25 Ekim 2012
Hapishanelerde süren açlık grevi eyleminin 44. ; Kurban Bayramı’nın 1. günü:
12 Eylül'de 63 kişinin başlattığı açlık grevi, her gün onlarca tutuklu ve hükümlünün katılımıyla sürüyor.
Bugün, Çocuk Derneği, Maltepe Cezaevi’nde, TMK kapsamında tutuklu yargılanan çocukların 43. gününe giren açlık grevine katıldıklarını bildirdi. Ülke genelinde sağlıklı bir sayının elinde olmadığına dikkat çeken dernek, çocuklar için endişelerini dile getirdi ve yetkilileri uyardı.
Dün, açlık grevi yapan mahkûmların talebini dinlemek ve bayramlaşmak için Sincan Cezaevi'ne giden Adalet Bakanı Sadullah Ergin“Şu anda Türkiye’de 680 civarında hükümlü tutuklu açlık grevleri yapmaktalar.Bu eylemin başladığı günden bu yana titizlikle olay bakanlığımız nezdinde takip ediliyor. Olumsuz sonuç oluşmasın diye her türlü tedbiri almaya devam ediyoruz. Önce insan diyerek yola çıktık parti olarak. Bunun gereklerini yerine getirebilmek için var gücümüzle çalışıyoruz,” diye açıklama yapmıştı.Grevi sonlandırma çağrısı yapan Ergin, "Açlık grevindekiler seslerini duyurmak istiyorlarsa, bu ses duyuldu" diye de eklemişti.
Bugün, bir basın açıklaması yapan Cezaevleri İzleme Koordinasyonu avukatları (Gülizar Tuncer, Sinan Zincir, Ferat Çağıl, Ramazan Demir, Şefik Çelik ve Ruhşen Mahmutoğlu) bir haftadır Kandıra, Tekirdağ, Edirne, Silivri, Bakırköy, Bolu, Gebze Kadın ve Maltepe Çocuk Cezaevlerini dolaşarak, açlık grevi yapan mahkûmlarla yaptıkları görüşmelerin sonuç raporunu kamuoyu ile paylaştılar.
Onların görüşme raporlarından çıkan sonuçlar, Adalet Bakanı’nın açıklamaları ile örtüşmüyor:
Açlık grevinin başında talep edilmelerine rağmen B1 vitaminleri mahkûmlara birinci haftanın sonunda verilmeye başlanmış. Günlük iki doz olması gerekirken tek doz olarak verilmekteymiş. Yine bazı cezaevlerinde talep edilmesine rağmen tansiyon ve kilo ölçümleri yapılmamaktaymış.
Edirne F tipi cezavinde tansiyon ölüçümlerini “infaz koruma memuru” yapmış…
Açlık grevi yapan tutsaklara gelen mektup ve faxlara el konulmaktaymış.
Tekirdağ 2 No'lu F Tipi ikinci grupta açlık grevine giren tutsaklara taleplerine ve defalarca dilekçe vermelerine rağmen B1 vitamini verilmesine hâlâ başlanmamış olduğunu öğreniyoruz.
“Kurulduğu günden beri işkence ve keyfi uygulamalarla anılan Tekirdağ 2 Nolu F tipi cezaevinde açlık grevinin başladığı ve devam ettiği bu süreçte, keyfi arama, kötü muamele, darp, tutsakların özel eşyalarına el koymaya varan tüm hukuk dışı uygulamalarını son dönemde artarak yoğunlaştırmış öyle ki avukat görüşünden çıkan tutsaklar odalarına götürülürken çıplak arama, darp vs. her türlü hukuk dışı uygulamayı bir rutin haline getirmiştir,” deniyor.
Dün, Uluslararası Af Örgütü’ü aynı nedenlerle Türkiye’ye ‘açlık grevindeki mahkûmların haklarına saygı duyulması’ çağrısı yapmıştı...
TTB Merkez Konseyi, 15 Ekim’de Adalet Bakanlığı’na bir yazıyla görüşme talep etti. Yazıda, TTB tarafınca oluşturulacak heyetlerin, cezaevleri ziyaretleri için gerekli izinlerin acilen verilmesi ve kamu vicdanını yaralayan bu sürece dair yapılabileceklerin değerlendirileceği bir görüşmenin önemine dikkat çekilmişti.
