baydar) ile şu meşhur kitabımızı yazma sürecine girmişim -Bir Dönem İki Kadın/Birbirimizin Aynasında- şimdi Meral hem soruyor hem gülüyor; “Ne yazıyorsunuz, ne anlatıyorsunuz?” diyor. Ben de diyorum ki “Ne var işte her şeyi anlatıyoruz olduğu gibi!” O da “Tabii anlatın anlatın da sonra ben size gelen paralarla Maldivler’de bir klübe alayım,” diyor. Orada gider oturursunuz. Sonra bu “Maldivler’de klübe” meselesi aramızda bir gırgır oldu. İçimizden gelen şeyleri yazıp çizmek ama sonrasında da başımıza gelebilecekleri düşünmek konusunda... Meral’e sık sık “Maldivler’deki klübeyi ayarladın mı?” diye sormaya başladık...
Peki alınabildi mi o klübe? Var mı Maldivler’de öyle bir klübe gerçekten? Hani varsa bilelim diye...
Yok malesef, alınamadı.
Bugün de çok tuhaf bir şey tabii... seninle bu konuşmayı yaparken, bugün Hasan Cemal’in yaşadıkları... çok ironik...
Hasan Cemal, Meral ile ikimizin de çok yakın arkadaşı; benim çok eski, Meral’in de sonradan tanıdığı ama yakın olduğu bir arkadaşımız.
Biz Hasan ve Meral ile birlikte olduğumuzda çok gırgır yapar, çok gülerdik. Tabii Hasan böyle eskiden de -yakın tanıyanlar bilir- bir gazeteci olarak değil ama böyle konuştuğu vakit, ağır ağır konuşan, ağır ağır hareket eden bir insandır; biz de tabii aşırı tez canlı ve sabırsız tipler olduğumuz için Hasan konuşmaya başlayınca, o daha lafını bitirmeden biz sonunu getirirdik. Hasan da bize “ya bir durun, nereden biliyorsunuz ne anlatacağımı?” diye takılırdı.
İşte Meral hastalığının son dönemlerinde her nedense Hasan Cemal ile ilgili müthiş kaygı duymaya başlamıştı. Çok enteresan bir şey, yattığı yerden bana bakarak “ya Melek şu Hasan’ı arasana ben onu çok dşünüyorum bu ara, Hasan için çok kaygılanıyorum...” Ben de ona dedim ki bir kaç kere “ya Meral ne yapalım, Maldivler’de klübe yok mu, Hasan’ı da göndeririz orada oturur!” Yani o kadar bunları düşündüm ki bugün buraya söyleşi için gelirken. Yani Maldivler’deki klübe meselesi çok fena...
Ama ben hâlâ ihtiyacımız olabileceğini düşünüyorum aslında da... neyse geçelim bu konuları istersen...
Tamam geçelim... Muhteşem Yüzyıl’a dönelim...
Evet, yani... Muhteşem Yüzyıl... Muhteşem Yüzyıl için çok yoğun bir araştırma yaptı. Nasıl yazıldığını hatırlıyorum. Yani bir çok insan daha sonra diziyle ilgili tartışmalar olduğunda “burası böyle olmuş, şurası olmanış” dediklerinde, tabii birincisi tarih üzerine bir söz söylemek ya da bir dizi yapmak kendi başına hiç kolay bir şey değil. Ama Meral bunların çok farkındaydı ve her aşamada araştırdı, okudu, danıştı, hiç bir zaman ben bunu böyle yorumladım ve bu böyledir demedi. Çok destek aldı. Ama bu tür işler biliyorsun yani, hiç bir zaman düşündüğün gibi olmaz...
2011 Ocak ayında NTV’de ‘Banu Güven’in konuğu olmuş ve ‘tarihten ilham alan bir kurgu drama’ dediği Muhteşem Yüzyıl ile ilgili soruları yanıtlamıştı. Çok değerli iki tarih danışmanıyla çalıştığını ve dizinin tarihsel arka planında onların getirdiği müthiş belgeler ve raporlardan yararlandığını belirtmişti. Biri 16. yy. tarih uzmanı Doç Dr Erhan Afyoncu, diğeri sanat tarihçisi Dr Deniz Esemenli. “Onlarla birlikte çalışarak yaptığımız ve diğer tarihçilerin de hemfikir oldukları kronolojik çalışmalar içerinden bir arka plan çıkarıyoruz ve oradan da bir kurgu başlıyor...” demişti.
