1850’lerde ABD hükümeti, yeni gelen halkı için yerli kabilelerden ‘toprak’ satın almak istediğini ilan eder.
Bu talebi, Seattle’daki Suquamish kabilesinin Şefi, bir mektup ile yanıtlar:
“Washington’daki Başkan bize, toprağımızı satın almak istediğine dair kelamını yollamış.
Ama toprağın sıcaklığını, gökyüzünün aydınlığını nasıl alıp-satarsınız?
Eğer havanın ferahlığının ve suyun coşkusunun sahibi bizler değilsek, onları nasıl alıp-satarsınız?
Bu toprağın her bir zerresi benim halkım için kutsaldır. Her parlayan çam iğnesi, her kumlu sahil, karanlık ormanların sisi, her çayır, vızıldayan her böcek... Hepsi de halkımın belleğinde ve deneyimlerinde kutsaldır.
Kutsalı nasıl alıp-satarsınız?
Biz dünyanın parçasıyız ve o da bizim parçamız. Ağaçların damarlarında dolaşan özsuyunu, kendi damarlarımızda dolaşan kan gibi biliriz.
Koku saçan çiçekler kız kardeşlerimiz. Ayı, geyik ve büyük kartal, erkek kardeşlerimiz. Dağların dorukları, çayırlardaki sular, midillinin bedeninin sıcaklığı, atmacanın kanat çırpışı ve insan... hepsi de aynı aileden.
Nehirler kardeşimizdir, susuzluğumuzu onlar giderir. Kanolarımızı onlar taşır ve çocuklarımızı onlar doyurur. Nehirlerde parıldayarak akan su, coşku dolu ırmaklar, bizim için yalnızca su değil atalarımızın kanıdır aynı zamanda. Berrak birikintilerinde, halkımın hikâyesi ve hatıralarımız yansır. Suyun mırıltısı, babamın babasının sesidir.
Büyükbabamıza ilk soluğunu veren rüzgâr onun son nefesini de alıp götürendir. Çayırlarımızda esen bu rüzgâr çocuklarımızın burnuna hayatın nefesini üfleyendir.
Topraklarımızı size satarsak; çimenlerimizi ayaklarınızla ezdiğinizde ne olacak? Sularımızı kuruttuğunuzda, rüzgârımızı küstürdüğünüzde, ağaçlarımızı kestiğinizde ne olacak? Topraklarımızda yaşayan tüm diğer canlılara ne olacak?
Kızılderililerin en sonuncusu da anılarıyla birlikte yok olduğunda ve onun hikâyesi yalnızca çayırın üzerinde dolaşan bir bulut olduğunda, bu kıyılar ve ormanlar hâlâ burada olacak mı? Hiç benim halkımdan kalan ruh olacak mı?
Olmayacak!
Bufalolar nerede olacak? Olmayacak!
Kutsal nerede olacak? Olmayacak!
Ama dünya üzerinden son Kızılderili de ayrıldığında ve anısı bir bulutun gölgesi gibi çayırlarda süzüldüğünde, bu sahiller ve orman hâlâ benim insanlarımın ruhunu saklıyor olacak…
Atalarımız bize şunu öğrettiler: Toprağın başına ne gelirse, toprağın çocuklarının başına da aynısı gelir.
Bu hayatın ağını ören insan değildir, insan ancak onun içinde bir tutam ipliktir. Ağa her ne yapıyorsa kendisine de onu yapar.
Bizim için toprağımızı size satmak demek yaşamımızın sona ermesi ve yalnızca ‘sağ kalma’nın başlangıcı demek...
Bu yüzden Washington’daki büyük Şef bizden toprağımızı almak istediğinde, toprağımızdan fazlasını istemiş olur.
Çünkü biz bu toprağı, yeni doğan bebeğin annesinin kalp atışını sevdiği gibi seviyoruz...”
Bir başka rivayete göre ise bu sözler Suquamish Şefine ait değildi. Gri Baykuş adıyla yaşayan ve yazan Archie Belaney adında bir İngiliz tarafından yazılmıştı ve daha sonra ‘Bu dünya değerli’ (This world is precious) adlı bir ekolojik film çalışmasında yer almıştı.