“Açlık grevleri sürecinde mahkumların onurlarına saygı gösterilmesine ve cezaevleri koşullarının mevcut olumsuzlukları göz önüne alındığında, mahkumların sağlık durumları gözetilerek uygun hale getirilmesinin gereği ve aciliyetine bir kez daha dikkat çekmek istiyoruz. Adalet Bakanlığı’ndan bu süreçte ciddi ve geri dönüşümsüz sağlık problemleri yaşanmadan heyetlerimizin ziyaret talebine, tarafsız gözlem, bilgilendirme ve muayene isteğimize olumlu cevap vermesini talep ediyoruz."
Sürecin ayrıntılarını ve yaşanması muhtemel gelişmeleri ve bundan sonra yapılması gerekenleri/ yapılabilecekleri İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri Ali Çerkezoğlu ile konuştuk.
Cezaevlerinde açlık grevi eylemleri ülkemizin yakın tarihinde ne yazık ki sık sık karşılaştığımız bir toplumsal/siyasal sorun. Yine onlarca cezaevinde yüzlerce insanın katıldığı, bazı mahkûmlar için kritik eşiğin aşıldığı ve her geçen saatin insanları ölüme yaklaştırdığı bu süreçte bizleri neler bekliyor?
Açlık grevleri kuşkusuz ilk olarak Türkiye’de ortaya çıkan, yalnızca bizim ülkemize özgü bir sorun değil, ancak sizin de söylediğiniz gibi yakın tarihimize baktığımızda bu yakıcı sorunun ülke gündeminden hiç çıkmamış olduğunu görürüz. Açlık grevlerinde hayatını kaybeden insan sayısı; açlık grevleri sonrası “sakat kalmış" insan sayısı gibi kriterler dikkate alındığında ise dünyada ilk sırayı kimseye kaptırmadığımız aşikar. Açlık grevleri ile bunlara bağlı sakatlık ve ölümler ne yazık ki onar yıllık darbe periyodları gibi her 8-10 yılda bir yinelenerek, toplumsal muhalefetin yeni nesillerinin cezaevlerinde bedenlerini feda etmesine ve aynı neslin dışarıda olanlarında ise onarılması zor vicdani, siyasi ve ahlaki tahribatlara neden oluyor.
Ülkede etkin iktidarın 12 Eylül 1980’de Milli Güvenlik Konseyi, 1989’da ANAP, 1996’da Refah ya da Doğru Yol partilerinin Şevkat Kazan ve Mehmet Ağar'lı Adalet Bakanlıkları ya da 2000 yılında Demokratik Sol Parti’li Hikmet Sami Türk olması sonucu değiştirmedi. Açlık grevleri başlamadan önce sorunların çözümündeki basiretsizlik, duyarsızlık ve açlık grevleri karşısında takınılan nobran tutumhep aynıydı. Sonrasında ortaya çıkan ölümler ve sakatlıklar da.
Şimdi de Adalet ve Kalkınma partisi iktidarında, açlık grevlerinde bu güne değin yaşananların en kitlesel olması muhtemel olanıyla karşı karşıyayız. Yine politik taleplerin insani taleplerle iç içe geçtiği bir süreç yaşanıyor. Yine son çare olarak mahpusların bedenlerini ortaya koydukları açlık grevleri, yine bu aşamaya gelinmesini engellemeyen bir iktidar. Ve yine ölümlere yaklaşıldığında, devletin o soğuk sesinden çıkan "yönetmelik-genelge" ve "her şey kontrol altında" açıklamaları... Ne yazık ki bir toplumsal De javu tablosu bu. Hekimler açısından bir yanda etik değerler, insan hayatı, mevzuatlar, politik bir varlık olarak insanların talepleri diğer yandaise doğrudan ya da dolaylı iktidar baskısı. Bir sıkışmışlık hali.
Cezaevleri İzleme Koordinasyonu avukatları ceza evi ziyaretlerini tamamladı ve hazırladıkları raporu bugün -bayram arifesinde- bir basın toplantısı ile kamuoyu ile de paylaştı. Bu rapora göre 12 Eylül'de açlık grevine başlayan ve bugün itibarıyla 43. gününü dolduran ilk grupta; yoğun halsizlik, yorgunluk, baş dönmesi, eklem ve kemik ağrıları, baş ağrıları, mide problemleri, göz kararması, göz kapaklarında morarma, ışığa aşırı hassasiyet, kilo kaybı ve uykusuzluk gibi problemlerin yoğun olduğunu bildirdiler. Hâl böyleyken açlık grevinin seyri nasıl devam edecek? Sıklıkla duyduğumuz “kritik eşik” ne demek?
