14 Şubat 2014

Bunları boşver ne haber ‘aşk’tan?

Sadece bir dilek. Ama olmuyor

İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur, tutsak, ustura ağzında yaşamaktan... Kimi zaman ellerini kırar tutkusu, bir kaç hayat çıkarır yaşamasından. Hangi kapıyı çalsa kimi zaman, arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu...” *

Bu şehir o eski İstanbul. Kaldırımlarda yağmur kokusu, karanlıkta parçalanan bulutlar.

Bizi tutsak eden bu ustura ağzı, bu kurtlar sofrası, bu çamur deryası, hızla kirlenen bu hayat...

Gerçeklerle düşler arasına sıkıştık.

Biri sonu iyi biten bir masal anlatsın, biri güzel bir hikâye yazsın, biri içimizi ısıtan şiirler okusun, birileri aşk ve mutluluk şarkıları söylesin istiyorum.

Sadece bir dilek. Ama olmuyor.

“Önce sen yaz…” diyor arkadaşım. Ama o da olmuyor. Yapamıyorum.

Çünkü sıkıldım, çünkü yoruldum, çünkü bunaldım.

Bakışlarımı karartıyor, görüşümü bozuyor, yüreğimi eziyor bu ülke.

Hep sormak istediğim soruyu, en sona bırakıyorum. Soramıyorum.

Hep aynı kabuslara gözlerimi yumup, hep aynı puslu sabahlara açıyorum, gözlerimi...

Sonra yine gece oluyor... Sonra yine rüyalarıma giriyor. Hepsi.

Derinliklerde sessiz kıpırtılar, belirsiz gölgeler var. Düşlere uzanan ince bir ip:

Doğduğum şehirdeyiz. Bir sokakta kaldırımda oturuyoruz yan yana. Ayaklarımıza sürünen bir kediyi okşuyoruz birlikte, usulca. Sonra dönüp birbirimize bakıyoruz.

“Öldüğünü sanmıştım,” diyorum.

“Ölmüştüm...” diyor.

“Ama sadece 19 yaşındasın," diyorum. "19 yaşında ölünmez. 19’unda aşık olur insan, şiir yazar, şarkı söyler, düş kurar...”

19’unda ölünür mü?

Susuyor. Üsteliyorum.

“Ama geri döneceğini söylemiştin,” diyorum. “Hayata birlikte tutunacağımızı söylemiştin. Hiç gitmeyeceğini söylemiştin. Yalan mıydı?”

“Hayır...” diyor. “Sana yalan söylemedim. Sadece bir dilekti. Olmadı...”

Bunları söylerken o kadar çaresiz görünüyor ki, kendime kızıyorum.

“Söylediklerim canını mı sıkıyor?” diye soruyorum.

“Hayır,” diyor. “Canımı alıyor...”

Susuyoruz karşılıklı. Artık, kelimelerden daha fazlası var aramızda...

Yüreğimin ağırlığına dayanamayan ip kopuyor.

Uyanıyorum.

“Bazı gök gürültüleri benim yüzümdendi. Bazılarından korkardım. Kıldan inceydi boynum yağmurlara uzanırken. Aşkın hallerindendi ışık...

Yanlış yazdığım her sözcük, kendine bile sığmazdı kağıtlardaki boşluk. Hep, uzun bir aşk kalırdı aramızda

Bak bu benim tenim. Bak bu kum. Bak bu ateş. Ve bu da cam, paramparça bir yerlerde bizi bekleyen.

Sevebilirsek birilerini, uzaklara bakakaldığı için pencereden. Bu dileği tut, bu dileği at, beni bu dileğe kat, buradan at…” **

Kim yazmıştı? Masal mıydı, hikâye miydi, şiir miydi neydi?

Düşünüyorum, bulamıyorum.

Düşünüyorum... Ölen çocuklar hiç büyümeyecek. Hiç aşık olamayacaklar.

Ölen sevgililer geri dönmeyecek. Hiç, birlikte bir  düşün peşinden koşamayacağız.