Sonra işte oyuncular aranırken ve seçimi sırasında da çok titiz davrandı, hatırlıyorum. Hürrem Sultan aranırken, “ya sonunda Hürrem’i buldum!” demişti Meryem Uzerli için. Onu çok beğenmişti, kafasına çok oturmuştu.
Ama sonra... sonrası Meral için iyi gelişmedi. Yani dizi başladı, sonra diziye saldırılar başladı, malum bildiğimiz şeyler. Bir takım çevrelerden Meral'e çok açık tehditler gelmeye başladı.
Daha ilk bölümden sonra tehdit edildiğini hatırlıyorum. Dönemin Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf,’ın “Seyretmedim ama...” diye başlayan bir eleştirisi olmuştu ilk bölüm için yorum istendiğinde “Osmanlıyı o şekilde anlatmak doğru değil,” diye devam eden. Fragmandan yola çıkarak sanırım... Biraz ön yargılı bir tutum muydu acaba? Gerçi Başbakanımız da geçen aylarda epey bir eleştiride bulundu diziyle ilgili...
Bu tür iddialar ve yorumlar iktidara yakın çevreler tarafından yapıldığında her iktidar bu tür bir eylemin sonuçlarından sorumludur. Sokaktaki meczup da saldırabilir sonuçta onun için bu tür şeylerde, “biz ne yapalım, bunu yapanlar meczuptu” denmez. İktidar her zaman halkı manüpüle etmeye ve yönlendirmeye mutktedir.
Muhteşem Yüzyıl’da 16. yüzyılı anlatırken, diğer coğrafyalarla benzerlikler yok muydu? Fransa’nın ya da Rusya’nın tarihi çok mu farklı? İktidarlar tarihlerinde bu tür olayları hep yaşamışlardır.
Biz, başka ülkelerin tarihleri söz konusu olduğunda güle oynaya seyredeceğiz, bizim tarihimiz söz konusu olduğunda “biz yapmadık” diye işin içinden çıkacağız. Yani abes bir tartışmaydı bu.
Meral Okay bu tür eleştiri ve tepkileri beklemiyor muydu?
Bu kadarını beklemiyordu. Bu ciddiydi. O mailler filan. Çok ağırdı. Eleştirilebilirlerdi elbette, eyvallah, o da onlara bir yanıt verebilirdi. O dönemde sarayda böyle giyinilmiyor, ya da şurada bir maddi hata var, denebilirdi ama bunlar öyle şeyler değildi. O tehditleri o zaman ben de okumuştum, binlerce mail, onların bunlarla ilişkisi yok doğrudan doğruya “yüce Türk milletinin ecdadıyla alay ediyorsun” ile başlayıp... Neyse işte artık o noktada öyle tehditlerle ya o dizi devam etmez -orasını burasını değiştirmekle olacak bir şey değil- ya tamamen kaldırmak lazım ya da işte mücadele edeceksin!
Bunun üzerine Meral “Ben bütün bunlara sessiz kalmayacağım,” dedi ve avukatlarıyla savcılığa giderek suç duyurusunda bulundu ve dava açıldı. Sonra da kendisine koruma verildi ve hiç alışık olmadığı bir hayata mahkûm edildi...
Meral son derece bağımsız ve mücadeleci bir kadın olduğu için bu durum ona çok ağırdı. Kendi ülkesinde sokağa çıktığında, başıma bir şey gelir korkusu ile yaşayabilecek bir insan değildi, bu ona çok ağır geldi.
Meral de açıkçası çok üzüldü, yıprandı ve hastalık da işte bütün bunlardan sonra geldi.
Taraf Gazetesi’nde, “20 Soru” köşesinde “Nerede yaşamak isterdiniz?” sorusuna “Türkiye’de, onun için uğraşıyoruz zaten!” diye bir yanıt vermişti. Öyle hatırlıyorum.
Evet işte siz yaşanılacak bir ülke için mücadele ederken bunlara maruz kalmak... çok tatsız... O dönemde -yani hastalığın öncesinde- yaşananlara çok canı sıkıldı ve bu durum bir tek Meral’i değil, herkesi etkiledi. Projenin içinde olan herkesi. Baskı mekanizmaları nasıl işliyor bilirsin, ona yöneltilen tehdit ve hakaretler daha geniş bir çevre üzerinde baskıya dönüştü, kanal, dizi ekibi, hepsi...