Yukarıda da kısaca aktarmaya çalıştığım gibi ne yazık ki bu ülkenin açlık grevleri konusunda gereğinden fazla deneyimi var. Mahkumlar da, medya da, hekimler de, cezaevi yönetimi ve Adalet Bakanlığı da deneyimli. Ancak, bu deneyimli olma halinin ülkemiz ve daha önemlisi bugün 43. güne giren mahpuslar için pek de yararlı olmadığını düşünüyorum.
Adalet Bakanlığı muhtemelen önceki deneyimlerden ve mahkûmların şu anki durumlarına dair gözlemlerden "tehlikeli bir durum" olmadığı sonucunu çıkarıyor. Eğer bir kaç mahkûmun gözünün kör olmasını ya da ciddi bir hastalığa-sakatlığa yakalanmasını önemsemiyorsanız şu aşamada telaş etmenize gerek olmayabilir. Çünkü geçmiş deneyimler bu günlerde yaygın olarak ölümlerin gerçekleşmediğini gösteriyor. Ama yine geçmiş deneyimler bu günlerde (40-50. günler) gözünü kaybeden ya da geriye dönüşsüz olarak sağlığını yitiren örnekleri bize hatırlatmalı. Bu insanlar için artık kritik eşiğe girildiğini kamuoyu da ülkeyi yönetenler de kabul etmeli ve sorunun çözümü için bir an önce adım atılmalıdır.
Tutuklulara su dışında, şeker, tuz, B1 vitamini gibi takviyeler verilmesi gerekiyor mu ya da veriliyor mu? Bugünkü basın toplantısında açıklanan rapora göre her ceza evinde farklı uygulamalar var.
Bağımsız gözlem heyetlerinin cezaevlerini ziyaretleri önemli. En azından mahkumların son durumları bilinir, onlara uygulanan idari tutum spekulatif olmaktan çıkar. Biz de bunu sağlamak için Türk Tabipler Birliği ve İstanbul Tabip Odası olarak oluşturacağımız heyetlere cezaevlerini ziyaret izni verilmesini talep ettik. Bu konuda her türlü çalışmaya hazır olduğumuzu Adalet Bakanlığı'na ilettik. Ancak ne yazık ki halen olumlu bir yanıt alabilmiş değiliz. Durum böyle olunca mahpuslara su, tuz, şeker ya da B vitamini verilip verilmediği konusunda net bir bilgiye hiç kimse sahip değil.
Açlık grevi kitlesel ve yaygın olduğundan bu bilgilerin parça parça ve dolaylı olarak değil; çok net ve merkezi bir kanaldan temininde fayda var. Fayda var çünkü örneğin su kısıtlaması olması durumunda böbreklerde tahribat gibi çok vahim tabloların çok erken ortaya çıkması mümkün. Yine su, tuz ve şekere hiç erişilemiyorsa vücut hemodinamisinin bozulması çok hızlanacaktır. B vitamini alımı mümkün olmuyorsa önceki deneyimler göstermiştir ki ölümle sonuçlanmayan olgularda dahi nörolojik sekel kalması çok yüksek bir olasılık haline geldiği gibi, sinirlerin erken yıkımı sonucunda ölümün gerçekleşmesi de 60. günden itibaren ortaya çıkabilmektedir.
Bazı tutukluların "bilinçleri kapandığında müdahale edebilmek" gerekçesi ile tecrit edildiği söyleniyor. Bu mantıklı bir uygulama mı? Bu uygulamanın altında yatan asıl neden ne olabilir? “Bilinci kaybolmuş hastaya müdahale” ne demektir ve nasıl olmalıdır?
Mahpusların açlık grevi sırasında hapishane içerisinde tecrite alınıp, izole bir ortama konması ironik hatta trajik bir tablodur. Zaten tecrite karşı çıktığı için eylem yapan kişiyi siz daha da tecrit ederek, bütünüyle yalnızlaştırarak yanıt vermiş oluyorsunuz. Yine tecrit edilmenin bu süreçte açlık grevindekilerin ruhsal tahribatını arttıracağı, hızlandıracağı bilinmelidir. Bu süreçte diğer mahpuslarla bir arada olamamanın, yalnız bırakılmanın tabloyu daha da ağırlaştıracağını söyleyebiliriz. Tabii en vahimi de bu tecrit uygulamasının mahpusun bilinci kapanınca ona zorla tıbbi müdahalede bulunabilme amacıyla yapılıyor olması. Hastanın/mahpusun bedeni üzerindeki insiyatifine, talebine, özerkliğine, kararına cezaevi yöneticileri de hekim de saygı göstermek zorundadır.
