10 Ekim 2021

Komer'inki yandı, Prof. Dr. İnci'ninki çizildi

Boğaziçi Üniversitesi'nde rektör ataması nedeniyle başlayan olaylar durulmuyor. Öğretim üyelerinin protestoları kesintisiz sürüyor, öğrencilerinki de. Melih Bulu'nun atanmasından beri protestocu öğrenciler düzenli olarak gözaltına alınıyor. Hapis ve ev hapsi rutin işlem oldu öğrenciler için. Yine de Celâlî isyanlarında medrese öğrencilerinin başına gelenler düşünülürse bugünkülerin durumlarına şükretmesi lazım.

Boğaziçi Üniversitesi'ne Prof. Dr. Melih Bulu'nun rektör olarak atanmasıyla başlayan kaos, Prof. Dr. Naci İnci ile devam ediyor. Protestoların 274. gününde bazı öğrenciler İnci'nin bindiği makam aracının önünde durarak geçmesine izin vermedi. Aracın üzerine çıkan "yarı çıplak" bir öğrenci ile yeni bir aşamaya geçildi. Neyse ki yarı çıplak şahsın deri kıyafetleri yoktu da hakkındaki iddiaların arasına "Gezici" eklenemedi. Geçtiğimiz çarşamba günü bu gösteri nedeniyle iki öğrenci tutuklandı. Ertesi gün ise tutuklamaları protesto eden öğrencilerden gözaltına alınanlar oldu. Bu yazıyı yazarken gözaltına alınmaları protesto eden öğrencilerin gözaltına alınmasını protesto edenlerin kaçının gözaltına alındığı bilgisi henüz gelmemişti.

Dünyanın hiçbir yerinde merkezi otoritelerle üniversitelerin (daha doğrusu üniversite öğrencilerinin) yıldızı bir türlü barışmıyor, sadece bugün de değil, yüzyıllardır. Değişen tek şey -neyse ki- bu itaat etmez gençlere verilen cezalar. Mesela 1519'da Yavuz Sultan Selim döneminde başlayan ve IV. Mehmed dönemine kadar devam eden Celâlî isyanındaki medrese öğrencilerinin başına gelenler. Bu dönemdeki yaklaşım, "tez kellesi vurula" idi. Yani 1500'lerle kıyaslandığında bugünün öğrencilerinin haline şükretmesi gerekiyor.

Zaten zaman içinde imparatorluğun isyancı öğrencilere karşı tutumu da değişiyor. Mesela, 1878'de Kanuni Esasi'nin yürürlükten kaldırılması sonrasında ufak bir gösteri düzenleyen Harbiye öğrencilerinin elebaşları Akkâ'ya sürgüne gönderilir. Şimdi vereceğim örnek özellikle Boğaziçili öğrenciler için. 1902'de Askerî Tıbbiye öğrencileri, politik çevrelerde Abdülhamit taraftarı olarak tanınan okul yöneticilerine başkaldırırlar. Abdülhamit, "Tez kelleleri uçurula" demez ama olaylara katılan seksen yedi tıbbiyeliyi Libya'ya sürgüne gönderir. Gerçi şu günlerde yurtdışına sürgüne gönderilmek pek çok genç için ceza değil, ödül de olabilir. Geçtiğimiz yıl MAK araştırma şirketinin yaptığı bir çalışmaya göre, gençlerin yüzde 76,2'si daha iyi iş ve daha iyi eğitim amacıyla yurt dışına gitmek istiyor. SODEV'in araştırmasına göre ise bu rakam, yüzde 62,5. Yani bugünün yönetimleri asi gençleri yola getirecek yeni bir ceza bulalım dese, sürgünü çare olarak göremezler, zaten hemen hepsi buralardan gitmek istiyor.

Rektörden rektöre fark var

Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü'nün eylül ayı verilerine göre, Türkiye'deki hapishanelerde 460 doktoralı, 2 bin 371 yüksek lisans mezunu ve 27 bin 515 üniversite mezunu mahpus bulunuyor. Tabii bu durumu bir gelişmişlik göstergesi olarak sayanlar da olabilir. Boğaziçi gösterilerinde tutuklanan iki öğrenci, ekim ayında tutuklandıkları için bu sayıya dahil değil. İki öğrencinin tutuklanmasını diğerlerinden farklı kılan bir neden de doğrudan Rektör Prof. Dr. İnci'nin ihbar mektubuyla bu sonucun doğmuş olması.

Bu olay ister istemez üniversite yöneticileriyle güvenlik güçleri ilişkisi üzerine düşünmeye itiyor insanı.


Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın kararıyla atanan rektör Prof. Dr. Melih Bulu'nun ardından üniversiteye önce vekaleten, sonra yeni rektör olarak atanan Prof. Dr. Naci İnci'ye karşı da protestolar sürüyor. Protestoların 274. gününde bu kez öğrenciler İnci'nin bindiği makam aracının önünde durarak geçmesine izin vermedi. Bir öğrencinin İnci'nin arabasının üzerine çıkmasıyla özel güvenlikle öğrenciler arasında arbede çıktı. Sonuç: İki öğrenci daha tutuklandı.

