İki yıl kadar önceydi.
Yolum, İstanbul Anadolu yakasında bir hastanenin yoğun bakım odasına düşmüştü.
Orada, on dört yaşlarında bir çocuk yatıyordu bilinci kapalı. İlk gördüğümde, başında asistan doktor ve hemşire vardı. Doktor, çocuğun avucunun içine parmaklarını koyuyor ve sürekli şöyle söylüyordu:
“Eğer beni duyuyorsan, elimi tut Onur...”
Günlerce aklımdan çıkmadı Onur. Öldüğünde, hikâyesini gazetelerden öğrendim. Sonrasında bir yazı yazdım ama yazdıklarım yüreğime o kadar ağır geldi ki, öylece bıraktım.
Onur’un hikâyesi, ‘yayın yasağı’ getirecek kadar da önemli değildi zaten.
Maltepe Çocuk Cezaevi’nde, yaşıtları diğer mahkûm çocuklar tarafından öldüresiye dövülmüş, beyin kanaması geçirerek komaya girmişti. Öncesinde de ‘oyun’ adı altında defalarca şiddet görmüştü kameraların önünde.
O son gün, ‘kör nokta’da yaşananları koğuş arkadaşı şöyle anlatmıştı:
“Mescitte Kuran okuyordum. İçeri R.Ü. girdi ve Onur’un koğuş değiştirmek istediğini söyledi. M.Ö. Onur’u çağırttı, kameranın görmediği noktada ‘koğuştan gidecekmişsin, beni mi öteceksin lan’ diyerek kafasının duvara vurmaya başladı. Onur’un saç telleri duvarda kaldı. C.B. de namaz kılıyordu. Namazı bozup o da Onur’u dövmeye başladı. Onur yere düştü ve bir daha ayağa kalkamadı...”
Kameralar o son ölümcül şiddeti kaydetmedi, gardiyanlar müdahale etmedi, Onur’un güvenliğinden sorumlu olanlar duymadı, görmedi. Hiç kimse yargılanmadı, ceza alan olmadı.
Çünkü, “Türkiye hiçbir dönemde bu kadar özgür, huzurlu, rahat bir dönemi yaşamamıştı.”
Bazı geceler çok karanlık ve uzun oluyor. Uyuyorum, uyanıyorum “eğer beni duyuyorsan, elimi tut Onur...” diyorum. Onur beni duymuyor.
Onur, artık hiç kimseyi duymuyor...
“Mezarlık adını vermiştik biz Sincan’da yaşadığımız yurda. Kapıların üzerimize kilitlendiği bir mezbaha. Zamanı öldür, umutları öldür, yaşama sevincini öldür, geçmişi öldür, geleceği öldür... Uzun soluklu bir katliam süreciydi büyümek…
Dışarıda mevsim ne olursa olsun, bizim o gri, rutubetli binamızın içi genellikle kıştı. Genellikle soğuk ve karanlık. Yurda sadece beş yüz metre uzaklıktaki okuldan dönüşte ayaklarımız geri geri giderdi, her adımda durur, bulabildiğimiz her şeyle oyalanırdık. Hafta sonları sabahın erken saatlerinde beklemeye başlardık, biri çıkıp gelsin. Kim olduğu hiç önemli değil. Herhangi biri. Bir parça ana-baba kokusu, biraz sıcaklık.
Yedi yaşındaydık, dokuz yaşındaydık, 12 yaşındaydık. En çok analı-babalı çocuklardan nefret ederdik. Arabaların arka koltuklarında güle oynaya yaz tatiline giden o çocuklardan.
Biz kilitli kapıların, kalın duvarların ardında; büyümenin, çocuk olmanın, yoksul ve kimsesiz olmanın bir suç olmadığını bilmeden büyüdük. Bakıcılar, hizmetliler, öğretmenler bize ne kadar hoyratsa, kendimizden küçüklere ve güçsüzlere o kadar hoyrattık. Bulabildiğimiz her fırsatta canlarını yakardık.
Bir keresinde, bahçedeki kedilere mutfaktan yemek taşıdığım için parmaklarımı yakmaya çalışmıştı bakıcı, elinden kurtulmaya çalışırken kaşlarım, kirpiklerim, saçlarım da yanmıştı.
Dün gece bir yurtta kız çocukları yanarak ölmüşler...
Biz ölmedik, sağ kaldık... Devlet korumasında her türlü istismara, şiddete, işkenceye maruz kaldık ama hâlâ yaşıyoruz.
Kapılar kilitliymiş. Çocuklar kaçamamış. Ateşin, karanlığın ortasında savunmasız, sıkışıp kalmışlar...