Hekimler için tabii ki en temel görev kişinin sağlıklı yaşamının sürekliliğinin sağlanmasıdır. Bunun için tüm koşulların yaratılmasıdır. Bu nedenle açlık grevcisini her aşamada bilgilendirmek ve bu eyleminin olası sonuçlarını en açık haliyle grevciye aktarmak hekimin görevi ve sorumluluğudur. Bu nedenle açlık grevlerinde hasta hekim ilişkisi ve özerkliği her zamankinden daha da fazla önem kazanır. Hekim etik yaklaşımdan taviz vermeden kişinin yaşamını ve sağlığını düşünmek zorundadır. Ancak zorla tıbbi müdahalenin bir parçası olmak hiçbir biçimde hekimlikle bağdaşmaz.
Geçmiş yıllardaki birçok örnekte bu girişimler sonucunda ölümle sonuçlanan tablolar ortaya çıktığı gibi, zorla tıbbi müdahaleye hekimlerin ya da sağlık personelinin katılmasının işkencenin sürdürülmesi için kişiye yapılmış bir müdahale olarak değerlendirilmesi de söz konusu olabilir. Kuşkusuz herkes gibi mahpusun da yaşama hakkı esas alınmalıdır. Hiç kimsenin ölmediği, ölmeyeceği bir sonuç için çalışmalar yürütülmek zorundadır. Ancak, hekimler açısından sonuca dönük çalışmalar arasında zorla tıbbi müdahalenin yeri yoktur. Siyasi, insani ya da sosyal talep yine aynı yöntemlerle çözülmeli, "zorla besleme" gibi işkence olarak kabul edilebilecek tutumlar çözüm yöntemi olarak görülmemelidir.
Siyasilerin ve yöneticilerin sorunu çözmelerinin ardından hekimler tüm bilgi ve birikimleri ile bedensel ve ruhsal iyileşmeyi sağlamak üzere elinden gelen her türlü çabayı sergilemek zorundadırlar.
Tutuklular açlık grevine bugün son verse bile, ne gibi kalıcı sağlık problemleri yaşanabilir? Ya da nasıl tedavi edilmeleri gerekir?
Her insan gerek genetik haritası gerek büyüme ve beslenme biçimi, gerekse onu etkileyen çevresel, sosyal etmenlerin toplamından oluşan bedensel ve ruhsal bir özgünlük taşır. Yani bu durum yeryüzündeki her kişi için farklılıklar gösterebilir. Bu nedenle açlık grevini bıraksalar bile 43 gün aç kalmış insanların vücudu yakın ya da uzak dönem bir çok tıbbi soruna davetiye çıkarmış demektir. Bu nedenle gerek açlık grevinin sonlandırılması sonrasındaki tedavi ve beslenme tablosu gerekse içinde bulunacakları psişik ortam açlık grevinden çıkan mahpuslar için kritik önem taşır. Buna büyük özen gösterilmesi gerekir.
Türkiye de 80 sonrası ve 90'lı yıllarda açlık grevinde ölen tutuklu/mahkûmlar olmuştu. Açlık grevinde sıkça adını duyduğumuz Wernicke Korsakoff nedir? Böyle 'geri dönüşümsüz' bir sonucun sorumluluğu nedir ve kimlere aittir?
Wernicke hastalığı veya Wernicke ansefalopatisi (WA) ve Korsakoff psikozu (KP) veya Korsakoff sendromu (KS), 19. yüzyılın sonlarında tanımlanmış nörolojik bozukluklardır. Wernicke-Korsakoff sendromu (WKS), WA bulguları ile öğrenme ve hafıza defektinin beraber olduğu semptom kompleksidir. Bu klinik tabloların tümü beslenme yetersizliği ve kronik alkolizm ile ilişkilendirilmektedir. Ülkemizde açlık grevlerinin yaygınlığı, daha çok alkolizm üzerinden geliştiği kabul edilen bu yıkıcı klinik tablonun, ne yazık ki uzun süreli açlık sonrasındaki sonuçlarını göstermesine yol açtı.
Yani kronik ve ağır alkoliklerde, ağır beslenme yetersizlikleri ile birlikte görülen bu tablo ne yazık ki açlık grevleri nedeniyle bambaşka bir klinik tablo olarak yerleşmiş durumda. Wernicke-Korsakoff sendromu denince artık herkesin aklına açlık grevleri ve bunların sonucunda ortaya çıkan ağır hastalık tablosu geliyor. Ülkemizde bir kısmı halen cezaevlerinde ve bir çoğu aramızda bulunan, ciddi nörolojik, psişik sekeller taşıyan açlık grevi sonrasında Wernicke-Korsakoff sendromuna yakalanmış ve hiçbiri biçimde tam olarak tedavisini olamamış yüzlerce insanın varlığına rağmen yeni mağdurlara davetiye çıkarılabiliniyor.
Görmeyi, dengeyi, bilinç ve mental durum bozukluğunu içeren bu tablo ölümle sonuçlanmasa bile açlık grevlerinin ne kadar vahim tablolara yol açtığının göstergesidir. Kaldı ki kitlesel açlık grevlerine karşı duyarsızlık yüzlerce Wernicke-Korsakoff sendromlu kişi yaratırken, onlarcasının da ölümüne seyirci kalmış oluyor. Burada sorunun muhataplarına, ülkeyi yönetenlere sorumluluğunu hatırlatmakgerekiyor. Bu muhataplık toplumun tüm kesim ve kişileri için farklı düzeylerde de olsa geçerli.
Araya girecek uzun bayram tatili ve kritik eşiğe yaklaşan tutuklular göz önüne alındığında ne gibi vahim sonuçlarla karşı karşıya kalacağımızın devlet yetkililer ve kamuoyu farkında mı sizce?
Savaşlar, işkence ve politik şiddete bağlı ölümlerin yalnız ülkemize has olmadığını dünyada yaygın bir duyarsızlık ve ölümü kanıksamayaklaşımı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Savaşlar için olduğu gibi vahşi neo liberalizmin günlük sonuçlarından kaynaklı ölümler için de bu geçerli. Bu genellemenin yanı sıra ülkemizde de devletin vicdansız olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Belki bu durum sınıfsal karakterinden kaynaklanıyor olabilir. Ama benim değerlendirmem devlet yetkililerinin ve mevcut Adalet Bakanlığı'nı yöneten AKP iktidarının her şeyin farkında olduğu ve geleneksel vicdansız yaklaşımda eskileri aratmayacak bir karakter taşıdığı yönündedir. Karşılaşılacak vahim sonuç bence riski içinde barındıran bu günlerde ve bayram süresince geçecek günlerde ani bir ölüm olayının ortaya çıkmasıdır. Çünkü açlık grevinde bu günlere kadar aç kalan mahpusların hepsi için vücutlarının ne kadar dayanıklı olduğu, geçirilmiş önemli bir hastalığı olup olmadığı konusunda net bilgiye hiçkimse sahip değil.
Türkiye'de cezaevlerinde sıklıkla hak ihlalleri, olumsuz sağlık koşulları v.s. yaşandığını biliyoruz. Binlerce insanın açlık grevi yapmaya başladığı koşullarda cezaevleri doktorları tutukluları bilgilendirmek, takip etmek, gerekli koşulları sağlamak v.s. konularında yeterli midir?
