Amerikan sinemasının Doğu’ya bakışıyla kendini görmek ve göstermek aslında bir çeşit gizli körlük gibi farkında olmaksızın işliyor. İnsanoğlunun göz bebeğine adeta lens gibi yerleşen batılı perspektif pek çok alanda kendini gösteriyor. Örneğin dizi dünyasında ülkemizde yapılan herhangi iyi bir iş için ‘yabancı dizi’ gibi denilir. Burada kast edilen Amerikan ya da Avrupa sinemasını andıran görsel kalite ve işleyiştir. Yani kendini onlar gibi anlatabiliyorsan başarılı sayılırsın. O halde kendi meselini gerçekten görme, hissetme ve özgün dilini kullanmak zaten başarısızlık olacağına göre kıskaç altına alınmış zihinler söz konusudur.
Batı anlatısının yüzyıllardır tekrar ede ede artık realite olarak kabul ettirdiği hayali Doğu’nun bu kadar yakınında, yanında aslında içindeyken kendi kendisinin ‘öteki’sine dönüşmenin sebepleri de sonuçları da ortadır. Dolayısıyla Antakya’yı Antakya’dayken görmemek ve kendi kafandaki Antakya’yı resmetmek aslında bir bakıma kendine yabancılaşmanın çok daha ötesindedir. Ancak kendini Amerikan sineması ve yazılı Batı kültüründen öğrenen bizlerin kendine ‘bakma’, kendini ‘görme’ şansı var mıdır acaba? Kendine Batılının gözüyle bakarak kendini taklit etmek neticede kendi kendinin performansçısına dönüşmeyi mecburi mi kılmıştır? Bu açılardan Nefes Nefese adlı dizi büyük emekler, detaylı ve zengin karakter malzemesiyle ilk bölümünde ‘benlik’, ‘özlük’ ve ‘kimlik’ gibi meselelere nasıl bak/a/madığımızın resitali adeta!
Örneğin Amerikanvari aksiyon dolu sahnelere bolca jeeple ‘gidiyik, geliyik’ diye diyalog yazılınca orası doğu olmuyor. Ama dizilerde oluyor.
Örneğin kalın kalın kara sürmeler süren şişman kadınlar kollarına 24 ayar sarı altın takınca doğulu olmuyor aslında. Ama dizilerde oluyor.
Örneğin erkek karakterler kara kaşlı, kara saçlı yani esmer olmakla yetinmeyip kömür karası bir siyahlığı aşarlarsa da doğulu olunmuyor. Ama dizilerde oluyor.
Örneğin her zaman olduğu üzere esas oğlanın İstanbul’dan gelmesi ama aslen oralı olması gerekiyor çünkü başka türlüsüne deli gibi aşık olunamıyor. Ama dizilerde oluyor.
Örneğin illa ki İstanbul’dan da öte bir batıdan (bu dizide Berlin) en doğuya (Antakya daha sonra ta Suriye) gidilerek hafızadaki ilkel, gizemli, vahşi ve bilinmez tehlikelerle dolu Doğu imgesi bir kez daha doğrulanınca doğru olmuyor. Ama oluyor işte!
Örneğin Bizim sınırlarımız ötesindeki Doğu terörize bir dünyayı anlatınca bizdeki Doğu daha emniyetli, sıcak ve samimi olmuyor. Ama dizilerde bizden sonrası hep belalı ve kötü oluyor.
Örneğin bizdeki upuzun bin bir çeşit yemeğin göz kamaştırdığı masaların karşılığında bizim dışımızdaki Doğu’nun hep çadırımsı, toz duman bir boşluk, ıssızlık ve tekinsizlik içindeki mekanları hiç gerçekçi olmuyor. Ama dizilerde basbayağı böyle oluyor.
Sonuçta ne tek tip bir Doğulu, ne de tek tip bir Batılıdan bahsetmek imkansızken kendini Batılı bir gözle tanımlamaya çalışmak genellikle işlenen meselinin sığlaşmasına hatta tamamen yanlışa düşmesine neden olabiliyor. Gerçi kendine doğru bakmayı bilmezken ‘öteki’ tanımlamalarına kalkışınca sonucun çok acayip olmasına şaşırmamak gerekiyor. Kaldı ki çok başarılı olursa en fazla ‘yabancı diziler’ gibi olacağı için asla kendisi de olmuyor.
Nefes Nefese aksiyon, macera, dram, polisiye gibi öğelerle pek çok türü iç içe geçiren renkli ve zengin bir ilk bölümle dikkat çekmeyi başardı. Öte yandan karakterlerin özgünlüğüne de itina ederse nefes kesebilir. Aksi takdirde ise birbirinin taklidi, kopyası, adaptasyonu işlerden herhangi biri olarak kalır. Yolu uzun ve açık olsun zira Uğur Yücel izlemenin doyumsuz seyir keyfi her zaman garantili bir mutluluk vaat ediyor. Kaldı pek çok değerli oyuncu incelikli performanslarıyla Yücel’e eşlik ediyor.