Ama Timur (Savcı) da sağlam çocuk, o da Meral’in arkasında durdu, hiç vazgeçmeyi düşünmediler; Meral’e de “şöyle yazma, böyle yaz” diye bir telkinde bulunmadılar, zaten öyle olsa devam etmezdi, ama sonuçta hep birlikte etkilendiler işte...
Başbakanın son eleştirilerinden ve ‘mahalle baskısından’ sonra içerik olarak değişmedi mi sence hiç proje?
Timur daha en başından beri projenin içindeydi, Meral’in kafasındaki hikâyeyi biliyordu ve Meral ona sonuna kadar anlattı, senaryoda ana metne sadık kaldığını düşünüyorum, anlamlı bir değişiklik olduğunu sanmıyorum.
Mutluluk rüyanız nedir sorusuna “yargıya güvenebilmek” demişti aynı sorulara verdiği yanıtlarından birinde. Ve “demokrasi mücadelesi yapan herkes” benim kahramanım diye de eklemişti.
Muhteşem Yüzyıl ile ilgili olarak uğradığı saldırılar onu çok hırpalamıştı. Kendisine saldıranlara dava açmıştı, haksızlığa gelemeyen bir yapısı vardı Meral'in.Türkiye'de yargının, hukukun bağımsızlığına ve üstünlüğüne olan inancımı yitirmişti, pek çoğumuz gibi... Haksızlığa çok öfkelenirdi ve çok öfkeliydi son zamanlarında da... Ben de ona öfkenin kendisine zarar vereceğini söylerdim. O da bana "Ben senin gibi uhrevi alemlerde yaşamıyorum, dünyalıyım!" derdi…
Muhteşem Yüzyıl mesleki tatmin açısından doyurucu ama çok yıpratıcı bir ‘iş’ olmuş Meral Okay için. Peki en çok hangi projeden keyif aldı acaba? “Bir bulut olsam” mesela, o da iyi bir çalışmaydı.
Mardin, Midyat... Oraları çok seviyordu, oralarda bulunmaktan keyif alıyordu. Ama onu yaparken de artık o kadar yorgundu ki. Kalbiyle ilgili artimi problemi vardı, iki kere ağır taşikardi atağı geçirdi. Biri İstanbul’da, biri Mardin’de. Ben o zaman da ona “Meral artık bir ara ver, çok yoruldun!” dediğimi hatırlıyorum. Bunlar gerçekten de çok yorucu işler. Yazmak çok güç bir iştir. Biri biter bitmez diğerini yazmaya başlarsın ve hiç ara veremezsin. Hem stres, hem yorgunluk; bütün o insanların sorumluluğunu taşıyorsun, Meral kendisi ne kadar kara kazandı bilmem ama bütün o insanlara iş imkanı sağlıyordu. Meral sürekli o insanları düşünürdü.
Asmalı Konak’ı çok severdi... Oyuncular içinde çok sevdikleri olurdu. Ama sonuçta hepsiyle iyi anlaşırdı. Profesyoneldi tabii.
Muhteşem Yüzyılın son bölümlerini hastanede yazıyordu. O son ana kadar da devam etti. Biz inanamıyorduk, kemoterapiden çıkıp yazıyordu.
Mirasını gerçekten de ‘Matematik Köyü’ne mi bırakmayı istiyordu?
Matematik Köyü’ne bırakmayı düşünüyordu evet, matematik hoşuna giderdi, önemserdi. Belki o yüzden. Bir yığın kız öğrenci de okuttuğu vardı. Ama olmadı işte, ailesi başka türlü insiyatif kullandı. Sonuçra onların kararına da saygı duymaktan başka yapacak bir şeyimiz yok...
Meral Okay’ın hastalanması ile yarım kalan ama yapmayı çok istediği bir projesi var mıydı?
Evet Kılıç Yarası; Ahmet Altan’ın Kılıç Yarası’nı yapmayı çok istiyordu. O dönemi. Projenin haklarını satın almışlardı. Ona hazırlanıyordu. Son dönemde onu düşünmeye başlamıştı zaten.
