Öldüğümde dört yaş büyüktüm kardeşimden, şimdi o benden on dört yaş büyük.
Jandarma kapıya dayandı, sabahın üçünde apar topar aldılar evden.
Bir bardak su istemiştim anamdan kapıdan çıkarken, ağzım dilim kurumuştu korkudan, boğazıma bir yumru oturmuş, sesim zar zor çıkmıştı, anam titreyen bacaklarıyla mutfağa doğru koşarken, kolumuzdan çekip zorla götürdü askerler.
Bir bardak suyu bize çok gördüler...
Beni ters askıya aldılar. Ters askı, düz askı ne, ben bilmiyordum; bir gecede her şeyi öğrendim, bir gecede yüzleştim kocaman adamların en karanlık yanlarıyla; insan olmak neymiş bir gecede anladım, olamamak da...
Bir gecede büyüdüm, ölmeden önce... Onüç yaşında koskoca bir adam oldum; koca koca rütbeli adamların kanlı ellerinde.
“Çocuk dört saat ters askıya dayandı” dedi içlerinden biri. “Elektiriğe dayansın da görelim,” dedi diğeri. Sanki üstümde ‘insanlık’ adına deney yapılıyordu.
“Dayanamadım, çoktan öldüm…” diyemedim, sesim çıkmadı… Kendimden geçmiş ruhum, bedenimden çatırdayarak ayrılırken öyle yanıyordu ki canım...
Acıdan her bayıldığımda omzuma ince parmaklı nasırlı bir el dokunuyordu. Yeşil elma kokulu. Yolunu yitirmiş bir kuş gibi gelip omzuma konuyordu karanlık gecede; anamın eli. Güvercin oluyor, omzumda çırpınıyordu.
Sapanla vurduğumuz kuşlar geliyordu aklıma… Avuçlarımda sıcacık ve kanayarak ölürken; korkudan pıt pıt atan yüreklerini duyuyordum, yüreğimde.
Olsa olsa ağlayıp korkan çıplak çocuk bedenleriydik zalimlerin ellerinde, titreyerek öldük, kırılan kemik sesleri ve kırılan insanlığın tüm sesleri arasında…
Celladım tatmin olduğunda; anam çığlık çığlığa feryad ettiğinde; babamın yüreğine ateş düştüğünde son bir kez titredim, ölmeden önce.
Ertafımı saran taş duvarlar yıkıldı ve gökyüzü aşağıya indi ve ben o kuşu yine gördüm. Tüy gibi hafif bedenimi kaldırdı, Beraberce yükseklere, çok yükseklere çıktık.
Özgürdüm artık, uçuyordum gökyüzünde.
Güvercin olmuştum…
...
Oradaydım, bir kuş olup omzuna kondum, oğlumun... Ama korktum. Yaşam da, ölüm de, Allah da şahit ki korktum; yapacakları her şeyden korktum; bir kere onu ele geçirmişlerdi ve ben güvercin kanatlarımla ne kadar çırpınsam da asla vazgeçmeyeceklerdi.
Orada omzunda, onun acı ve korkuyla sarsılan bedenine tutunurken kahrımdan ölebilirdim, aklımı kaçırabilirdim, yok olabilirdim ama yapmadım. Oğlumu yalnız bırakmadım.
Onüç yaşında çocuk… Bedenini param parça ettiler ama bir an bile pes etmedi, zalimin gücü el kadar çocuğa yetmedi. Ben peşinden koştum, koştum, koştum ama nefesim oğlumun nefesine yetmedi. Çığlıklar ve ayak sesleri, gören ve görmeyen gözler, kanlı taş duvarlar ve karanlık gölgelerin arasından sıyrılarak ellerimden uçup gitti.
Hiç durmadım, peşinden gittim, günler ve geceler boyu oğlumu aradım. Her kapı çalındığında elimde bir bardak su ile kapıya koştum. Yüreğim kor ateşler içinde, adını sayıklamadan uyandığım tek bir gecem olmadı. On yedi yıl…
On yedi yıldır oğlumun izine rastlamadım. Bir gecede alıp götürdüler. Bir gecede yitirip, bitirdiler. Bir gecede kaybettiler.
Her sabah paramparça bir yürekle uyanıyorum; dişlerimin arasında paramparça dilim, her sabah…
Benim oğlum, onu aradığım bütün günler ve geceler boyunca, zamanın tüm saatleri ve yılları boyunca; gün ışığında yoksa, karanlıklarda yoksa, uzaklarda ve yakınlarda yoksa; evimde, ocağımda, sıcağımda yoksa… nerede?
Hangi derinlikte, hangi sessizlikte, hangi uçurumda, hangi kuyuda, hangi bilinmezlikte?
