08 Ocak 2014

'İktidar' neyiniz olur?

Türkiye’de siyaset hep çok kirli, hep çok derin, hep çok güvenilmez yapıların iç içe geçtiği, hep çok ‘şaibeli’ bir alan olagelmişti ancak hiç bu kadar ‘açığa’ düşmemiş, böylesine çırılçıplak kalmamıştı

Bazen, en beklenmedik anlarda ağızdan kaçıveren kelimeler bizi en kısa yoldan hakikati kavramaya götürür.

Hatırlarsınız, geçtiğimiz 23 Nisan’da Başbakan Erdoğan, koltuğunu emanet ettiği küçük Belgin’e bir cümle ile Başbakanlık dersi vermişti:

“Artık yetki senin; asarsın, kesersin, her şey sende…”

Belgin yaşından dolayı, o bir kaç dakikalık sembolik ‘iktidar’ deneyiminden alması gereken dersi alamamış olabilir, ancak Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşı olarak Başbakanının ne demek istediğini kavrayabileceği uzun yıllar var önünde.

Türkiye’de siyaset hep çok kirli, hep çok derin, hep çok güvenilmez yapıların iç içe geçtiği, hep çok ‘şaibeli’ bir alan olagelmişti ancak hiç bu kadar ‘açığa’ düşmemiş, böylesine çırılçıplak kalmamıştı.

Kendi kendimize, son on yılda demokrasi bu kadar ‘ileri’ giderken nasıl oluyor da haklarımız bu kadar daralıyor, yolsuzluk bu kadar artıyor, kardeşçe yaşamak bu kadar zorlaşıyor, şiddet bu kadar yaygınlaşıyor, diye sorup duruyorduk ki 17 Aralık sabahına uyandık.

17 Aralık’ta gizli bir el (Cemaat ya da adı her ne ise) 90’lı yılların kirli siyasetinin has adamlarından -ya da mimarlarından diyelim- Mehmet Ağar’ın ‘yapamam’ dediği şeyi yaptı; kendisinin de yapı taşlarından biri olduğu duvardan  bir kaç ‘tuğla’yı çekiverdi ve biz  şimdi tüm duvarın gürültüyle, tozu dumana katarak yıkılmaya meylettiğine şahit oluyoruz.

Sadece Cemaat-AKP taraflarının değil, Türkiye Cumhuriyeti siyasi tarihinin bütün aktörlerinin ördüğü, harcı ‘hırsla, riyayla, cehaletle, rızayla, yalanla, talanla, kanla, zulümle’ karılmış bir duvarın.

Karanlık temelinde o kadar çok şaibeli ortaklık, çıkar birliktelikleri, zoraki evlilikler, sinsi-sessiz mutabakatlar -sonuç olarak o kadar çok vebal- var ki son on yılda bu duvarın üstünde yükselerek başı göğe eren bu kirli ittifak  ‘ibretlik’ sarsıntılarla  yıkılıyor.

Sağdan soldan duvara omuz vermek için koşturan, belki bu harabeden yeni bir ‘iktidar’ rolü çalarız diye karanlığa meyleden sözde muhalafete aldırmayın. O tuğla yerinden oynadı bir kere...

Yıkılırken, kötü günler için tutulan çetelenin bütün envanterini yağmalıyor taraflar. Birlikte kurulmuş ve bu güne kadar korunmuş her şey zalimce ortaya saçılıyor. Mutabakatın altındaki çürümüş temel sarsılıyor ve o temelden gün ışığına çıkıyor bu güne kadar saklanan pek çok şey.

Kişisel hüsran ve gurur yarası, çıkar çatışmasıyla birleşince, bütün o din, ahlak, kardeşlik, dostluk, yol arkadaşlığı, yiğitlik edebiyatı boşa düşüyor ve ortaya hoyratlık çıkıyor.   

Birlikteyken sıkı sıkıya korunan mahremiyet alanı, ayrılma sırasında karşılıklı tehditlere, ölümcül ifşalara ve darbelere dönüşüyor.