Bazen gerçekten merak ediyorum; biz, sağ kalanlar mıyız? Ya da biz, bir korku filminin içinde sıkışıp kalmış ölüler miyiz?” *
Bazı geceler çok uzun oluyor. Gece de, karanlık da bitmiyor. Uyuyorum, uyanıyorum, “kapılar kilitliymiş, çocuklar kaçamamış...” diyorum.
On bir, on iki yaşlarındaki çocuklardı. Biz feryatlarını duyamadık, aramızda kilitli kapılar vardı. Aşılamaz ve açılamaz kapılar. O kapıların ardında yandılar.
"Yanarak ölmek bir şehadettir, Adana'da ölenlerin ailelerine sabr-ı cemil niyaz ederiz," diye yazmışlar bir yerlerde.
2008’de, Konya’da çöken cemaat yurdunda, ölen kızı için gazetecilere “Yurt tam namaz saatinde çökmüş, mescidde ölmüşler. Kızım cennete gitti. Size ne!” diyen babayı hatırladım.
Bazen suçlunun kim olduğunu bilmek ya da bildiğini düşünmek, suça neyin neden olduğunu anlamaya, rezil hesapların ve kanlı katliamların arkasında gizlenen sayısız yüzü keşfetmeye yetmiyor. Çok katil var. Çok fazla.
“Devlet terörü estiren zalim Esed'in hükümdarlığına son vermek için biz oraya girdik, başka bir şey için değil!” deyivermiş işte.
Geçen yıl, Antakya, Halep Çarşısı’nda dolaşırken rastladığım Suriyeli kadınları anımsadım. Genç olanının kucağında sürmeli gözlü bir erkek çocuğu vardı üç yaşlarında. Sevmek için durduğumda, annesi bana Arapça bir şeyler söyledi ama diğer kadın onu öfkeyle azarlayınca, ağlamaya başladı.
Ben, ne olup bittiğini anlamak için, orada Arapça bilen esnaftan yardım istedim.
Kadın bana “Çocuğun yoksa al, senin olsun. Hayatını kurtarırsın. Ona süt-bisküvi alamıyorum,’’ demiş.
Diğeri, çocuğun babaannesi ağlayarak anlattı sonra:
“Kocam ve oğullarım öldürülünce geriye kalan gelinim ve torunumla geldik buraya. Burayı seviyorum, Arapça konuşuluyor. Çarşıda Suriye ekmeği, bakla konservesi, acı kahve bile var. Alamasam da kokularını içime çekiyorum…
Önce meydandaki künefecide çalışmaya başladım, iş çok yoğundu ama sadece on beş lira verdiler sabahtan akşama. O parayla ancak ekmek, peynir, domates alıyordum; yemek yapmak için salça, tencere, tüp yoktu. Yapamıyorduk. Gelinim de çalışmaya başladı ama çalıştığı evde kötü şeyler yaşadı, anlatmak istemiyorum. Şimdi birbirimizden ayrılmıyoruz, burada dileniyoruz, gururumuz kırılıyor ama buraya, torunum yaşasın diye geldik. Onu yaşatmak için her şeyi yaparım, kimseye de vermem. Ben son ana kadar direneceğim, eğer ‘Beşşar’ da direnir ve kalırsa belki evimize dönme şansımız olur…”
En yakınındaki kitaba uzan, rastgele bir sayfayı aç ve gördüğün ilk cümleyi bana yaz diye mesaj atmış dün gece bir arkadaşım.
Karanlığın Yüreği’ne** elimi uzattım ve ona yazdım:
“Ormanın derinliklerinden, ancak dünyada umulacak son şey de yok olduktan sonra işitilebilecek titrek, uzun, kederli, umutsuz bir çığlık yükseldi...”
Bazı geceler uzun uzun yıldızlara bakıyorum. Gökyüzünün birdenbire, onları yerlerinden oynatacak, karanlığı parçalayacak bir feryat koparmasını bekliyorum.
Olmuyor.
Bazı geceler çok uzun, çok karanlık oluyor. Uyuyorum, uyanıyorum, deşilmesi olanaksız bir karanlığın yüreğine doğru sesleniyorum:
Ey Tanrım, bu kaderi sen mi yazdın insan soyuna? Bu mu vasiyetin kullarına?
Ey doğa, ey zaman, ey tarih, ey kainatın yaratıcı gücü... sen de tanık mısın tüm bunlara?
Ey ilk insan, ey ilk yürek, ilk nefes, ilk adım, ilk gözyaşı, ilk kahkaha... bu mu mirasın torunlarına?
Ey insan, ey kardeşim, türdeşim, soydaşım, ırkım, halkım, milletim, umudum, umutsuzluğum...
Ne anlatayım ben sana?
@SibelYerdeniz
* Derya K. Ekmekçi
** Joseph Conrad