Birlikte geçirdiğimiz son yılbaşında Ada, “Anne...” demişti, “Noel Baba’yı görmeye gidelim mi?”
Evet bu dünyada Noel babalar da vardı. Unutmuştum...
Onun küçücük dünyasını renklendirdiği için oğluma Noel babalarla ilgili düşüncelerimden bahsetmedim.
Yeni yıla işsiz giriyordum, yorgundum, umutsuzdum, yalnızdık, kendimi iyi hissetmiyordum ama yine de beş yaşındaki oğlumu kıramadım.
Akşamın ilerleyen saatlerinde kalkıp gittik o tüketim katedrallerinden birine. Bu şehirde başka nerede bulunurdu ki Noel babalar?
Koşar adım daldık kocaman gösterişli bir kapıdan, o büyük ‘AVM’lerden birine. Ama geç kalmıştık. Alışveriş merkezi kapanmak üzereydi, yeni yıla girmek herkesin hakkıydı.
Bütün katları hızlıca dolaştık ama ortalıkta hiç Noel Baba görünmüyordu... Noel babalar da yeni yılı karşılamaya gitmişlerdi anlaşılan.
Öylece bakakaldık, yavaş yavaş kapatmaya hazırlanan mağazaların vitrinlerindeki oyuncak Noel babalara…
“Ben gerçek Noel Baba görmek istiyorum,” diye diretti Ada.
Vitrinlerde kocaman ve yaldızlı harflerle “Her şey sizin için” yazıyordu.
“Her şey size özel...”
“Ne yazıyor?” diye sordu Ada ben vitrinlerin karşısında öyle dalgın bakakalınca.
Daha en başından Ada ile bir anlaşmamız vardı. Ona asla, hiç bir konuda yalan söylemeyecektim.
“Buradaki her şeyin, bizim için olduğunu yazıyor Ada’cım” dedim...
“Hepsinin mi?” dedi gözlerini kocaman açarak. “Evet,” dedim. “O zaman neden girip almıyoruz?” diye sordu.
Dönüp çocuğun yüzüne baktım aptal aptal.
O ışıl ışıl gösterişli vitrinin önünde bir an durup düşündüm… Her şeyin bizim için olmadığı bir dünya yok mu?
Her şeyin bize özel olmadığı dünyalar?
Kendimizi bu kadar ‘dışarıda’ hissetmeyeceğimiz bir dünya?
“Onlar... Ada’cım. Bizim için değil... Yani biz...”
“Ama...” diye sözümü kesti Ada, “Sen, ‘her şey sizin için’ yazıyor dedin. Öyle söyledin...”
Elinden tutarak sürükledim, “Hadi Ada’cım,” dedim “Noel Baba’yı aramaya devam... Geç kalmayalım...”
Çarşıdan çıktık. Dışarıda keskin bir soğuk. Hızlıca yürüyerek Noel babaların peşine düştük.
Önümüze çıkan beş yıldızlı lüks bir otelin kapısından koşar adım içeri girdik. Sanki randevumuza yetişecekmişiz, sanki birileri bizim için yer ayırtmış gibi. Sanki gerçekten insanlar buralarda eğleniyorlar, mutluluktan ölüyorlarmış gibi…
Bize kimsenin bir şey sorduğu yoktu. Alt katlardan üst katlara kadar, balo salonları olan otelleri, Noel babaları kovaladık bütün gece.
Bir tane bile bulamadık...
Otobüslere bindik ve indik... Her gittiğimiz yerden biz gitmeden az önce ayrılıyordu Noel babalar.
Ama yılmadık, koca bir yıl boyunca yürüdük, yürüdük, yürüdük; diğer bir yıla koşar adım girdik farkında olmadan.
En sonunda Ada umudunu yitirmeye başladı, yoruldu, yüzü düştü.
Yeni yılın ilk saatlerinde, aklıma en son gelen otelin kapısından girdik. Değil Noel babalar, ortada bir tane çocuk bile yoktu.
Orada kapıda duran görevliye sorduk. “Rezervasyonunuz var mıydı?” dedi. “Hayır,” dedim “Sadece Noel Baba görmek istiyoruz.”
“Zemin katta çocuklar için ayrılmış özel bir balo salonumuz var, oraya bakın,” dedi adam. Gözlerimdeki çaresizliği okumuş olmalıydı.
Çocuklar için ayrılmış salona girdik; her şey için çok geç olan o saatte, bizim için olmayan mekânların, bize özel olmayan salonlarına… Yerlerde parçalanmış hediye kağıtları, masalarda yemek ve pasta artıkları, ortalıkta ter içinde çığlık çığlığa koşuşturan çocuklar, onları oyalamaktan bitap düşmüş, makyajı akmış iki palyaço…
Anne babaları, kendilerine ayrılmış özel masalarında, onlara özel içkilerini yudumlarken, Noel babaların getirdiği yeni yılın kollarında çığlık çığlığa tepinen çocukların dünyasının kapısında, öylece kalakaldık.
İşte orada Ada, birdenbire ağlamaya başladı. Başka dünyaların, başka çocukların mekânında, bize ait olmayan bir hayatın kapısında bağırarak ağlıyordu.