Ne yazık ki yeterli değil. Bu kadar travmaya açık bir cezaevi tarihi ve gerçeği olan bir ülkede ne yazık ki "cezaevi doktorluğu" diye bir kavramdan söz edemiyoruz. TTB'nin tüm öneri ve taleplerine rağmen özel bir eğitimden-sertifikasyondan geçirilerek, özlük hakları-ücretleri yaptıkları işe göre düzenlenerek hekim istihdamının yapılması, cezaevlerinde gerçekleştirilmedi. Uzun süre cezaevleri hekimler için sürgün yerleri olarak kullanıldı. Çok özel bir hasta grubu barındıran cezaevlerine bırakın bu konuda özel olarak hazırlanmış ve motive edilmiş hekimleri, tam tersine mağdur edilmiş ve meslekten küstürülmüş hekimler bakmak zorunda kaldı. Sağlık hizmetinin piyasalaştırılması anlamına gelen “Sağlıkta Dönüşüm Programı”ndan sonra ise Cezaevi hekimliği tam bir çöküş yaşadı. Çünkü hekimlerin maaşlarında artış yapmayan iktidar onlara "performans uygulaması" ile baktığın hasta kadar ek ücret vermeyi taahhüt etti. Sağlık Bakanlığıkurumlarındaki bu uygulamadan cezaevi hekimleri yararlanamadığı için özlük hakları bakımından mağdur edildiler. Ardından istifalar ve nakillerle cezaevlerinde neredeyse hekim kalmadı ve geçici görevlendirmelerle bu sorun bilim dışı bir yöntemle çözülmeye çalışıldı. Son bir yıldır ise cezaevi hekimliği "aile hekimliği" sisteminin içine dahil edildi. Ve hekimlerin özlük haklarını kısmen iyileştirerek nitelikli hizmet sunulacağı yaklaşımı esas alındı. Bambaşka bir sistem üzerinden eğitilmiş ve örgütlenmiş olan aile hekimliğinin cezaevi hekimliği ile bir ilgisi olmadığı gibi hekimi de mahkûmu da mağdur etmek dışında bir sonuç doğurmadı.
Kendisine bağlı hastalar kadar ücret alan aile hekimleri için her tahliye olan mahkum "ücret azalması" olarak yansıdığından hasta-hekim ilişkisi cezaevlerinde müşteri ilişkisini de aşarak post modern bir hal almış durumda. Sonuç olarak mevcut durumun bir an önce değiştirilmesi, cezaevlerinde aile hekimliği yerine cezaevleri konusunda hazırlıklı, buraların sorunlarına ve taleplerine vakıf ve özlük hakları korunmuş "cezaevi hekimliği" sisteminin yerleştirilmesi zorunludur.
Güncel soruna dönersek mevcut cezaevlerindeki aile hekimlerinin böylesi kapsamlı bir açlık grevi sürecini hekim olarak karşılama ortamı ve birikimi ne yazık ki bulunmamaktadır. Bunu bu hekimlerden istemek ve beklemek de haksızlıktır. Ancak bunun sorumluları burada bulunan hekimler değil çalışma ortamını belirleyen Bakanlık olarak görülmelidir. Bu nedenle daha fazla vakit kaybetmeden bu konularda deneyimli heyetlerin cezaevine girişleri, kontrolleri yapmaları sağlanmak zorundadır.
Açlık grevleri ile ilgili ‘etik’ tutumlar ve ‘hekim tutumu’ konusunda uluslararasıgenel yaklaşımlar, bildirgeler ya da sözleşmeler var mı?
Açlık grevleri ve hekim tutumu konusundaki uluslararası belgeler konusunda en ünlüsü ve de sonuncusu, Dünya Tabipler Birliği’nin 1991 tarihli -92’de yapılan değişikliklerle- Malta Bildirgesi’dir. Ayrıca Dünya Tabipler Birliği’nin Tokyo Bildirgesi hekimlerin açlık grevleri karşısındaki tavrını açıkça ortaya koymaktadır.
Örneğin 1975 tarihli Dünya Tabipler Birliği’nin Tokyo Bildirgesi’ne göre “Hekim, tıbbi açıdan sorumlu olduğu kişinin bakımıyla ilgili bir karar verirken klinik yönden bütünüyle bağımsız olmalıdır. Hekimin temel görevi, izlediği kişilerin sıkıntısını azaltmaktır; kişisel, toplumsal ya da politik hiçbir güdü, bu yüce amaçtan daha üstün sayılmayacaktır. Bir hükümlü beslenmeyi reddettiğinde, eğer hekim, beslenmeyi gönüllü olarak reddetmenin yol açacağı sonuçlar üzerinde kişinin tam ve doğru bir yargıya varacak yetenekte olduğu kanısında ise, bu kişiyi damardan beslemeyecektir. Hükümlünün böyle bir yargıya varma yeteneği ile ilgili karar, en azından bir başka bağımsız hekimce onaylanmalıdır. Beslenmeyi reddetmenin yol açacağı sonuçların hekim tarafından hükümlüye anlatılması gerekir.”
Bu bildirgeler genel yaklaşım olarak halen geçerliliğini korumaktadır.