Onlar hep aynı yaşta kaldı. Biz büyüdük...

Aşkı hafife almayı, kalbimizi tehlikelerden korumayı öğrendik.

Hayata karşı barikatlar kurmayı, ıssız sokaklara sapmamayı öğrendik.

Ortaklaşa hayatımızın sınırlarını öğrendik. Kendi benliklerimizin sınırlarını da...

Artık her şey çok kolay: “Bu oyunu sürdür... Bu yolu izle...”

Artık kime ne zaman aşık olacağımızı, aşkımızın değerini, rakamlar ve yüzdelerin aşk borsamızda ne anlama geldiğini biliyoruz.

Yönümüzü şaşırırsak pusulalarımız, burçlarımız, kahve fallarımız, çakralarımız var.

Takvimlere işaretlediğimiz doğum günlerimiz, evlilik yıl dönümlerimiz, sevgililer günümüz var.

Nereye gitmeli, ne almalı, ne yapıp edip bu günün ‘dışında’ kalmamalı tek bir tuşa basarak öğrenebiliyoruz...

Ekranların arkasında yüzler, tepemizde gözler, sokaklarda kameralar var.

Bizim için en iyisini düşünen politikacılar, uzmanlar, eğitim kurumları, akrabalar, yaşam koçları ve bankalar var.

Kim olduğumuzu, neye ihtiyacımız olduğunu, ne hissetmemiz gerektiğini -şüphesiz- bizden daha iyi bilen reklamlar, anketler, magazin sayfaları ve programlar var.

Hepsi mükemmel eşi nasıl bulacağımızı anlatıyor.

Mükemmel sevgili nerede; onu nasıl elde edeceksin, nasıl elinde tutacaksın?

Her bakışmada, çantalarımızda usulca yokladığımız doğum kontrol haplarımız, ceplerimizde prezervatif paketlerimiz, karşılaştırmalı skor tabelalarımız var.

Korunaklı sevmeyi öğrendik.

İntiharlarımızı taşır gibi zarafetle taşıyoruz yüreklerimizde hafife almayı, unutmayı, yok saymayı.

Birinin ellerimize bulaşan kanını, diğerinin kanıyla yıkıyoruz.

Yalnızlıktan, sıkıntıdan, kederden ölüyoruz. Kendimizi kendi ellerimizden alamıyoruz.

Ruhlarımız delik deşik, yüreklerimiz param parça.

Boşlukları minik-parıltılı taşlarla ‘örüyoruz’ ama yine de içimizi ısıtmıyorlar.

Parmaklarımızda pırlanta yüzükler, cüzdanlarımızda platin kartlarımız var.

Ve bütün özgürlüğümüz oraya kadar. Bütün güvencemiz. Bütün değerimiz.

Geride zamana bırakıp unuttuklarımız, boynunu kırıp attıklarımız var.

İçimizde, aynı evde yıllarca birbirine dokunmadan yaşamayı becerebilen kadın ve erkekler var.

Çünkü kalplerimiz kırık. Çünkü mecalimiz yok. Çünkü vazgeçtik.

Çünkü ‘ölümsüz’ olduğumuzu sanıyoruz.

Çünkü hâlâ vaktimizin olduğunu düşünüyoruz. Yaşamaya.

Ama işte yok. Buraya kadar...

Yaşamı, yaşarken anlamaya çalışmalı, insanı vakit varken anlamalı, sevdiklerimize vakit varken dokunmalı.

Sahicilik, vakit varken.  Samimiyet, vakit varken. ‘Aşk’ vakit varken…

Aşkı yok sayabilir, küçümseyebilir, yadsıyabilir, korkabilir, lanetleyebilir, ondan öcü gibi kaçabilirsiniz. Ama kişisel yazgımızda bizi yaşama bu denli yoğunlaştıran yalnızca o var.

Bir tek o...

Aragon’un “mutlu aşk yoktur” sözlerine itibar etmeyin. Geçici olanın, ezici ihtişamını hafife almayın.