Onu kucakladığım gibi dışarı çıktım. Yeşilköy’de, denizin kenarında yüzümüze vuran keskin soğuğa aldırmadan öylece oturduk bir süre.
“Anne, evimize gidelim” dedi biraz sakinleşince. “Ben yeni yıla girmek istemiyorum.”
O anda boğazımda düğüm düğüm olmuş bir şey çözüldü. Deniz kenarında, kollarımda Ada, ben de ağlamaya başladım. Bağırıyordum sanırım...
Öyle korktu ki, ne yapacağını bilemedi. Onun düştüğü dehşeti görüp susmak istedikçe kendime engel olamıyordum.
“Anne n’olur ağlama, bir daha Noel Baba istemeyeceğim, söz veriyorum!” diye hem ağlıyor hem de küçücük elleriyle göz yaşlarımı silmeye çalışıyordu…
Bir yıl daha geçti...
Roboski’den dönerken, yol boyunca bütün bunları düşündüm. Ada ile geçirdiğimiz o son yılbaşını.
Sonra Mehmetali’nin halasının söylediklerini…
“Mehmetali benim oğlanla aynı yaştaydı. Benimki aylarca para biriktirip, yeni bir bot almıştı, gözü gibi saklıyordu onu yılbaşında giyecek... O gece kaçağa gitmeden önce Mehmetali istemiş. Onca kar-kış, onca yol, dağlarda çok ağır olur koşullar. Çocuğun ayağında bir lastik ayakkabı. Benim oğlan kuzenine kıyamadı, verecek oldu ama ben engel oldum, dedim ki ‘o yolu bir gidip geldi mi hayır kalmaz o ayakkabıdan...’ Gerçekten de kalmaz... Sonra cenazeler gelince, işte o tepede, toprağın üzerinde yan yana, o battaniyelere sarılmış... ayakları görünüyordu yalnızca... Ben gördüm ya o lastik ayakkabılar ayağında, paramparça ayakları çocuğun, donmuş... İşte ben de öldüm orada. Bu azap beni mezara kadar bırakmayacak...”
Şervan’ın, şimdi kendisiyle aynı yaşta olan kız kardeşi Bişeng ile oturduk gece, içeride sobanın başında, diğer kızlarla birlikte. Bütün gece abisi Şervan ile kuzeni Nevzat’ı anlattı Bişeng. Gözleri ışıl ışıl ama yüzünü yalayıp geçen karanlık gölgelerle... Şervan ile Nevzat aynı gün doğmuşlar. 1 Ocak 1992’de, neredeyse aynı saatlerde.
“… ve aynı gün öldüler doğum günlerine bir kaç gün kala... Biz onlara sürpriz hazırlamıştık, bir hafta öncesinden pasta ısmarlamıştık, okula gelecekti pasta, hep birlikte kutlayacaktık. Haberleri yoktu kutlamadan ama yine de çok heyecanlıydılar ikisi de yirmi yaşında koskocaman adam olmuşlardı... Sonra gelmiş o pasta okula, arkadaşlarımız kıyamamışlar, bizi de çağırdılar, cenazeden sonra ilk o gün gittik. Belki yine de duyarlar, hissederler, sevinirler diyordu herkes…
Ben zaten inanmıyordum abimin öldüğüne, bana cenazeyi göstermediler. Rüyalarıma giriyordu her gece “tamam o kötü olay yaşandı, ölenler de var ama ben ölmedim, sen sakın ağlama” diyordu. Ağlamadım günlerce, herkese ‘Şervan ölmedi, yaşıyor, çıkıp gelecek’ dedim, inanmadılar. Çok sevdiği genç bir katırı vardı, ona binmeye de, yük vurmaya da kıyamazdı. Onu da götürmüştü. İki gün sonra çıktı geldi katır eve sapasağlam. Şervan’da dönüp gelecek diye bekledim. Dönmedi ama…
İki hafta sonra annemi mezarın başında ağlarken görünce, öyle işte orada ağlarken… anneme baktım, baktım... İki haftada yirmi yıl yaşlanmıştı annem. Anneme benzemiyordu. İşte orada bağırmaya başlamışım. Farkında değilim. Herkes başıma toplanmıştı. Hocaya götürdüler sonra, muska yazdırdılar...
O gün, o doğum günü pastasından hiç birimiz bir lokma bile yiyemedik. Bütün okul, öğretmenlerimiz, arkadaşlarımız, ağlamaktan çatalı ağzımıza götüremedik.
Ama yine de kutladık işte, iyi ki doğmuşlar. İyi ki benim abim olmuş Şervan. İyi ki benim kuzenim olmuş Nevzat. Onları çok özledim...”
Dünyanın bir ucunda olmayan Noel babaları bekledi çocuklar, diğer ucunda gelmeyen babalarını bekledi Mahmut, Hülya, Dilan…
Bir yıl daha geçti.
Bir yıl daha geçti ama bir yıl daha büyüyemedi çocuklar.
Bugün 01 Ocak 2013. İyi ki doğmuş Şervan, iyi ki doğmuş Nevzat...