TUTUKLU ÖĞRENCİLERİN DURUMU
Bir de 6 haziran 2012 tarihinden beri tutuklu bulunan 13 tıp öğrencisinin durumu var. Henüz iddianame hazırlanmadığı ve dosyalarında 'gizlilik' kararı olduğu için neyle suçlandıklarını bile bilmiyorlar.Ancak yapılan sorgularından; "Sağlık taraması yaptıkları yerlerde hükümetin sağlık politikalarını eleştirerek, kötülüyorlar; Dağa çıkıp örgüt üyelerini tedavi ediyorlar" v.s. gibi akıl almaz suçlamalara muhatap olduklarını öğreniyoruz. TTB'nin Tıp Öğrenci Kolu (TÖK); SSHE Sendikası Öğrenci Gençliği; Halk sağlığı Topluluğu (HASAT) üyesi/gönüllüsü olan bu öğrencilerin olan tam olarak neyle suçlandıkları konusunda bir öngörünüz var mı?
Aslında bu ülkede herkesi enayi yerine koyan iktidar ve medya algısına kanmıyorsanız, bu sorunun yanıtı çok yalın ve basit. Tıp öğrencileri Kürt oldukları için hedef oldular. Sadece Kürt oldukları için değil, hem Kürt hem toplumsal duyarlılıkları olan öğrenciler olmaları ise tutuklanmalarına yol açtı. Artık herkes çok iyi biliyor ki ülkemizdeki siyasal gündemler çoğunlukla özel yetkili savcılık ve mahkemeler üzerinden yürüyor. Neyin ne zaman suç, kimin neye göre suçlu olup olmadığı sürekli değişiyor.
Tıp öğrencileri de bütünüyle siyasallaşmış KCK operasyonları kapsamında daha önce yasal ve meşru olarak görülen ve yapılan çalışmaların yasa dışı hatta terör örgütü üyeliği gibi onlarca yıllık cezalar içerecek niteliğe büründürülmesi ile karşı karşıya kaldılar ve tutuklandılar. Hâlâ nasıl gerekçelendirileceğini hepimizin merak ettiği iddianameyi bekliyorlar.
“Halk Sağlığı Komitesi”nedir? Göz altına alındıklarında sıkça muhatap oldukları "Bu neyin komitesi?" sorusu (ortam ve telefon dinlemelerine dayanarak) ve “komite” terimi bir tıp öğrencisi için neyi ifade etmektedir?
Medyada çokça yer aldı. Bir nevi Aziz Nesin hikayesi. Bu kuşak ne kadar Aziz Nesin’i tanır bilemiyorum ama O, şimdi başlarına gelenleri bu ülkenin bir geleneği olarak onlarca yıl önce öyküleştirmeyi başaran bir yazarımız. Siz tıp fakültesinin “kırk yıllık” komitesini yani birkaç dersin benzer konularının aynı dönemde ve birbirini tamamlayacak biçimde işlendiği ve öğrencilerin yine aynı biçimde “komite” sınavına tabi tutulduğu bu eğitim modelini“terör örgütünün komitesi” haline getirirseniz; ya da bunların ayrımını yapmayan, yapamayan savcı ve hakimlere gençlerin kaderini teslim ederseniz, bu ülkenin geleceği için endişelenmeniz için çokça nedeniniz var demektir.
Muhtemel suçları; "Halkı, hükümetin artan bir ivmeyle süren sağlık hizmetlerinden soğutmak" olan bu öğrenciler için Sağlık Hakkı Mücadelesi ve Toplumcu Tıp Anlayışı neyi ifade etmektedir?
Aslında sonuçları onlarca öğrencinin eğitiminin aksaması, yıl kaybetmeleri ve en verimli dönemlerinin dört duvar arasında geçirmeleri gibi ağır olmasa rahatlıkla alaya alınabilecek bir yaklaşım. Ancak suçlamalar çok ağır ve onlarca yıllık hapis cezaları ile sonuçlanma ihtimali taşıdığı için şaka kaldırır tarafı yok.
Militarizme karşı olduğunu iddia edenlerin “halkı askerlikten soğutmaktan” yola çıkarak "halkı, sağlık hizmetlerinden soğutma" edebiyatına gelmiş olmaları trajikomik. Hele bunu öğrenciler, gençler için söylemek iyice saçmalamak anlamına geliyor. Gençler, özellikle tıp öğrencisi olarak gençler hem kendi mesleki gelecekleri hem de sunacakları sağlık hizmetinin niteliği konusunda çalışma yapmayacak da hangi konuda çalışma yapacak? Bu çalışmaların muhalif karakter taşımaları, hatta hükümet karşıtı olmaları kimi -özellikle hakim ve savcıları- ne ilgilendirir. Hükümete düşen görev, sağlık hizmeti ve hükümet karşısındaki soğumayıengellemek adına “ısıtıcı tedbirlerle” halka yaptıklarını anlatmak olabilir. Tıp ve sağlık öğrencilerinihapishanelere tıkmak adil olmadığı gibi eşit bir yaklaşımı da içermiyor.