Her kim tarafından yazılmış/söylenmiş olursa olsun, sonradan çok ünlü oldu çünkü ortak bir kadere; yaşamın kaynağında ‘can alıcı’ bir yere dokunuyordu.
Beyaz adam, dünyayı kendi amaçları doğrultusunda kullanabileceği ve sömürebileceği nesnel, cansız parçalardan oluşan bir yer olarak görürken, yerliler dünyayı anlaşılması ve takdir edilmesi gereken bir yer olarak görüyorlardı.
Bugün, betonların altında inim inim inleyen bütün o ‘medeniyet’ şehirleri; her santim toprak, her kayıp orman bir zamanlar, büyülü gölgelerin, gizemli yolların, kayıp ırmakların coğrafyasıydı.
Orada yalnızca sessizlik, yoğunluk ve sonsuz kucaklaşma vardı.
Bir zamanlar…
Başbakan Erdoğan, “Bütün rakamlar ortada, biz çevreciyiz be! Kimse bizimle çevrecilikte yarışamaz!” diye meydanlarda esip gürlerken, araştırmalar Türkiye’de 2000’den bu yana, başta İstanbul olmak üzere büyük oranda orman kayıpları yaşandığı gösteriyor. Karadeniz, Ege ve Akdeniz bölgelerinde de kısmi ama ciddi oranda ormanlık alan kayıpları olduğu biliniyor.
İktidarın sınırsız yetkileri ve hep daha fazlasına sahip olma hırsı söz konusu olduğunda, geçerli hiçbir hukuk kuralı yok, yasa yok, ahlak yok, etik yok… Sadece ‘ticaret’ var. Medeniyet, ilerleme, kalkınma şiarıyla her şey alınıp satılabilir, tahrip edilebilir, sahip olunabilir.
Zarar gören her şey göz ardı edilebilir; hesaplanabilir ve gerekirse telafi edilebilir. İleride… Belki…
Doğal kaynaklarımızı, günümüz potansiyel maddi kıymetlerine göre değerlendiriyor, varlıklarına fiyat biçebiliyor, başka zenginlik kaynaklarıyla değiş tokuş edebiliyor ve gerekirse gözden çıkarılabiliyorlar.
Ve bütün bunların hepsini bizim için, çocuklarımızın için geleceği için yapıyorlar. Büyük fedakârlıklara katlanarak.
Üç-beş ‘yetkili’ imza ile alelacele kamulaştırılan alanlar, gecenin bir yarısı meclisten geçirilen torba yasalar, jet hızıyla ve sessizce değiştirilen yönetmelikler, ihaleleri yandaşlara yüzde hesabı ile paylaştırılan projeler... hepsi bizim için.
Bu kadim coğrafyanın sahip olduğu tüm değerleri, kaynakları ve halkının geleceği üzerine bir kalem oynatarak, bir el kaldırarak onaylanan ihanetleri; sahte gözyaşlarıyla oynanan ve alkışlarla son bulan tüm o tiyatro sahneleri.
İktidarlara, bu ‘sonsuz ve sorumsuz’ yetkiyi veren kanun nerede yazılı?
Herhangi bir kaynağın ya da canlının insanlık için nihai değerine kim karar veriyor?
İnsanlar bu konuda ne düşünürse düşünsün doğadaki diğer canlıların da evrensel ve bağımsız yaşam hakları yok mu?
Doğal eko sistemler; ormanlar, okyanuslar, atmosfer, dünyamızı tam da ihtiyacımız olduğu şekliyle koruyorlar. Doğayı tahrip ettiğimizde ve hayat çeşitliliğini yok ettiğimizde, henüz tam anlayamadığımız karmaşık bir destek sistemini de parçalamış oluyoruz.
Dünyanın en hayati kaynaklarının çoğu tükenmek üzere, atmosferin kimyası bozuluyor ve hızlı nüfus artışı, ormanların ve işlenebilir toprakların tahrip edilmesi yüzünden tehlikeye giriyor. Sağlıklı bir çevrenin kaynağı olan doğal ekosistemler geri dönülmez biçimde mahvediliyor.
