30 Ocak 2014

Biz razı değiliz!

Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türkiye’nin, Suriye halkına yaptıklarını, bugün bir başka ülkenin lideri Türkiye halkına yapsa ne olur(-du) bir düşünün.

Bir çağ hakkında en az şey bilenler her zaman o çağın insanlarıdır, denir.

Kaderlerimiz üzerinde uykuya yatmayı severiz.

Bedeli ne denli ağır olursa olsun hayatlarımızı, ölümcül bir atalet ile muktedirlerin ellerine bırakmayı, severiz.

Sağlam iradeleri ve bitip tükenmeyen hırsları ile geleceğimizi karartmalarına ses çıkarmayız. Trajik bir tevekkül ile adaletsizliklere göz yummayı severiz.

İktidar sahiplerini Tanrı sayar, mutlak kaderimizmiş gibi itaat eder, haklarımızı savunmaktan ölümüne korkarız. Korkularımızın sahte sığınaklarını severiz.

Ta ki bir gün ‘zulüm’ bizim kapımıza da dayanana kadar…

İçeriden ya da dışarıdan, nereden patlak verirse versin savaş, kara bir delik gibi eninde sonunda tüm gerçek ve sahte yanlarımızı yutar.

Fazlasıyla keyfi bir iktidarın hüküm sürdüğü bir ülkede, padişahlık/krallık  misali  babadan oğula geçen iktidarı ile Esad, elbette sistemde reform yapabilir, demokrasiyi kendisini ‘dışlanmış’ hisseden kesimlere de yayabilir, gerçek bir hukuk devleti kurabilir, rüşvete, eşini-dostunu kayırmaya ve baskıya son verebilirdi.

Ama o, ülkesindeki her anlaşmazlığı, iktidarına yönelen her eleştiriyi, hegemonyasına zarar getirecek, düşmanlarına fırsat verecek bir tehdit olarak algılıyordu.

Demokratik bir sistem yerine ‘tek adam’ rejimi kurmayı-sürdürmeyi yeğledi.

Sonra ne oldu?

“Günlerden bir gün, bir sahada silah arkadaşlarımızla top oynuyorduk. Sorun şu ki, top yerine bir insan ‘kafası’ vardı ayaklarımızın altında. Bir ‘düşman’ın kestiğimiz başıyla oynuyorduk... Onu, rengarenk çiçeklerle dolu bir alanda yuvarlıyorduk. Koşuyorduk, terliyorduk, gülüyorduk, bu bir oyundu ve normal bir şeydi. Üzüldüğümüz tek şey pantolonlarımızın kan lekesi olmasıydı ve bu yüzden paçalarımızı kıvırmıştık...” **

İç savaştan önce hiç bir zaman nefrete yenik düşülmemesi gerektiğini savunan, sıradan bir adamın sözleriydi bunlar.

Peki ne olmuştu?

Savaşta en yakınlarını, arkadaşlarını, annesini, kız kardeşini kaybetmişti...

Sonra ne olmuştu?

Kendisini “Ama onlar da...” diye başlayan cümleler kurarken bulmuştu.

Peki bizler, sınırın hemen bu tarafındakiler, daha en başından beri Suriye iç savaşının neresindeydik?

Le Monde Diplomatique’in Arapça yayın yönetmeni ve Suriye Demokratik Forumu’nun kurucusu Samir Aita, Radikal’den Fehim Taştekin’e şunları söylüyor:

“Türk yetkililer barışçıl devrimin askeri bir çatışmaya dönüşmesinden yana oldular. Daha kötüsü silahlar ve yabancı savaşçıların Suriye’ye girmesine izin verirken ordudan ayrılan askerlerin Özgür Suriye Ordusu’nu organize etmelerini engellediler. Askeri karmaşa ve aşırılıkçılık belasının ana müsebbibi bu kararlardır. …

Türk hükümeti, Esad'ın iktidarda kalabilmek için öne çıkarttığı ‘şiddet, mezhepçilik ve dış müdahale’ ile onun oyun alanına gitti. Muhalefetin politikasına karıştı, şiddet ve mezhepçiliği tercih etti. Askeri çözümü savundu, devrimsel dönüşümü iç savaşa sürükledi. …

… Halepliler, fabrikaların ve işyerlerinin sökülüp Türkiye’de satılmasını, Kaide savaşçılarının tamamının Türkiye üzerinden gelmesini asla affetmeyecek…”

Bana Halep’in eskiden nasıl bir yer olduğunu anlat?

Sokaklarına korku ve nefret sinmeden önceki  Humus’u anlat?

Erkeklerine işkence yapılmadan, kadınların tecavüz edilmeden önceki Rojova’yı anlat?

Umudun hâlâ varolduğu zamanları anlat bana…

“Barışçıl bir kentti, kimsenin aklında savaş yoktu, komşusunun ya da eşinin hangi ırktan olduğunu umursayan yoktu…

Bahardı, perdeler açıktı, bahçelerde çamaşırlar asılıydı.

Bir andı, sadece bir andı.

Ateşin küle çevirdiği bir kağıt parçası gibi yanıveren,  hayatlarımızın yanıp küle dönüştüğü ve havaya savrulduğu bir andı.

İlk tetiği kim çekti? İlk ateşi kim yaktı?

Her şey tam olarak ne zaman koptu, köpekler ne zaman saklanmak için koşmaya başladı?

Bilmiyoruz...

Ama bedeli ne olmuş olursa olsun öğrendiğimiz şeyler var:

Kalaşnikovların sesinin boğukluğunu, havan topu mermilerinin tıslamasını öğrendik.

Fosforlu mermilerin kırmızı ışıklarını, ardından kayan yıldızlar gibi düşüşlerini öğrendik. 

Kadınlarımızın savaş ganimetleri olduklarını öğrendik,

Bütün savaşlarda vahşetin amansızlığına ilk önce yakalananların çocuklar olduğunu öğrendik.

Ateş hattında koşmak, sonradan yıkıntıların arasında koşmaktan daha az can alıcıdır. Öğrendik...” **

Bu çağın insanları olarak her birimizin en nihayetinde ortak olduğumuz bu karanlık ‘kader’ üzerine düşünme sorumluluğu var.

Korkmayın, düşünün…

Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türkiye’nin, Suriye halkına yaptıklarını, bugün bir başka ülkenin lideri Türkiye halkına yapsa ne olur(-du) bir düşünün.

Bütün bu ihtimaller, yaşananlar bugün bizden çok mu uzak?

Öyleyse bir savaşın ne olduğuna tekrar tekrar dönüp bakın. Bizlerin bu savaşın neresinde olduğumuzu bir kez daha düşünün…

“Karnındaki ‘o şey’den kurtulmak için bütün gün mermilerin cirit attığı sokaklarda dolaştı durdu Aska. Ölmek istedi ama olmadı. Şimdi tek istediği o şeyi bedeninden çıkarıp almaları. Çocuk, içinde hareket ettiği zaman korkuyla titriyor, kollarını karnından uzaklaştırıyor ve iki yana açarak, kuşlar gibi çırpınıyor Aska. Rüyasında, kendisine tecavüz eden çocuklar doğurduğunu görüyor. Saçları bile ağlıyor...” **

Aska, doğduğu topraklarda ‘düşman’lar tarafından ele geçirilmiş ve günlerce alıkonulmuş bir savaş ganimeti. Binlerce savaş mağdurundan biri. On dokuz yaşında.

O çocukken kendisine, “her doğumda bir ders vardır” demiş annesi. Şimdi Aska, “tecavüzden nasıl bir ders çıkartması gerektiğini” düşünüyor.

Bu topraklara sığınmış binlerce Suriyeli sığınmacının kız çocuklarını, ailelerine ‘iyilik’ olsun diye para karşılığı ‘kuma’ olarak alan ‘hayırsever’ adamların, o can pazarında Aska'yı savaş ganimeti olarak sayanlardan farkı ne?

O katilleri topraklarında eğiten, ceplerine para koyarak oraya yollayan, ellerine silah veren, cephanelerini tırlarla, kamyonlarla taşıyan siyasetçilerin, o tecavüzcülerden farkı ne?

Gün gelecek, hiç bir özür, hiç bir inanç, hiç bir savunma bunca acıyı, bunca zulmü ve bunca haksızlığı telafi etmeyecek.

Biz, sessizce ‘rıza gösterenler’ de sorumluyuz hepsinden.

Bizim adımıza bu ülkeyi yönetenlerin aldıkları kararlardan, o ‘çok gizli’ icraatlarından, sorumluyuz.

Bilmek zorundayız, tırlarla, kamyonlarla, otobüslerle, ambülanslarla kimlere, neler taşıdıklarını.

Ne demek “Tırlar MİT’in size ne?”

Asıl MİT kimin? Ne için var?

"Ben MİT'e ve Emniyet'e çalışıyorum…" demek;  molotof da atarım, provokasyon da yaparım, silah da taşırım, katilleri de eğitirim,  adam da kaçırırım, işkence-infaz da yaparım, suikast de planlarım, yolsuzlukları da örterim… demek mi?

MİT bütün bunlar için mi var?

Bütün bunlar neye ve kime hizmet ediyor?

Bilmeye hakkımız var.

Bizler bu ülkenin halklarıyız. Sizler seçilmiş siyasetçilerisiniz.

Bütün bunları yapmak için seçilmiş olduğunuzu iddia  etme cüretine, ne cehaletiniz mazeret olabilir, ne de insanlığımızı uğruna çoktan feda ettiğiniz açgözlülüğünüz. 

Tanrı değilsiniz. Ölümsüz değilsiniz. Mutlak değilsiniz.

Bizim adımıza katilleri eğitiyorsanız, bizim adımıza silah yolluyorsanız, bizim adımıza öldürüyorsanız, bizim adımıza tecavüz ediyorsanız, bizim adımıza işkence yapıyorsanız, bizim adımıza yağmalıyorsanız, size ‘dur’ deme hakkımız var.

Sandıkta değil. Bugün, burada ve şimdi.

Bu ülkenin de, dünyanın da artık yakıcı-yıkıcı öfkelerinizden başka bir şeye ihtiyacı var. 

Kalpleri nefret, kafaları safsatalarla dolu, düşman ve ‘kafir’ olarak gördüklerini olmadık işkencelerle katleden bu karanlık adamlarla iş birliği yapmanıza biz razı değiliz.

‘İnsanlığımızın’ yolunu bu kadar saptırmanıza biz razı değiliz!

“Kötülükte bu kadar geriye gidilebileceğini, benim neslimin kötüyü bu kadar gerisingeriye izlemeye koyulacağını, bu vahşi savaşı, bütün o katliamları asla aklıma getirmezdim...

Önümüzde koskoca bir hayat vardı. Barış için, demokrasi için, hoşgörü için, insanca olan için mücadele etseydik...

Bir aradaydık. Bir arada olmak, önemliydi... Neden yapamadık? Neden zehirli tohuma, karanlık kuyulara, çürümüş cesetlere razı olduk ki?..

Şimdi, bir parça gökyüzü uğruna umutla cama çarpan sinekler gibiyiz.

Oysa artık cam da yok. Her sabah, evimizin yıkık penceresinden karşıdaki duvara bakıyorum ve aynı yazıyı okuyorum:

Biz bu gece de ölmedik...” **

** sen dünyaya gelmeden’ (Margaret Mazzantini)

 

@SibelYerdeniz

Yazarın Diğer Yazıları

Ne anlatayım ben sana?

Ey ilk insan, ey ilk yürek, ilk nefes, ilk adım, ilk gözyaşı, ilk kahkaha... bu mu mirasın torunlarına?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Bu ülkeyi yönetenler; iktidar ve söz sahipleri bize ne demek istiyor?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Nazi Almanya’sında milyonlarca insanın ‘iyi’ olmaya cesaret edememesinin nedeni neydi?

"
"