Derler ki Neron, Roma'yı bir 14 Şubat günü yakmış.

Eğer aşkı 14 Şubat’lara, tek taşlara, pırlantalara, kredi kartlarına, banka hesaplarına, lüks restoranlara, teknelere, alışveriş merkezlerine, reklamlara, ekranlara, yıldız fallarına kaptırdıysak yansın dünya!

Eğer aşkı, günahlara, ayıplara, yasaklara, kurallara, klişelere feda ettiysek bizi de yaksın dünya...

Biri mutlu son ile biten bir masal anlatsın. Biri sonu iyi biten bir hikâye yazsın.

Biri aşk şarkıları söylesin. Biri aklımızı başımızdan alsın...

Biri başucumuza bir gece yarısı şarkısı-şiiri bıraksın...

Biri “gönülden dönüle gizli gizli giden yolların” izini sürsün...

Biri karşımıza geçip “Bunları boş ver, ne haber ‘aşk’tan?” diye sorsun...

“Zaman, nefes almakla geçen günler değil, birinin aklında olmakla ilgili biraz...” diyen adam, hastane yatağında gözlerini açtı ve Azrail’e gülümsedi.

Son zamanlarda en çok ‘ya uyanamazsa’ diye korktuğum adam. 

Ya o da uyanmazsa ve biz biraz daha yalnızlaşırsak...

Onu -uzaktan uzağa- hep sevdim. Kendini, kendi başından atmış bir çocuk, dünyayla arası hiç iyi olmamış.

En son ‘bazı erkekleri’ anlamaya dair yazmıştı OT dergisinde. Aslında ‘aşk’a dair yazmıştı.   

Son zamanlarda okuduğum en güzel, en hüzünlü, en sahici aşk hikâyesi idi.

Bu gece o uyurken penceremi açtım, karanlığa uzandım ve başucuna bir Turgut Uyar  şiiri bıraktım, usulca...

 

Çokluk Senindir 




özenle soyduğum şu elma söyle şimdi kimindir


özenle ne yapıyorsam, bilirsin artık senindir


 

suya giden bir adam mesela omuzunu eğri tutsa


güneş su ve adamın omzundaki eğrilik senindir




ayağa kalkarsın, adına uygunsun ve haklısın


kararan dünya bildiğin gibi sık sık senindir




kararan dünya, yeni bir güle bir ateş parçasıdır


bir ateş parçasından arta kalan soylu karanlık senindir




bir deneyli geçmişi aldın geldin, yeniyi güzel boyadın


ben bilirim sen de bil, ilk aydınlık senindir




benim sevdiğim su, senin suyunun öz kardeşidir


senin soyunun bıraktığı güçler artık senindir




çünkü bir silah gibi tutarsın tuttuğun her şeyi


her yeri bir uyarma diye tutan ıslık senindir




senindir ey sonsuz veren, ne varsa hayat gibi


tutma soluğunu, genişle, öz ve kabuk senindir




ey en güzel görüntüsü çiçeklere dökülen bir çavlanın


aşkım, sonsuzum, bu dünyada ne var ne yok senindir..."

 

* Ben sana Mecburum (Atilla İlhan)

** Bana kendisini -ve o güzelim şiiri- yıllar sonra bu yazı vesilesi ile hatırlatan Abdullah Eraslan'a sevgi ve teşekkür ile…

***Barış Manço - Gönül Dağı  (Neşet Ertaş ustaya saygıyla)

http://www.youtube.com/watch?v=_gg5WJFt22c

@SibelYerdeniz

Yazarın Diğer Yazıları

Ne anlatayım ben sana?

Ey ilk insan, ey ilk yürek, ilk nefes, ilk adım, ilk gözyaşı, ilk kahkaha... bu mu mirasın torunlarına?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Bu ülkeyi yönetenler; iktidar ve söz sahipleri bize ne demek istiyor?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Nazi Almanya’sında milyonlarca insanın ‘iyi’ olmaya cesaret edememesinin nedeni neydi?

"
"