Bir yanda IMF-Dünya Bankası destekli Sağlıkta Dönüşüm Programı, bunu uygulayan yüzlerce uzman, bakanlık bürokratları, milyar dolarlık bütçelere sahip hükümetin sağlık programı ordusu, diğer yanda yurtlarda ya da yoksul öğrenci evlerinde kalan, burs parasıyla açlık sınırında öğrenimini sürdüren ama bunu yaparken ülke sorunlarına ses çıkarmaktan çekinmeyen 13 tane tıp ve sağlık öğrencisi. Bana pek eşit ve adil gelmedi! Bu adil olmayanmücadelede bir de devreye özel yetkili savcı ve hakimleri de kendi tarafınızda devreye sokuyorsanız gençlerden ve fikirlerinden çok korkuyorsunuz demek dışında bir şey aklıma gelmiyor…
Aslında son yıllarda özellikle eğitim hakkı, sağlık hakkı gibi taleplerle, hükümet yasalarını protesto eden tüm öğrencilerin üzerindeki baskı -800'e yakın öğrenci hâlâ tutuklu- giderek artmakta. Dünyanın her tarafında görülen bu tür yasal mücadeleler 'yasa dışı' ilan edilmekte ve sizin de belirtiğiniz gibi iddianamelerde 'akıl almaz ve trajikomik' gerekçeler yer almakta. Ama öte yandan sürekli “ileri demokrasi”den bahseden bir hükümetimiz var?
Yukarıda tıp öğrencileri üzerinden açıklamaya çalıştığım durum aslında tüm tutuklu öğrenciler için geçerli. Yalnız burada yabancılaşılmaması ve kanıksanmaması gereken özel bir durum var. Gençler eğitim haklarına, sağlık haklarına sahip çıkıyor. Parasız eğitim talep ediyor, ülkenin ve üniversitenin demokratikleşmesi mücadelesini büyütmeye çalışıyor. Bunun için paneller, yürüyüşler, “yumurtalı” demokratik tepkiler gösteriyor. Karşılığında takınılan tutum bu demokratik tepkilere koşut bir demokratik yaklaşımın çok dışında. Gençliğin demokratik protestoları, protesto eylemi olarak değerlendirilip yargılanmak yerine neredeyse tamamı terör eylemi ya da örgüt üyeliği ile yaftalanabiliyor. Bu da beraberinde uzun tutukluluk süreleri ve ciddi hak kayıplarını getiriyor. Bu çok yeni ve keyfi bir hukuk anlayışı. Niyet üzerinden bir yargılama ve algı üzerinden bir cezalandırma söz konusu.
Gençlere siz demokratik tepkiler gösteriyorsunuz, protesto ediyorsunuz ama biz sizlerin niyetinizi okuyabiliyoruz, diyen bir bakış. Bu niyet okuma sonrasında “sizlerin terör örgütü üyesi hatta yöneticisi olduğunuz” yönünde bir algımız oluştu. Bu geçek olmasa da bu durum muhalefet edeceklere göz dağı içereceği için böyle yaklaşmak işimize geliyor anlayışı” gençlerin karşısına “hukuk” ve “ileri demokrasi” olarak çıkarılıyor. Yöneticilerin ve atadıkları kolluk kuvvetleri ile hukukçuların yaklaşımı böyle olunca, en çok gazetecinin, en çok belediye başkanının, en çok milletvekilinin yanında en çok üniversite öğrencisinin de tutuklu olduğu bir ülke olup çıkıyoruz...
Ey ilk insan, ey ilk yürek, ilk nefes, ilk adım, ilk gözyaşı, ilk kahkaha... bu mu mirasın torunlarına?
Bu ülkeyi yönetenler; iktidar ve söz sahipleri bize ne demek istiyor?
Nazi Almanya’sında milyonlarca insanın ‘iyi’ olmaya cesaret edememesinin nedeni neydi?
© Tüm hakları saklıdır.