Geçtiğimiz 2023-24 tiyatro sezonunda İstanbul'da dördü küçük, beşi büyük ya da büyükçe çaplı dokuz oyun izlemişim. Beş büyük prodüksiyonun dördünde sahneye sis basılıyordu.
Gösteri sanatlarında sis kullanımının ilk kez 1934 yılında, Harlem'deki bir konserde akıl edildiği söyleniyor: Adelaide Hall adlı şarkıcı "Ill Wind" şarkısını söylerken sahne zemini nitrojen dumanıyla kaplanmış ve bu büyük olay olmuş. O günden bugüne birbirinden farklı sis yaratma yöntemleri keşfedildi: Bir kova kaynar suya kuru buz atmakla yetinenler de var, sıvı nitrojen, glikol ya da karbon diyoksit karışımlarıyla çalışan makineleri kullanan da. Bu makinelerin yaygınlaşmasıyla birlikte sisin sahne çalışanlarının, oyuncuların, hatta izleyicilerin solunum yollarını nasıl etkilediği de araştırılıp konuşuluyor. Uygulama bazı ülkelerde oldukça katı kurallara bağlandı.
Artık birkaç bin liraya bir sis makinesi edinmek mümkün olduğu için sis tam anlamıyla "ayağa düşmüş" durumda: Örneğin, düğünlerde gelin ve damadın açılış dansını "bulutlar üstünde" icra etmesi için zeminin yerden yükselmeyen türden sisle kaplanması oldukça yaygın ve düşük masraflı bir uygulama.
Sis teknolojisinin bu kadar gelişmediği ve ucuzlamadığı yıllarda sis ancak büyük yapımlarda ya temsil amaçlı kullanılırdı (havanın puslu olduğunu, bir yerde ateş yandığını, silahlı çatışmanın barut dumanı yarattığını göstermek gibi) ya da gizemli, sürreal bir atmosfer yaratmak için. Böyle amaçlara hizmet etmeyen sis kanımca temelde oyunu "zengin göstersin" diye kullanılıyor. Ben sözünü ettiğim dört tiyatro yapımının dördünde de sisin bundan başka bir işlevini göremedim.
Tiyatro yapıtlarının izleyicilere kültürel ve toplumsal konularda farklı biçimlerde, farklı yaklaşımlar sunmak üzere sahnelendiği yazar kitaplarda. Ne var ki, iki yüzyıldır giderek artan ticarileşme bu kuramı dünyanın her yerinde kağıt üstünde bıraktı, tiyatro genel olarak düşünsel bir etkinlik olmaktan çıkıp eğlenceye evrildi. Sanat yapıtının metalaşması sonucunda izleyici bir deneyimin paydaşı olmaktan çıkıp "tüketici" konumuna geldi ve "farklılık" talebinin yerini "bilinen" ve "umulan" aldı –yemek siparişi verirken olduğu gibi.
Günümüzde gösteri sanatı yapıtları öncelikle çektiği izleyici sayısına göre değerlendiriliyor, etkinlikleri sunanlar da çok sayıda izleyici çekebilmeyi hedefliyor. İzleyici sayısının artması görünürlük ve para kazandırır elbette ama izleyici çoğaldıkça değerlendirme ölçütlerinin sayısı da o oranda azalır. İzleyici tiyatroya güldürmesi, ağlatması, heyecanlandırması, büyülemesi, nefes kesmesi gibi popüler kültürden ve özellikle de tv dizilerinden aşina olduğu birkaç beklentiyle gitmeye başlar.
Sonuçta gösteri sanatı etkinlikleri de büyük ölçüde "tüketici ne biliyorsa onu ister, satıcı da ne isteniyorsa onu verir" kısır döngüsüne sıkışıp kalıyor. Bu, adına "sanat" dediğimiz etkinliklerde en olmaması gereken niteliğe, "standartlaşmaya" ve "şablonlaşmaya" yol açar ve açıyor: Tiyatro da genelinde aynılaşma ve tekrarlardan oluşan ve niteliği izleyicinin eğitim düzeyinin, alışkanlıklarının ve beklentilerinin belirlediği bir düzende devam edip gidiyor. Öyle ki, yerli yersiz yanıp sönen rengarenk ışıkların, ses efektlerinin, projeksiyonların, videoların yanında sis artık bir ayrıntı gibi duruyor.
Bazı kavramlar her toplumda var olmuyor, dolayısıyla o toplumun dilinde de karşılığı olmuyor. Türkçede eksikliği fark edilen sözcükler için genellikle yukarlardan öneriler gelir ama bunlar ya toplumda kabul görmez ya da günlük dile girmeleri uzun zaman alır. Bu açıkları bazen "sokak" var olan bir sözcüğü alıp tuhaf biçimlere sokarak kapatmaya çalışır: son yıllardaki "kasmak" ve "ortam" sözcüklerinin kullanımlarını örnek verebilirim.
Yukarda betimlemeye çalıştığım teatral haller için İngilizcedeki en uygun sözcük sanırım "tawdry" olur (şatafatlı ama ucuz, kalitesiz, zevksiz anlamında). Ancak Amerika'da "sokak" bu sözcüğe yabancı, onun yerine en sık "corny" veya düzinelerce yakın anlamlı sözcükten biri kullanılıyor (banal, tacky, trashy, trite, cheesy, kitsch, cheap, vapid). "Banal" sözcüğü Türkçede de var ama yalnızca üst katlarda oturanlar kullanıyor. Sözlükler "bayat", "bayağı", "klişe", "çiğ" gibi karşılıklar gösteriyor ama hiçbiri yerine oturmuyor, çünkü "tawdry" kavramı toplumda henüz gelişmiş değil.
Bu açılardan baktığımızda söz konusu dört tiyatro sahneye sis basmayı bir zorunluluk olarak görmüş olabilir. Belki de izleyicinin "Ta nereden kalktık geldik, iyi bir para da ödedik, karşılığında sahneye bir sis bile basmadılar" diyeceği bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz.