Başbakan gidip gezdiği yerlerden bize selam getirmiş.
Selam baş göz üstüne.
Ama ‘yaşananlar’ hakkında yanlış bilgilendirilmiş.
Kendisine, o buralarda değilken de, bütün dünyanın gözünün üstünde olduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı olduğunu hatırlatarak, geç olmadan ‘hatalarını’ düzeltelim. Bu hataların aklımıza getirdiği soruları sormayı da ihmal etmeden.
İlk olarak:
“Bunlar Türk bayrağını yakacak kadar ileri gitti!”
O yokken, Gezi Parkı gösterileriyle hiç ilgisi olmadığı bilinen, 2010 yılında Dolapdere'de çekildiği belirtilen ve o gün bile kimler tarafından hangi niyet ve provakasyon ile yapıldığı belli olmayan bir olay devlet televiyonlarında Gezi Parkı olaylarında yapılmış gibi gösterildi. Ama sonra ‘gerçek’ ortaya çıktı.
Bir Başbakan’ın doğruluğundan asla emin olamayacağı bu denli ucuz bir provakasyon malzemesini, haberini, bilgisini kullanmak için bir an bile tereddüt etmemesi normal ve doğru mu?
Hangi motivasyon ve düşünceyle bunu yapmaktadır?
İkinci olarak:
“Kâğıt toplayarak hayatını idame ettirmeye çalışan gencimiz, ona da kastetiler.”
Haber şu:
“İstanbul'daki Gezi Parkı eylemlerine destek amacıyla 6 Haziran'da Adana'da düzenlenen gösteriler sırasında, 12 yaşındaki F.Ş., Kasım Gülek Köprüsü'nden düşmesi sonucu ayağını kırdı. Kağıt toplayıcılığı yapan ilkokul 6'ncı sınıf öğrencisi F.Ş., polise, 'Kağıt topluyordum, Kasım Gülek Köprüsü'nden inerken kıvırcık siyah saçlı biri beni kollarımdan tutup aşağı attı. Gösteriler ile ilgim yok' ifadesini verdi.”
Başbakan bu habere dayanarak -öncesinde hiç tereddütsüz İçişleri Bakanı'nın da yaptığı gibi- Gezi Parkı göstericilerini suçluyor.
Bu haber dışında herhangi bir bilgi, delil, görgü tanığı v.s. de yok elimizde.
Aklımıza ilk gelen soru şu. “Benim olaylarla ilgim yok!” diyen bir çocuk ne kadar korkuyor olabilir yaşadığı ülkenin polisinden ve devletinden?
Ne kadar travma edilmiş olabilir?
Çocuğun korkudan yalan söylemediğini -çocukların otoriter ve acımasız ebeveynleri karşısında sıklıkla başvurduğu gibi- nereden biliyoruz?
Kaldı ki birisi ona bunu yapmış olsa bile bunu yapanın ‘göstericilerden’ biri olduğunu nereden çıkarttınız? Biz ‘meczup’ dışında kim bir çocuğa bunu yapabilir?
Yine bu vesileyle, yeri gelmişken Başbakan’a soralım:
Bu ülkede bir çocuk neden ‘kağıt toplayıcısı’ olur, neden çöplüklerden kağıt toplayarak hayatını idame ettirmeye çalışır, hiç düşündünüz mü?
Mesela siz, geçen ay -24 Mayıs’da- Kerem Taş adlı yine 12 yaşındaki bir çocuğun ‘ırgatlık’ yapmak için annesi ve kardeşleriyle gittiği Urfa Siverek’de, iş dönüşü yorgunluk ve dalgınlıktan kamyon altında kaldığını, ezilerek öldüğünü biliyor musunuz?
Kerem’in, kışın babasıyla kağıt toplayarak, yazın annesi ve kardeşleriyle Çukurova’nın köylerinde ırgatlık yaparak hayata tutunmaya çalıştığını -ama en sonunda gücünün tükendiğini- biliyor musunuz?
Her seferinde çıkıp gururla “sizden üç çocuk istiyorum” dediğiniz Kerem’in babası Mahmut Taş’ın daha yirmili yaşlarında (27), yaşamını Ankara İskitler Sanayi Havzası'nda ‘kümes’ bile diyemeyeceğimiz barakalarda ‘kağıt toplayıcılığı’ yaparak sürdürdüğünü biliyor musunuz?
Siz on iki yaşında, hayatını üç kuruşa kağıt toplayarak ya da tarlalarda ırgatlık yaparak kazanan bu çocuklar hakkında ne biliyorsunuz?
Siz kağıt toplayıcısı işçiler hakkında ne biliyorsunuz Sayın Başbakan?
Onları amansız korkuları, ezilmiş bedenleri, kırılmış ayakları ve kırık dökük hayatlarıyla en acımasız hesaplarınıza malzeme yapmak dışında, ne biliyorsunuz?
Üçüncü olarak:
Adana’da gösteriler sırasında ölen Komiser Mustafa Sarı’nın en yakın arkadaşlarından Bilal Gül o geceyi şöyle anlatıyor:
“Adana'da şehit olan Mustafa Sarı hakkında konuşma ihtiyacı hissediyorum çünkü ciğerim yanıyor. Herkes konuşuyor, yazıyor. Gerçekleri en önden gören bendim. Mustafa'nın düştüğü o gece ben de orada fotoğraf çekiyordum. Oradaydım!..
Kaçan göstericilerin aynı bölgeye geri dönmelerini engellemek için Kasım Gülek Köprüsü polis tarafından kontrol altına alındı. Atatürk Caddesi'ni, Mustafa Kemal Paşa Bulvarı'na bağlamak için yapılan inşaat halindeki köprünün ve çevresinin de tutulması gerekiyordu. O bölgede herhangi bir kovalamaca yaşanmadı. Kimse Mustafa'yı tutup köprüden aşağı atmadı. Mustafa orada kimseyi kovalamadı. Mustafa'nın görevi kimseyi kovalamak değildi. Bir Terörle Mücadele Komiseri gidip gösterici kovalamaz. Onun görevi emrindeki polis memurlarını koordine etmekti. Polisleri oraya yerleştirmesi gerekiyordu. Köprüden geçmek istedi. Mustafa yorgundu, uykusuzdu. Mustafa 6 gündür evine gitmemişti. Gece karanlıktı. Mustafa talihsiz bir kaza sonucu oradan düştü. 5 metre derinliğindeki karanlıkta kayboldu. Kimseyi katletmedi, kimse tarafından da katledilmedi!”
Şimdi burada durup sormalı Başbakana. Mustafa neden öldü?
Mustafa, hangi karanlıkta kayboldu?
Bir Başbakan düşünün...
Bir Başbakan düşünün ki, karanlığın yüreğinden ses veriyor.
Karanlığın yüreğinden ‘şiir’ okuyor.
Bizzat kendisi büyük bir sorumsuzlukla, iktidarını korumak uğruna, halkının kin, nefret ve düşmanlığa adım adım yaklaşmasına çanak tutuyor.
Bir Başbakan düşünün ki, ülkesine gelir gelmez ayağının tozuyla çocuklarımızı, bu halkın ‘çocuklarını’ kanla kararmış bir tezgâhın, mezbahanın önüne atıyor.
Kendisini karşılayanlar “Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim!” diye slogan attığında ancak, durup bir hefes alabiliyor, kendini iyi hissedip, rahatlayabiliyor...
O kalabalığın oraya ne şekilde çağrıldığını biliyoruz Sayın Başbakan.
Nasıl provake edildiklerini gördük. Nasıl terörize edildiklerine tanıklık ettik.
Gözlerimiz var görüyoruz. Kulaklarımız var duyuyoruz. Dilimiz var soruyoruz:
Bir Başbakan’a yakışıyor mu halkını terörize etmek?
Bir Başbakan’a yakışıyor mu el kadar çocuklardan bu kadar korkmak?
Siz burada yokken çok şey oldu Sayın Başbakan.
Çok şey yaşadık. Çok şey gördük. Çok ağladık. Çok güldük.
Anlatması zor...
Gözünüzü açın görün. Kulağınızı açın dinleyin.
Gönlünüzü açın hissetmeye çalışın ve korkmayın...
Biliyorum sizin için de anlaması çok zor...
Ama şu olduğunuz halinizle, sizin yönettiğiniz bir ülkede yaşamak da bizim için çok zor…
Medya’nın ‘canı’ sizin ileri demokrasi anlayışınıza fedaymış Sayın Başbakan.
Sizin ‘demokrasi’den anladığınız buysa, bizimki feda değil.
Bizim çocuklarımızın canı sizin bu istediğiniz gibi eğip bükebildiğiniz, istediğinizde ezip geçebildiğiniz ‘demokrasi’ye de, size de feda değil.
Biz o güzelim çocukları ‘hiç kimseye yedirmeyiz’ Sayın Başbakan.
Buna asla izin vermeyiz.
Toplumu bir bütün olarak tam bir manipülasyon, bir teknokrasi sistemi haline getirmeye çalışmanıza izin vermeyiz.
Araştırırız, öğreniriz, bilgilendiririz, paylaşırız, dayanışırız.
Oturup ağlarız, kalkar güleriz ama vazgeçmeyiz.
Barış ve dayanışma içinde bir arada yaşama düşünden asla vazgeçmeyiz.
Kötü niyet, kötü sonuç doğurur. Sizin bu denli endişe, gerilim ve korkuya değil ‘iyi niyet’e ve soğukkanlılığa ihtiyacınız var Sayın Başbakan.
Gezi Parkı’ndaki çocukların ‘iyi niyetle’ sevilmeye ihtiyacı var.
Gözlerini karartarak, insanlığından çıkartarak havalanına yığdığınız o ‘zavallı ve şuursuz’ kalabalıkların da sevilmeye ve ‘iyi niyete’ ihtiyacı var.
Ama bütün bunlara en çok ve acil olarak sizin ihtiyacınız var.
Sırf yüreğinize bir parça ‘su’ serpmek için alıyorum, Beşiktaş'ın taraftar Grubu ÇARŞI’nın, o güzelim çocuklarının mektubunu buraya.
Direnişçilerden size selam olsun diye,
Koskoca bir ülkenin Başbakan’ına, bir avuç çapulcu çocuk örnek olsunlar diye…
"Bir bahçeye giremezsen
Durup seyran eyleme
Bir gönül yapamazsan
Yıkıp viran eyleme...
Gördüğü şiddet yüzünden yaralanmış tüm insanlarımıza geçmiş olsun der, yaşamını yitirmiş olan insanlarımızın ailelerine ve yakınlarına başsağlığı dileriz. Mekânları cennet olsun, hatıraları yaşasın...
İstemeden de olsa kimilerine bir zararımız dokunmuşsa... Geride bıraktığımız tek bir çöp için dahi halkımızdan ve dünyadan en onurlu işini en az ücret karşılığı yapan tüm temizlik işçilerimizden özür dileriz...
Bilenler bilir bizi; gerektiği zaman özür dileyenleri severiz.
Hayatı futbola değil, futbolu hayata feda edenler olarak, yaşadığımız bu süreç zarfında, çocukluğumuzdan beri vurmalı çalgıların ustası analarımıza...
Kapısını arkadan sürgülemeyen semtimizin güzel sakinlerine...
"Direnmeye gittim gelicem" diyen esnafına...
"Semt bizim aşk bizim" şarkısının hakkını verirken, yere düşen insanlara korkusuzca kalkan olan delikanlılarımıza...
Seccadesini sedye yapan cami imamına, su taşıyan kilise papazına... Başka renklere gönül verip rekabetini maneviyata saklayanlar... Dualarını, iyi niyetlerini bizden esirgemeyen Antartika'daki penguenlere... Şerefini patronlarına devreden medyaya karşı kalemini kırıp onurlu tavır sergileyen basının tüm emekçilerine...
Duyarlılıklarını esirgemeyen sanatçı, yazar/şair ve düşünürlere... Emekçi ve emeklilere... Starbucks'ın alnının ortasına "Yaşasın tam bağımsız Kurukahveci Mehmet Efendi" yazan zekâya...
"Sinirlenince çok güzel oluyorsun Türkiyem" diyen dikkate, haksızlığın, kibrin fırlattığı taşlara karşı göğsünü siper eden kadınlarımıza...
Gönüllü doktor ve avukatlarımıza... "Bi başına çoraplarını bile giyemez, eksantirik kitaplar dışında kitap, dergi okumaz; etliye, sütlüye, dertliye, asgari ücrete, evin ekmeğine karışmaz, yanında bomba patlasa umurunda olmaz" denilen velakin herkese çalımını atıp röveşatasını yapan gençliğimize...
Selam veren tüm dostlara... Yolda bize eşlik eden Beşiktaş sahilinin martılarına ve gölgesini bizden esirgemeyen ağaçlara teşekkür ederiz..."