Bu hoyrat ayrılıktan bizim payımıza düşense Türkiye’de adalet, hak, hukuk gibi kavramların yalnızca ‘iktidar’ ve onun çevresinde kümelenenlerin tekelinde olduğu gerçeğini bir kez daha sarsıcı bir biçimde kavramak.

En olağanüstü koşullarda bile yerinden bir milim kıpırdatamadığımız anayasa, hukuk, yargı ve polis, iktidarın yüksek politik amaçlarının önünde bir engel oluşturuyorlarsa, bir anda yerle bir olabiliyorlar.

Bizler de, onların bu ‘taht oyunları’nın sonu nereye varacak, bir noktada hiç bir şey olmamış gibi yine omuz omuza verip iktidarlarını riske atmama konusundaki ittifaklarına devam edecekler mi -öyle ya ‘pişkinlik’ en büyük meziyet her dönemde- yoksa bunca ölümcül darbeden sonra artık iflah olmazlar mı?..  diye izliyoruz meraklı gözlerle.

Hakikaten ibretlik, sarsıcı, tarihi günlerden geçiyoruz.

Bir sabah uyanıveriyoruz ve Tayyip Erdoğan iktidarının ‘istikbâl’ savaşı memleketin istiklâl savaşı olarak önümüze konuvermiş.

Beyefendinin her daim gözetilmesi gereken hassasiyetleri, hiç bir denetime tabi olamayacak olan iktidar tutkusu, aşırı kibri ve hoyrat tutumu hayatımızın anlamı oluvermiş.

‘Var olmayı’  yalnızca kendisinin etrafında var olmak, bir tek kendisi tarafından onaylanabilir olmak zanneden bir Başbakanın yönettiği -yönetemediği demek de mümkün- memleket giderek daha ‘fantastik’ bir hâl alıyor.

Her şeyi kuşatan mevcudiyeti ve onu kuşatan her şey; iç içe geçmiş bütün o halkalar, insanlar, imkânlar, yollar, yol arkadaşları, yoluna ölenler, koşulsuz biat edenler, yoldan çıkanlar, yolsuz kalanlar, yer değiştirenler, yeni gelenler, tökezleyip düşenler, eli ayağına dolaşanlar, savrulanlar ve nihayet cennettinden kovulanlar…

Kendisini ‘ölümüne’ seven, kefen giyerek karşılamaya gelen memleket gençliğine -ustalık dönemi eserlerine- gururla gülümseyerek bakan bir Başbakanın ülkesinde yaşamanın neresi akla, mantığa yatkın?

Siyaset alanında ‘milletin/halkın vekili’ olduğunu unutup “biatsa biat, itaatse itaat, söz verdik liderimiz için ölümüne mücadele edeceğiz” diyen bir vekil tarafından temsil ediliyor olmanın nesi kabul edilebilir?

Bir telefon mesajı ile Başbakanlarını karşılamak için yollara düşen, otobüslerle o şehirden bu şehire, o ilçeden bu ilçeye ‘miting alanlarına’ taşınan, gerçekleri bilme hakları başta olmak üzere tüm hakları biat ettikleri iktidar tarafından yağmalanan ve yalnızca iktidarın dolgu malzemeleri olarak dizayn edilen bir halk idealinin nesi insani değerlere uygun?

İktidarın silik kopyaları gibi hareket eden,  aynı emirle, aynı motivasyonla aynı manşeti atan, aynı haberi yapan -faili meçhulleri, yargı mağdurlarını, devletin halkına yaptığı zulmü bir tek kaşısındakini tehdit etme ihtiyacı hissettiğinde hatırlayan- klonlanmış medya ve gazetecilerden oluşan, Başbakanın huzuruna kabul edilme ayrıcalığına sahip ama mesleğini yapma hakkına nail olamayan, ‘soru’ dahi soramayan gazetecilerin olduğu bir ülkede yaşamanın neresi demokrasi?

