01 Aralık 2019

Kadıköy: Hülyalı-hüzünlü bir şehir efsanesi

Kadıköy, kimliğini oluşturan sembolik özün parlatılarak bir marka değerine dönüştürülüp sonra da insafsızca pazara sürüldüğü bir evreyi yaşıyor. Bunun en önemli sebebinin, mahallenin yaşam tarzına tüketim ve eğlence kültürünü insafsızca dayatan servis sektörü yığışması olduğunu söyleyebiliriz

Mahallem, evim, semtim, benim "İstanbul'um" dediğim Kadıköy hakkında bir şeyler kaleme almak istediğimde söze nasıl başlayacağımı kestiremedim önce… Sonra Orhan Veli'nin o harika şiirinin ilk dizeleri yardıma geldi: "Her şey birdenbire oldu". Evet, gerçekten de her şey birdenbire olmuştu! Kadıköy'ü düşünmeye, onun baş döndürücü hızına yetişmeye, ona tutunmaya, kopmamaya, savrulmamaya çalışırken bu dizenin ne çok şey anlattığını böylece anlamış oldum.

Çok yakın bir geçmişe, çok değil, dört beş seneye yayılan bir kentsel alt üst oluş yaşadı Kadıköy. Modern İstanbul tarihinde, en çok da şehrin kültür merkezi olarak bilinen Taksim'e bakarak kendine özgü bir ikincil merkez olarak gelişen semt birdenbire ilgi odağı oluverdi ve birincil merkez olma yönünde hızlı bir dönüşüm geçirdi. Bu dönüşümün kökleri 1980'lerden itibaren zirve yapan neo-liberal politikalara kadar uzanmakta elbette; İstanbul'un metropolleşme yolunda git gide artan bir biçimde devasa bir şantiyeye dönüşmesi, bildiğimiz kent gerçekliğini ortadan kaldırmaya çoktan başlamıştı, ama bunun semptomlarının ortaya çıkması uzun yıllara yayıldı.

Şehir, bir yandan beklenen büyük İstanbul depreminin hayaletiyle boğuşurken, bir yandan da çarpık yapılaşma, trafik, kent yoksulluğu, nüfus yoğunluğu ve yeşil alanların yok oluşu gibi yakıcı sorunlarla yüzleşmek zorundaydı. Bu sıkışmışlığa, politik atmosferin yarattığı gerginlikler eklendikçe basınç arttı ve sonunda şehir patladı. Bir bakıma, Fransız filozof ve sosyolog Henry Lefebvre'in 'şehir hakkı' kavramı etrafında teorize ettiği bir toplumsal durum ortaya çıkmıştı; İstanbul halkı buharlaşıp uçmakta olan kent gerçekliğini kendi meşreplerince yeniden yaratabilme, mekânın toplumsal üretiminin koşullarını oluşturma ve o kadim şehir heyecanını, kent sevincini yeniden gündeme getirebilme ihtimaline sarılmıştı.

Tabii, köprülerin altından sular çokça ve oldukça da hızlı bir biçimde aktı gitti. Son dört beş yıl içinde yaşananlar bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçse kafamız fena halde karışabilir. Toplumun atomize olduğu ve alabildiğine içine kapandığı bu süreçte her şey yalnızlaştı, kent de öyle. Bugün gitgide seyrelen ve dağınık bir seyir arz eden şehir hakkı talebi veya yaşam savunusu dinamikleri Kadıköy'e sıkışmış gibi görünüyor, ama kent cazibesinin sürekli kaynadığı bu mekânsal örüntüde işler ne kadar yolunda gidiyor veya son mevzi olarak görülen Kadıköy bu yalnızlaşmaya ne kadar direnebiliyor acaba, bunu sorgulamadan geçmemek lazım.

Kafe-bar saldırısı altından bir semt

Kent sevinci veya şehrin cazibesi dediğimiz şey nedir? Gönlümüzce eğlenebilmek, kimseye hesap vermeden, kem gözlerden ırak, dilediğimizce keyif çatabilmek, hayattan kâm alabilmek mi? Yoksa kendi gerçeğimizle kurduğumuz, önümüze her katmanında yepyeni seçenekler sunan, insanca yaşam koşullarına sahip, birlikte yaşanılabilen, dayanışma ve paylaşımla genişleyen hayatlara ev sahipliği yapan mekânları üretebilmek mi? "Kent eski kent değil, o eski İstanbul yok artık" diyenler, bunlardan hangisinin yitip gidişine üzülüyorlardır dersiniz?