Bütün bu kabuslar, bütün bu anlar ve yaşanmamış zamanlar, bu yaşam denen zulüm, yakama yapışmış beni yol yol, sokak sokak, şehir şehir dolaştırırken ve gittiğim her zalim kapı tekrar tekrar yüzüme kapanırken; beni bu taşlar, bu uçurumlar, bu cehennemin içine kilit üstüne kilit hapsederken, oğlum nerede?
‘Güvercinim’ nerede, biliyor musunuz?
Onüç yaşındaydı; koca koca adamlar, askerler tarafından işkence ile öldürüp bir çöplüğe atıldı…
Musa mezarından kalksaydı, İsa mezarından kalksaydı, Muhammet mezarından kalksaydı; Musa asasını, İsa oniki havarisini, Muhammet dört halifesini alıp da gelseydi; bunu bana nasıl açıklarlardı?
…
Yönetmen Hüseyin Karabey’in 1999’da çektiği kısa filmi ‘Boran’ı izleyin:
Elif Ana dünyanın bütün güvercinlerini elleriyle besliyor. Güvercinler Elif Ana’ya sokuluyor, ondan kaçmıyor. Elif Ana onları, öpüyor, kokluyor, bağrına basıyor.
Bir gün, güvercinlerin temizlik görevlileri tarafından kafeslere konularak uzaklaştırılmak istendiğini görüyor, belli ki güvercin pisliğinden rahatsız olmuş birileri. Elif Ana kafeslere doğru atılıyor ve işçilerin şaşkın bakışları arasında, güvercinleri tek tek kafesten çıkarıyor. Bir yandan da ana dilinde -Kürtçe- kızıyor, söyleniyor. İşçilerden biri Kürt, diğeri ne dediğini anlamadığı için arkadaşına soruyor.
“Ne diyor?”
“Oğlum öldü, güvercin oldu...” diyor.
Diğeri şaşkın ve çaresiz bir süre düşünüyor ve bu ‘yarı deli’ kadın ile yaşanan probleme kendince bir çözüm üretiyor.
“Oğlunu alsın götürsün o zaman!”
Kürt işçi Elif Ana’ya güvercinleri göstererek tercüme ediyor.
“Oğlunu alıp götürebilirsin…”
Elif Ana kollarını iki yana açarak bütün saflığıyla ve çaresizliğiyle cevap veriyor:
“Hangisi benim oğlumdur nerden bileyim? Hem, niye arkadaşlarından ayırayım ki oğlumu!”
Yıllarca ağıt yakan “Gelin dağlar, taşlar, kuşlar gelin; beni oğluma kavuşturun” diye feryad eden; oğlunu çöplüklerde, karanlık kuyu diplerinde, uçurum kenarlarında arayan Elif Ana.
Başbakan Erdoğan, iki yıl önce “Cumartesi annelerinin ne iş yaptıklarını bilmiyorum. Birilerince kullanılıyorlar…” diye tarihi bir tespitte bulunmuş, hepimiz için bir insanlık dersi vermişti, hatırlarsınız.
Acı ve çaresizlik karşısında ne yapılması gerektiğini bilen bir Başbakanımız var.
“Ben Ramazan Doğan. Gözaltında kaybedilen Seyhan’ın babasıyım. Galatasaray Lisesi önüne eskiden karım Asiye gelirdi. Gözaltında işkence gördü, sağlığı bozuldu, Seyhan diye diye öldü. Yerine ben geliyorum. Başbakan ne yaptığımı bilmiyorsa, söyleyeyim: Oğlumun kemiklerini arıyorum,” diye kendisini bilgilendirmişti kalp krizinden ölmeden yirmi gün önce Ramazan Amca.
“Sezen Aksu’nun şarkısındaki gibi, bizim canımız kayıp… Yaramıza her dokunduğunuzda hem acı verir hem de kanar. Çok zor, ifade etmek çok zor… Ama konuşmak zorundayız. Kimse aynı acıyı yaşamasın diye, konuşmak zorundayız... Vicdanı olan insanlara sesleniyorum: Kayıp ailesi olmak istemiyorsanız, yanımızda olun ki, kimse kaybolmasın, çocuklar babasız kalmasın. Sizi de bir karanfille aramızda görmek istiyoruz...” diyor Hanım Tosun.
Hepimizi, 24 Kasım Cumartesi günü, saat 12:00’de Galatasaray’daki 400. buluşmaya çağırıyor Cumartesi Anneleri:
“kemiğim, etim kapı önlerinde
can kayıp, can kayıp...
Allah’ım bu nasıl dünya
bu nasıl ayıp...
ah ben anayım,
yanmaz canım kora koysalar
ümidimi kaybedemezsiniz,
ölsem de
ahım tarihi karalar...”