Son tahlilde, sonsuz olduğunu, bizi aştığını, bize ihtiyacı olmadığını düşünsek bile doğayı -türümüzün beşiği olan bu eşsiz doğayı- en azından geleceğin çocukları adına korumak zorundayız.
Bu dünyada neye inanıyor olursanız olun, sonuçta idrak edebileceğiniz şey şu; yaşam son derece karmaşık... Aklımızın alamayacağı kadar hassas ve değişken dengelere, başka sistemlere ve etkileşimlere açık. Bu yüzden kısa ömürlü ve ne pahasına olursa olsun korunmaya değer.
Eğer bütün geleceğimizi ilahi güçlerin ve ‘seçilmişlerin’ ellerine teslim etmediysek tabii.
Gazetecilik ve sosyoloji profesörü Todd Gitlin’e göre “Böylesi tehditleri üreten, savunan ve sürdüren kurumlarla, güç sistemlerinin alt edilmesi, sökülüp atılması zorunlu…”
Son aylarda ‘Kuzey Ormanları Savunması’ platformunda bir avuç insan İstanbul’un kalan son ormanlarını, su kaynaklarını ve tarım alanlarını savunmak için canla başla çırpınıyor. Yine de seslerini duyuramıyorlar.
En son 1 Aralık’ta “Diren Kuzey Ormanları” eylemini gerçekleştirdiler. 22 Aralık’ta da “Katliama Karşı, Doğamızı Savunmaya!” diyerek bizleri coğrafyamıza ve geleceğimize sahip çıkmaya çağırıyorlar:
“Benim adım Kuzey Ormanları. Bir tarafım Istrancalar, bir tarafım Belgrad Ormanları. Bir yanım Çatalca, bir yanım Kocaeli. Ben İstanbul’un akciğerleri, son verimli toprağı, son temiz suyu, son nefes kaynağı, kalbi...
Sizler beni sürekli büyüyen betondan yaşam alanlarınızla katletmeye başlamadan önce kentin büyük bir bölümünü kaplıyordum. Bugün kuzeyde daracık bir şeride sıkıştım. Kendi ellerinizle yazdığınız kent anayasasını ihlal ettiniz; çılgın bir kâr, rant ve iktidar hırsının ürünü olan, anlamsız, gereksiz vahşi projeler uğruna, dozerlerinizle, kepçelerinizle bağrımı parçaladınız!
Ulu ağaçlarımı, gencecik fidanlarımı katlettiniz; hayvanlarımı yuvalarından kaçırdınız.
Ama unutmayın, ben üç-beş ağaçtan ibaret değilim; ağaçlarım, köklerim, bitkilerim, hayvanlarım, mikroorganizmalarım, yeraltı sularım ve rüzgârlarımla, tüm canlı ve cansız varlıklarımla ulu bir canlı organizmayım.
Bu katliamı, bu vahşi makinenin dişlilerini durdurun, bırakın açtığınız yaraları iyileştireyim: Yoksa çok kısa bir zaman içinde İstanbul hepimizin cehennemi olacak.
Binlerce hektarlık ormanlık alanı katledecek; çocukları, kuşları, hayvanları ormansız bırakacak 3. Köprü inşaatını hukuksuz biçimde sürdüren tüm yetkili makamlara sesleniyoruz: Bu katliamı durdurun!
Ormanlarımızın, su havzalarımızın, göç yollarımızın, vahşi projelere; inşaat, madencilik ve su şirketlerine kurban edilmesine hayır demek; sadece insanın değil ormanların, ağaçların, hayvanların, börtü böceğin yaşam hakkını savunmak için hep birlikte ayağa kalkalım.
Tüm İstanbul halkını, bu katliama karşı onurla, isyanla, düşle, yürekle ayağa kalkmaya; “Ormanlar ve şehirler alınıp satılamaz!” demek için, 22 Aralık’ta, saat 12:00’de Kadıköy’de düzenlenecek mitingine katılmaya çağırıyoruz…”