Bu yakıcı soruya Kadıköy özelinde yanıt bulma arayışındaki bir araştırmada (Ayşenur Ölmezses tarafından yürütülen bir doktora tezi) Kadıköy'ün yitip giden değerlerine dair edebi eserlerde izi sürülen muhayyel bir çerçeve çiziliyor. Buna göre, Kadıköy anlatılarında süreklilik taşıyan öğeler arasında; deniz ile bağlantı, bohem hayat, farklılıklara/farklı kültürlere açıklık ve ulus ötesi bağlar, güçlü kadın karakterler, samimi, mahalle sakinlerinin birbirlerini tanıdığı semt hayatı, canlı gündelik yaşam ve her dönem değişimle birlikte yürüyen nostalji ön plana çıkıyor.

Son yıllarda Kadıköy'ün yaşadığı hızlı değişimin semte özgü bu değerleri yeniden ürettiğini veya semtteki demografik ve kültürel değişimlerin bu değerlerle uyum içinde yürüdüğünü iddia edenler var, ama semti derinlemesine gözlemlediğinizde kent dokusunun gevşediğini, uyumun bozulduğunu, aşırı tüketim ve eğlenceye bağımlı hale gelmiş bir yaşam tarzının yayılmaya başladığını görebilirsiniz. Kadıköy, kimliğini oluşturan sembolik özün parlatılarak bir marka değerine dönüştürüldüğü, sonra da insafsızca pazara sürüldüğü, satışa çıkarıldığı bir evreyi yaşıyor. Semtin sokaklarında şöyle bir gezindiğinizde, yaşam deneyiminin çeşitliliğini yansıtan mekânların yitip gitmekte olduğunu kolaylıkla görebilirsiniz. Bunun en önemli sebebinin, mahallenin yaşam tarzına tüketim ve eğlence kültürünü insafsızca dayatan servis sektörü yığışması olduğunu söyleyebiliriz. Semt, bir kafe bar saldırısı altında inim inim inliyor demek abartı kaçmayacaktır. Hiçbir ayırt edici özelliği olmayan, bir anda 'hip' olup sonra birden gözden düşen, tüketim alışkanlıklarına göre hızla şekil değiştiren, bozulup yeniden yapılan bir mekân yoğunlaşmasıdır söz konusu olan. Mekânların dekorasyonundan, servis edilen hizmete ve ürünlere kadar her şey birbirinin devamı veya taklidi niteliğindedir. Oturduğunuz herhangi bir kafede, başka her bir kafedeymiş gibi hissedebilirsiniz; seçiminizi neye göre yaptığınızı bilebilmek için elinizde neredeyse hiçbir maddi gerekçe bulunmaz.

Bu kafe-bar şeridi üzerinde yol alırken aklıma büyük bir Amerikan natüralisti olan Thoreau'nun modayı tarif ederken kullandığı o eşsiz metafor geliyor: "Paris'teki baş maymun kafasına bir gezgin şapkası geçirir, Amerika'daki bütün maymunlar da aynısını yapar". İşte Kadıköy bugün, başında hep bu aynı gezgin şapkasıyla yan yana dizilmiş, İstanbul'un dört bir yanından gelip semtin sokaklarını arşınlayan, tüketme mutluluğunun hazzına kapılmış keyif avcılarını ağırlama hevesindeki tüketim mabetleriyle dolup taşmakta.

Brand-new Kadıköy!