Hepsi bir arada, psikolojinin, sosyolojinin, felsefenin tüm imkânlarını tüketebilirler...

Elbette insanlar kendi mübadele değerlerini özgürce belirleme hakkına sahiptirler.

Ancak, bütün varlığını Başbakanı savunmaya adamış, sürekli ‘onaylamak’ için başını yukarı aşağı sallayan; o ruh halinden, bu ruh haline bir işaretle geçiveren, muktedirin yüzüne hayatın anlamına bakıyormuş gibi gözleri kamaşarak bakanlara -bütün o tumturaklı söylemlerini bir tarafa bırakarak- soralım:

Politik adanmaya anlamını veren şey nedir: Sadece iktidara sahip olmak mı? Gücü ve otoriteyi temsil etmek mi? Her ne koşulda olursa olsun iktidardan vazgeç(e)memek mi?

İktidar bir liderin tek amacı ve aracı haline gelmişse bunun -herkes için- bedeli nedir?

İktidarın, yalnızca aldığı oy oranını, sandığı ve seçmen kitlesini referans göstermesinden ama öte yandan ilk önce kitlesinin hakikatleri bilme, öğrenme ve farkında olma haklarını gasp etmesinden daha ağır bir suistimal var mıdır?

Hangi noktada ve ne uğruna ‘siyasi irade’ deforme olup düpedüz suistimale dönüşür? Yetkilerini keyfiyen kullanmakla, topluma ihanet etmek arasındaki fark nedir?

Gerçekleri bu denli çarpıtan, bu kadar çok haksızlık yapan insanlar, ellerini kollarını sallayarak yollarına devam edebilirler mi? Bu kadar keyfi bir yetki kullanımı, bu kadar hoyrat bir inkârın sonu nereye varır?

Bir iktidar otoritesini saygı, sağduyu ya da toplumsal uzlaşmanın değil de, saldırganlık, korkutma, çıkar ilişkisi, rant beklentisinin üzerine inşa ediyorsa bunun sonuçları ne olur?

Ellerinde bulundurduğu bütün yetki ve imkânları en ufak bir muhalif ses karşısında ölümcül tehditlere dönüştürerek ‘yönetmeye’ devam edenlerin ülkesinde gazetecinin görevi her türlü ayrıcalığa tutunarak gerçeklerin çarpıtılmasına aracı olmak, iktidarın kanatlarının altında semirmek midir?

Bugün, asalaklar gibi birbirlerine yapışan iktidar ve medyanın, üzerinde mutabakat sağladıkları şey nedir?

Her zaman iktidarın, gücün, otoritenin  yanında yer almak, himaye karşılığında ona yarenlik etmek, tabulaştırılmış ayrıcalıkların zarar görme tehlikesinden aşırı korku duymak ‘sağlıklı’ bir ruh hali midir?

Adanmışlık ile pataloji arasındaki sınırı nereden çizeriz?

‘İktidar’ neyiniz olur?

Muktedirin hayatınızdaki kapladığı alan nedir?

Bugün iktidarın ‘hamili kartı’ sizde; hep birlikte asarsınız-kesersiniz her şey sizden sorulur da…

Ya tarih burada son bulmaz ise? Ya hayatın ‘ilahi’ adaleti bu kadarıyla yetinmez ise?

Ya biz ‘sıradan ve ölümlü’ insanların ‘hakikat’ üzerindeki hakkımız baki ise?..

@SibelYerdeniz

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Ne anlatayım ben sana?

Ey ilk insan, ey ilk yürek, ilk nefes, ilk adım, ilk gözyaşı, ilk kahkaha... bu mu mirasın torunlarına?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Bu ülkeyi yönetenler; iktidar ve söz sahipleri bize ne demek istiyor?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Nazi Almanya’sında milyonlarca insanın ‘iyi’ olmaya cesaret edememesinin nedeni neydi?