Türkiye'de üniversitelerde gerçekleşen olaylara baktığımızda, Amerika'nın Türkiye Büyükelçisi Robert William Komer'in Orta Doğu Teknik Üniversitesi'ni (ODTÜ) 6 Ocak 1969'da ziyareti sırasında arabasının öğrenciler tarafından yakılması dönüm noktalarından biri. Olayı bir yana bırakalım asıl anlatmak istediğim, uluslararası bir skandala dönüşebilecek böylesi bir olayda ODTÜ Rektörü Kemal Kurdaş'ın krizi yönetme tarzı.

68 ruhunun tüm dünyayı kasıp kavurduğu, gençlik hareketlerinin hızla yükseldiği o günlerde Kemal Kurdaş'ın en son istediği şey, Türkiye'ye yeni atanan Vietnam damgalı Komer'in ODTÜ'yü ziyaret etmesidir. Öğrencilerin vereceği tepkiyi bilmektedir. O nedenle de Komer'in önce imalarla, sonra da açık açık ODTÜ'yü ziyaret isteğini sürekli duymamazlıktan gelir ama bir yere kadar. Ziyaret günü öğretim üyelerine bile duyurmadan Komer'le bir öğle yemeği randevusu ayarlar. O günlerde Kurdaş'ın geçmişte Uluslararası Para Fonu'undaki (IMF) görevi nedeniyle okul duvarlarında Kurdaş'ın ş harfinin üzerine boylamasına çizgi çekilerek dolar işareti haline getirilmiş, "KURDA$" yazmaktadır. Kitap çalışmamız sırasında Kurdaş, solcu öğrencileri tarafından nasıl değerlendirildiğini, "Ben hakkımdaki menfi propagandayı kullanılan sözlere göre iki döneme ayırıyorum: Örtülü satılmışlık dönemi, bir de açık satılmışlık dönemi! Bu dönemde üretilen sloganlarda açık açık Satılmış Kurdaş diyorlardı, bir süre sonra da ismimi kullanmayı bırakıp, daha genel bir ifadeyi tercih ettiler: Satılmış Rektör!" diye anlatıyordu gülerek. Protestocu öğrencilerinden "keratalar" diye bahseden (on on beş tanesi için "zorba" diyordu) Kurdaş'ın sabrını hiç kimsede görmediğimi itiraf etmeliyim.

Neyse, Komer'in arabasının yakılması işine dönelim. Yemeğe sadece rektör yardımcıları ve dekanlar davetlidir ve davetlilerin bilgisi de sadece misafirin, "Kemal Bey'in şahsi bir dostu" olduğudur. Güvenlik önlemlerini okul kendisi alacaktır. Yemek, rektörlükteki akademik konsey toplantı odasında yenecektir. Komer'in gelmesinden yirmi dakika sonra bir görevli Kurdaş'ın kulağına "Rektör Bey, malum öğrenciler, rektörlük civarında toplanmaya başladılar" diye fısıldar. Kurdaş, Komer'in arabasının fidanlığa çekilmesini söyler ama öğrenciler çoktan şoförün elinden arabanın anahtarlarını almıştır. Kurdaş çareyi aşağı inip duruma el koymakta bulur:

"Öğrencilerin bir kısmı beni görünce kaçıştı, kalanlardan pasolarını istedim, herhalde şaşkınlıklarına geldi ki, hiç itiraz etmeden çıkarıp verdiler. Pasolarını aldıktan sonra, 'dağılın buradan', dedim. Ya dağıldılar ya da dağılır gibi yaptılar. Ben de yukarı çıkıp kaldığım yerden yemeğe devam ettim. Aradan çok az bir zaman geçmişti ki, ardı ardına kötü haberler gelmeye başladı. Malum grup, arabayı yakıyordu. Hepimiz pencerelere toplanıp, arabanın yanışını seyretmeye başladık."


Ocak 1969'da Amerikan Büyükelçisi Komer, Rektör Kurdaş'ı öyle sıkboğaz etti ki, sonunda kendini davet ettirmeyi başardı. Kim bilir ne umutlarla geldiği ODTÜ'de, rektörlük binasının penceresinden arabasının öğrenciler tarafından yakılmasını seyretti.

Polis-içişleri bakanı-rektör üçgeninde devam eden görüşmeler bugünün rektörlerine ders olarak okutulabilecek nitelikte. Araba yanar, Komer mahzun gözlerle camdan izlerken Kurdaş'a bir polis komiserinden telefon gelir. Mimarlık fakültesinin 35 numaralı odasında olduklarını söyleyen komiser, "Olaya müdahale edeyim mi?" diye soruyordur. Kurdaş, kendinden izin almadan nasıl okula girdiklerini sorar. Amirlerinin emriyle gelmişlerdir ve bir saatten beri de oradadırlar. Kurdaş, "Orada şu ana kadar sadece bir araba yakıldı, müdahale edip, kan mı çıkarmak istiyorsun? Masum bir öğrenci ölürse ben bunun hesabını hayatım boyunca veremem. ODTÜ'de kan akıttırmam, otur oturduğun yerde. Ayrıca öğrenciler sizin orada olduğunuzu fark ederlerse olay daha da büyür, geldiğiniz gibi sessizce okulumdan hemen çıkın" der.