Mahalle, ilk bakışta farklılıkları buluşturan, semtler-ötesi bir kültür havzası gibi görünebilir, ama işin gerçeği bu değil. Çeşitliliği teşvik etmekten çok tornadan geçiren bir mekanizma gibi işliyor sistem. Semte dışarıdan gelenlere karşı git gide keskinleşen üstenci bakış, ziyaretçiyi kendi özgül kimliğiyle kucaklamaktan uzak, onu ancak ve sadece tüketici kimliğiyle kabul etmeye rıza gösteren bir mekân dili üretiyor aslında. Geçenlerde bir kafe işletmecisinin kulak misafiri olduğum yakınması bu durumu çok iyi özetliyor. Şöyle söylüyordu arkadaşına bu kişi: "Eskiden Moda'lı Moda'da ne yer diye kafa yoruyorduk, şimdi varoş Moda'da ne yer diye düşünüyoruz!" Neresinden bakarsak bakalım, semtin değişim pratiklerinin arka planında iki yönlü bir büyük uzlaşı yatıyor demek ki. Dengedeki bu terazinin bir kefesinde semti yaşamaya değil tüketmeye gelmiş kalabalıklar duruyor; diğer kefesinde ise tüm yeni yaşam seçeneklerini ve arayışlarını semtin marka değerine yatırım olarak gören ekonomik akıl. Bu dengedeki boşlukta salınıp duran 'brand new Kadıköy', bir yaşam tarzı cenneti değil, bir tüketim mabedi, kafe ve bar fetişizminin 'hac yeri' olarak biçimleniyor.

İnsanların geçmişe düşkünlükleri vardır. Her yeni günün getirdiği acılarla bir dert yumağı gibi kabarmakta olan ömür geride bıraktıklarına hasret duyar. Fakat bu romantik hasretin sonsuza doğru hızla koşuşturan değişim telaşında bize bir faydası dokunmaz. O nedenle, nostaljinin tuzağına düşmeden, neyi kaybediyoruz diye yerinmekten çok, neyi kazanamıyoruz, bu değişim türbülansında hangi fırsatları kaçırıyoruz diye bakmak çok daha anlamlı olacaktır.

Değişim talebi tabii ki kutsaldır, ama değişim rüzgarlarına kapılmadan önce anlamlı bir değişim geçirmeye hazır olmak, kendi devrimini başarmaya istekli olmak lazım. Kentler bünyelerinde daima bir devrim ve değişim potansiyeli barındırırlar; şehir hayatını her daim canlı tutan ve umut dolu kılan şeydir bu. Kent, düzenin saldırılarından sakınacağımız boşluklarla, korunaklı çatlaklarla doludur. Diğer yandan düzen de elbette boş durmaz. Zihinsel olarak veya vicdanen sömürgeleştirilmeye açık tuttuğumuz her yerden bünyeye sızmak, onu kendine mal etmek ister. O yüzden, bir yandan değişimi anlamlı kılmak ve çatlakları büyütmek isterken, öbür yandan çatlakları sıvamak için tetikte duranın kıyafetine bürünmek, onun diline öykünmek çelişkinin daniskasıdır. Zira, bu dilde insanlar, tarih ve toplum konuşmaz, temsiller konuşur.

Bunun içindir ki şehir hakkı talebini haykırmak için kendi özgün dilinizi bulmanız, kendi hikayelerinizi yazmanız gerekir. 

Yeni bir yaşamı veya değişimi, market zincirlerinden sabah alacasında koli koli taşınan kavanozlardaki harcıalem çikolatanın şekle şemaile sokulup pazarlandığı dandik ürünlerin önünde metrelerce sıra olarak talep edemezsiniz.

Yazarın Diğer Yazıları

'Aslında hiçbir yere gitmiyoruz': Acı Vatan-Almanya notları

"İnsanlar artık çekmecelerini düşünmüyorlar, ben şuyum, ben buyum, benim kültürüm, benim etniğim diye bir şey yok. Tehdit dağ gibi, yekpare bir kütle olarak karşımızda duruyorsa, biz de bütün olmak zorundayız"

Simit deyip geçmeyin, simit Türkiyedir!

Simit Sarayı olayı, termik santrallerin bacalarına filtre takılması meselesinde olduğu gibi bir gündem yarattı ülkede. Sonuçta birileri çoğalarak, katlanarak dile geldi ve "Oldu da bitti maşallah" hokus-pokusuyla bizi hep uykuda tutan zamanın ruhuna bir sille atıp 'simidin devletleştirilmesi'nin önüne geçilmiş oldu

Öte dünya korkusu

Geçenlerde sosyal medyada karşıma çıkan bir görüntü, 'korkunun veya korkutmanın ideolojik biçimleri' üzerine düşünmek gerektiğini hatırlattı bana. Tıpkı bir musalla taşı gibi tahtanın önüne yerleştirilmiş okul sırasının üstünde kefene sarılmış bir öğrenci yatıyordu