Tarihe çok meraklıydı. Çok enteresandı. Ben onunla beraberken ve onu izlerken çok etkilenmiştim. Diziyi önce kafasında tahayyül ediyordu. Muhteşem Yüzyıl’da mesela nasıl geliyor aklına onca enteresan sahne? Ama onun aklına geliyordu işte., Anlatmanın bir yolunu buluyordu o, sonsuz bir tahayyül becerisi vardı.
Peki “öldüğümde, toprağın altına girmek istemiyorum, mümkünse yakılmak istiyorum, küllerimi suya savursunlar, su bana topraktan daha yakın...” demişti bu da bir tür vasiyet miydi gerçekten?
Suyu çok sevdiği doğru, akrep burcuydu -su burcu-ben ve Sezen de yengeç burcuyuz. Rumelihisarı’ndaki evi de denize yakın olmak için tutmuştu, "Gemide gibi hissediyorum…" demişti. Hastaneden çıktığında yatağını salona taşımıştık, denizi görsün diye. Son gece, Emine (Uşaklıgil), ben ve Emel -yakın bir cocukluk arkadaşı- Boğaza bakarak yalılardan, yalıdaki yaşamlarından söz ettik... Ferzan Özpetek bir motorla önümüzden geçti, ona el salladı yatağından. hiç veda etmedik, "ben artık uyumak istiyorum," dedi… Aslında ondan ayrılmadık, telefonumda ismi duruyor, silmedim…
Böyle Meral’i hüzünle anmak da, anlatmak çok tuhaf. Bizler hep gülmek ve ağlamak arasında gidip gelen insanlar olduk çünkü...
Sezen de öyle mesela. Bu en son konserde iki bin kişi var; Meral ile birlikte yazdıkları bir şarkıyı okuyacak Sezen, şöyle bir daldı tabii Meral’e gitti kafası ben anlıyorum... Ama müthiş bir konserdi, Sezen de aynı şekilde işte Meral gibi; bir başlıyor şarkıya iki bin kişi oynuyor bir de bakıyorsun sonraki şarkıda hepsi ağlıyor. “Bir ağladılar, bir güldüler, aptal oldu insanlar,” dedim Sezen’e o gece, bana cevabı şu oldu “Yani ne yapayım Melek burası Türkiye, burada insanlar düğün ve cenaze arasında sıkışıp kaldılar zaten, bir gülüp bir ağlayacaklar tabii.”
Siz hep çok yakın, birbirinizi çok besleyen bir ekip oldunuz. Şimdi Meral’siz olmak nasıl bir şey?
Evet birlikte olduğumuz zaman hep üretken, birlikteyken hep çok şey çıkmıştır zaten. Ama Meral’in gidişi bu anlamda telafisi mümkün olmayan bir kayıp. O, leb demeden leblebiyi anlardı, bizden on safha önden gittiği için onu takip etmek de kolay değildi.
Bu ülke insanları yıpratıyor. Meral gibi bir insanı daha da fazla yıpratıyor, sonuçta Meral öldüğünde elli üç yaşındaydı.
Benimle ve Sezen’le dalga geçerdi bunlar zaten ruhlar aleminde geziyorlar diye. Onda da vardı tabii bizim sayemizde biraz mistik hal. Ben mesela tasavvufçular gibi düşünüyorum, ölüme inanmayan bir insanım Ölüm insanın bedenine olan bir şey.
Meral... dediğim gibi çok zeki ve müthiş bir insan olduğu için onsuz olmak bir kere o zekâdan mahrum bırakıyor seni. Meral’le bir saat geçirdiğinde on ayrı şey öğrenirdin, benim yaratıcılığa ve zekâya sonsuz bir saygım var. Özlüyorum tabii. Ama daha da önemlisi çok iyibir dosttu. Dostluğunu çok özlüyorum...
Ey ilk insan, ey ilk yürek, ilk nefes, ilk adım, ilk gözyaşı, ilk kahkaha... bu mu mirasın torunlarına?
Bu ülkeyi yönetenler; iktidar ve söz sahipleri bize ne demek istiyor?
Nazi Almanya’sında milyonlarca insanın ‘iyi’ olmaya cesaret edememesinin nedeni neydi?
© Tüm hakları saklıdır.