Bu telefon konuşmasının hemen ardından, İçişleri Bakanı olan Faruk Sükan arar. Telefonda çığlık çığlığa bağırmaktadır: "Elçinin arabasını yaktın!"

Kurdaş: "Hayır ben yakmadım, beş-on manyak öğrenci yaktı!"

Sükan: "Elçiyi kandırıp üniversiteye davet edip, tuzağa düşürdün. Bütün gücümle üniversiteye müdahale edeceğim."

Kurdaş: "Elçiyi ben davet etmedim, kendisi geldi. Olay vahim bir hata, hatta üniversiteye karşı ihanet!"

Sükan: "Üniversiteye gireceğim!"

Kurdaş: "Nasıl gireceksiniz?"

Sükan: "Üniversitenin karşısındaki benzin istasyonunda 250 polis var."

Kurdaş: "Faruk Bey, ben polisinizi üniversiteye sokmam. Polis bu anda üniversiteye girerse mutlaka kan çıkar, arabanın civarında 200-300 çocuk var. Bunlardan belki 10-15 tanesi olaya karışan zorba, gerisi seyirci durumunda masum öğrenci, ama hepsi de heyecanlı. Şimdi buraya polisi sokarsanız, kesinlikle kan dökülür. Ben bu masum çocukların kanlarının dökülmesinin hesabını veremem, onun için de kesinlikle üniversiteye girmenize izin vermiyorum!"

Sükan: "Elçinin hayatı tehlikede, kesinlikle içeri gireceğim!"

Kurdaş: "Giremezsin, girersen de karşında evvela beni bulursun, benim vücudumun üzerinden geçebileceksen geç bakayım!"

Ve polis ODTÜ'ye girmez.

Sizde bu arabadan çok var!

Kurdaş telefon trafiğinden sonra Komer'e üzüntülerini bildirir ve bir durum değerlendirmesi yaparlar. Camdan, aşağıda hâlâ dumanı tüten arabayı seyrederken, "Siz senede 8 milyon araba imal ediyorsunuz, çocuklar birini yaktı. Biz bu arabanın bedelini size öderiz" der. Komer dışarıyı izlerken, "O işlere karışmam ama Amerikan hükümeti, 8 milyondan bir tanesini bu iş için ayırır herhalde" cevabını verir. (Hayatım Mücadeleyle Geçti, İş Bankası Kültür Yayınları, 2015)

Gelelim yeniden Boğaziçi Üniversitesi'ne. Temmuz ayından bu yana gözaltına alınan ve tutuklanan öğrencileri izleyen gönüllü avukatlar grubundan Avukat Baran Kaya'ya göre, Prof. Dr. Bulu da protestocu öğrenci ve akademisyenlere karşı açtığı soruşturma ve disiplin cezalarıyla hatırlanacak ama Prof. Dr. İnci, tek tek öğrencilerin isimlerini içiren bir ihbar mektubunu savcılığa göndererek konuyu olmayacak bir noktaya taşıdı. Her gelen rektör meseleyi bir basamak yükseğe taşıdığına göre, bir sonraki rektör de özel güvenlikle birlikte öğrenci dövmeye çıkarsa şaşırmamak lazım. Ancak hafızalarımızda kalan rektörler, politik olarak farklı uçlarda da olsalar öğrencilerini koruyanlar olacak.

Yazarın Diğer Yazıları

Otomobil uçar gider

1960’larda dede Turan Feyzioğlu’nun makam aracı en az yirmi yaşındaki Chevrolet SW iken, 2000’lerde torun Metin Feyzioğlu’nunki sıfır yaşında Volkswagen 2.0 TDI idi. Türkiye’nin makam aracı itibarı tam çözülmüşken nereden çıktı bu tasarruf tartışmaları

Dağlılar’dan Yaylacılar’a

Muhalefet zor, parti içi muhalefet daha zor, lidere karşı çıkmak ise çok çok zor ve de bir kişinin ne kadar keskin muhalefet yaptığı bir ölçü değil… Örneğin; bir bakanlık kaptı mı, partisinin en önde savunucusu olabilir!

Diyarbakır ilçe, Van belde olsun

Bir yerde seçim mi kaybettin, eskiden olsa illiğini elinden alır, rütbesini ilçeliğe indirirdin! Neyse ki Türkiye büyük bir gelişme kaydetti de sadece seçilenin mazbatasını vermeyerek iş hallediliyor. Peki fatura kime kesilecek? Onun da kolayı var: Sarol Formülü!