21 Mart 2019

Dikkat! Pose dizisinin retro havaları fena çarpıyor!

Pose egemen politikaların bireyler üzerindeki tezahürünü yani bedenin politika üretme ve pratik etme merkezine dönüşümünü 1980’ler New York atmosferinde anlatıyor

Netflix’te yayınlanan Pose 1980’lerin cıvıltısını en çok üretenlerin yani LGBT + bireylerin kendilerini bedenleri üzerinden kurguladıkları baş döndüren acı dolu ancak eğlenceli şiir enstalasyonu adeta. Bedenini özgün ve estetik kılarak büyük bir emekle kimliğini inşa etmeye çalışan trans bireyleri, gösteri çağının içerisizlikleşmesiyle açıklamak hem imkânsız hem de haksızlık. Çünkü zaten ayrımcılığa uğrama sebepleri de aynı yerden kökleniyor dolayısıyla beden performansının ideolojik silahlara dönüşmesi neden değil sonuç olarak beliriyor. Bu durumda karakterlerin en güçlü silahları da kozmetik ve kıyafet oluveriyor normal olarak.

Karakterler şairane bir üslupla huzursuzluk, acı ve inkâr dolu dramlarından tuhaf ve ilginç bir eğlence çıkartıyorlar. Şov yapmıyorlar, hayatı şova çeviriyorlar. Dizi hem ultra romantik hayalleri hem de en katı ve acı toplumsal gerçekçi öğeleri iç içe geçiriyor. Acılarını ehlileştiren ve bir renge, aksiyona, çığlığa, duruşa çevirerek eğlendiren ve eğlendirdiği konunun ne olduğunu unutturmayan enteresan bir denge kotarılıyor. Dolayısıyla ‘beden’ kendini gerçekleştirme ve ilan etme merkezi olduğundan markalar, saçlar başlar, komple sansasyonlu aşklar hatta kişisel sırların malzeme değeri olduğunu öğrenmenin hezeyanıyla kendini ilan etmeler çok normal. Görüntü sarhoşluğu yaratarak orada var olmak nihai hedef! Ancak yine de kan ve acının büyük bir satış değeri olduğunun net olarak farkına varılmadığı sadece hep daha zengin, büyük, renkli göstermenin çılgınlığı esas çünkü bunlar olmadan şov olmuyor!

Yarattığı imajla kendi illüzyonuna bilinçle inanmanın tercihinde ‘özgürce’ var olmak karakterlerin derinlikli acısını dayanılır kılmakla kalmıyor, çekici kılıyor. Ana karakterler Bianca, Elektra, Angel, Candy ve diğer trans karakterler üzerinden eril baskının ötekileştirmesi estetize bir başkaldırı şölenine dönüşüyor. Yaşadıkları karanlık, şiddet ve ayrımcılığa karşın haykırışlarını dansla, müzikle, tasarımla, makyajla ve hayallerine sahip çıkarak ifade ediyor LGBTİ+ bireyler. İçine doğdukları aileler tarafından dışlanan ve aile kurmayı tasarım bir amaca dönüştüren üstelik ailelerin kendilerini her hafta bir temayla ‘aile’ gibi göstermelerini ifşa ederek aileyi ve tüm yapıyı da sorgulamaları da cabası. Hor görülen, şiddet gören ve öz aileleri tarafından inkâr edilenlerin olağanüstü zor koşullara karşın müthiş bir şirket kurma çabasına benzer bir idealizmle özellikle ‘ev’ kurmaya çalışmaları elbette müthiş bir ironi oluşturuyor. Bir şirket gibi kurulan ve anne tarafından yönetilen evlerin bireylerini yuvada hissettirebilmesi için en ışıltılısını yaratmaya çalışmaları çok uygun düşüyor. Çünkü aile sadece en samimi duyguların yaşandığı yer değil en samimi olduğu varsayılan bilincin oluşturulduğu ve yedirildiği kurum!

Başarılı senarist Ryan Murphy’nin yazdığı Pose egemen politikaların bireyler üzerindeki tezahürünü yani bedenin politika üretme ve pratik etme merkezine dönüşümünü 1980’ler New York atmosferinde anlatıyor. AIDS’in utanç saçan bir tehdit, vahşetin ‘reality show’, rekabetin eşitlik ve özel hayatın utanmazca ifşasının yaratıcılık sanıldığı yani henüz kapitalizmin umut saçtığı bir dönem. Jest, mimik, poz, performans kısacası beden dili ile kendini ifadenin doğallıkla olacağından çok ne kadar doğal gösterileceğine odaklanılan yıllar. Gösteri çağının altın yılları yani olmanın, görünmeye dahası göstermeye dönüştüğü ve bunun kutsandığı zamanlar. Amerika’da Trump değerlerinin yükselmeye başladığı renkli ve şatafatlı görüntü sarhoşluğunun kutsandığı ve eğer çok çalışılırsa herkese pay olduğu yalanının esaslı kabul gördüğü seneler. Oysa ki pasta da Latinlere, siyahlara ve heteroseksüelliğin dışında kalan cinsel kimliklere lokma düşmediği gibi toplu bir linç ve zulüm gerçeğinin halının altına süpürüldüğü vakitler. Vakit yine bu vakitler aslında, tek fark 80’lerin kabarık saçları, şahane dansları, ümit fışkırtan coşkulu müzikleri, masumane artistik tavırları…  1980’lerden bugüne çok şey değişti! Belki de artık yaşamı samimi ve naif bir şova dönüştürmek yerine çirkin bir şovun yaşam olduğuna inanılıyor. Haliyle poz kasmıyor gibi yapmaktansa açıktan en iyi pozunu vermeye çalışan Pose çok etkiliyor. Ah o ‘pose’lardan bugün ne retro havalar satılıyor…

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yarkın Ünsal’la ‘Hiçbi Şey Olmamış Gibi’ ve ‘Mutlu Aile Tablosu’ üzerine konuştuk: Ticaret olmazsa olmaz ama yapımcılar bunu sömürü haline getiriyor

"Dünyanın ve ülkemizin içinde bulunduğu bu süreçte inadına gülümsemek, umuda dair bir inat. Ve dediğin gibi bu oyunun sahnelenmesindeki inat oyunumuzun yönetmeni Emre Kınay’a ait. Aynı inada kocaman bir ekip inanarak çalıştı"

Bartleby bu sezon Cihangir Atölye Sahnesi’nde ‘durmayı tercih ediyor’

Ah Bartleby, ah insanlık, ahhh dünya! Senin ahın her ‘hayır’ demeye cüret edildiğinde aynı tazelikle duyuluyor ve bu sezon Cihangir Atölye Sahnesi seni tercih ettiği için bu ahhh çok doğru bir yerden yüreklere, akıllara değmeye zarifçe dokunuyor, izi kalıyor

Affetmeden uzlaşmak mümkün müdür ve "Uzun Yol"

"Yüzleşmek suçun gerçekliğini kanıtlamaya mı gerekçelerini anlamaya mı yaklaştırır?", "Yoksa yüzleşmek intikam ve misilleme tuzaklarından uzaklaştırarak dengeyi mi sağlar?", "Yüzleşmek suçluyu aşağılamanın medeniyet maskesiyle saldırısı mıdır?", "Bağışlama, insanın önce kendisini sonra çevresindekilerle ilişkilerini onaran bir erdem midir?" … Ya da "Affetmeden uzlaşmak mümkün müdür?"

"
"