25 Şubat 2024

639 yıl sürecek konserin 23 yılı geçti bile

"Boş bir mekân ya da boş bir zaman diye bir şey yok. Her zaman görülecek bir şey, duyulacak bir şey var. Sessizlik yaratmaya çalışsak, yapamayız. … Ben ölünceye kadar sesler olacak. Ve ölümümden sonra da devam edecekler. Müziğin geleceğinden endişe etmeye gerek yok."

Almanya'nın Halberstadt kasabasındaki Sankt-Burchardi kilisesinde bulunan bir elektrikli körük düzeni 5 Eylül 2001 gününden beri özel bir orga hiç durmadan hava pompalıyor ve bunu, kısmet olursa, 2640 yılına kadar aralıksız sürdürmesi planlanıyor (elektrik kesintisinde hemen devreye girecek bir jeneratör de varmış). Körüklerden gelen hava, mandalları küçük kum torbaları asılarak açık tutulan orgdan belirli ses bileşimlerinin hiç kesintiye uğramadan süregitmesini sağlıyor.

Bu 639 yıl uzunluktaki müzik yapıtının bestesi John Cage'e ait: 1987 tarihli parçanın adı ORGAN2/ASLSP. Cage, İngilizcedeki "mümkün olan en kısa zamanda" (As Soon As Possible) deyişinin kısaltması "ASAP" ile oynayarak "mümkün olduğunca yavaş" (As Slow As Possible) anlamında "ASLSP" kısaltmasını kullanmış. Parçanın notasında tempo değeri belirtilmemiş: yani, isteyen dörtlük bir notayı bir saniye, isteyen bir saat uzunlukta, diğer notaları da ona orantılayarak seslendirebilir. Parçanın bütününü dünyanın farklı yerlerinde 20 dakikada çalan da olmuş, 24 saatte çalan da. Halberstadt'taki icrada ise süreler günlerle ölçülüyor, ses bileşimleri yüzlerce gün aralarla değişiyor. Birinci bölümün biteceği 2071 sonlarına kadar toplamda 64 değişim yer almış olacak.

Kısa bir süre önce, 5 Şubat 2024 günü, saat 15.00'te parçadaki 16. değişim gerçekleşti, iki yıldır süregelen ses bileşimine dördüncü oktavdaki re sesi eklendi. Yapıtın icrası için imal edilen orgun özelliği yalnızca notanın gerektirdiği kadar, az sayıda ses borusu kullanması: Ses değişimleri ek borular takılması ya da mevcutların çıkarılması ya da değiştirilmesiyle sağlanıyor. The Guardian gazetesinin bildirdiğine göre, bu son olaya tanık olmak isteyen, farklı ülkelerden yaklaşık 150 kişi ön sıralarda oturmak için aylarca, hatta yıllarca öncesinden 200'er Euro ödemiş (bir vakıf toplanan paraları projenin giderlerine harcıyor). Toplamda yine 500 kadar kişinin kiliseyi doldurması bekleniyordu.

Ciddi, saygın ve müziğe bir "ilim" olarak bakan çevreler John Cage'i (1912-1992) ruhlara gıda olacak, kalplere işleyecek müzikler yazıp usulünce çalmak varken zıpırlık ve zırvalıklarla uğraşanların önde gideni olarak görürdü. Ve müziğin gidişatını (en azından yirminci yüzyılın ikinci yarısında) en çok etkilemiş kişi sayılmasını anlayamazlar, anlamak için pek bir çaba da harcamazlardı. Özellikle 4'33" adlı "sessiz" yapıtının son derece ünlenmesini ve tartışılmasını kötü bir şaka gibi görürlerdi. İlk kez 29 Ağustos 1952 akşamı, yaprak hışırtılarının, böceklerin ve çiseleyen yağmurun duyulabildiği, orman içindeki yarı açık bir salonda, piyanoda icra edilen yapıtı bir paragrafta özetlemek mümkün: 

Piyanist piyanoya oturur, boş ölçülerden oluşan notasını açar, açık olan piyano klavyesinin kapağını sessizce kapatırken elinde tuttuğu kronometreye basar ve, yeri geldiğinde sayfa çevirerek, önündeki notayı ve kronometreyi izler. 30 saniye sonra kronometreyi durdurup kapağı açar. Kısa bir süre sonra kapağı yine kapatırken kronometreye basar ve bu kez 2 dakika 23 saniye bekler, süre dolduğunda yine kronometreyi durdurup kapağı açar. Sonra yine kapağı kapatıp kronometreyi çalıştırır ve bu üçüncü bölüm de 1 dakika 40 saniye sürer. Sonra piyanist kapağı açıp piyanodan hiçbir ses çıkartmamış olarak kalkar. Üç bölümden oluşan "parça" toplamda 4 dakika 33 saniye sürmüştür ve adı da budur: Dört Dakika Otuz Üç Saniye (genellikle İngilizcedeki dakika ve saniyeyi belirten kesme işaretleri kullanılarak yazılır: 4'33"). 

Bu manifesto niteliğindeki performansın savı oldukça basit ve nettir: Yüzyıllardır müziği insanın geliştirdiği belirli çalgılar aracılığıyla belirli biçimlerde üretilen, belirli türden seslerle tanımlıyoruz. Bu sesleri yine kendimizin oluşturduğu birtakım sistemlere hapsediyor ve evrendeki sesler arasında müzikal olan ya da olmayan, güzel ya da çirkin ayrımı yapıyoruz. "Müzik" dediğimiz olgu temelde sestir ve her türlü ses de, eğer dikkat ve merakla dinlenirse, müzik olarak tanımladığımız sesler gibi algılanabilir. 4'33" çevremizde süregiden seslere ve genel anlamda evrenimize nesnel bir farkındalık ve duyarlılık geliştirmemizi tetiklemeyi hedefler ve yepyeni kavram ve denemelere kapı açmış olur.

Bu düşünceyi açıklamam gereken her yerde anlattığım bir anımı burada da yazayım: Üniversite yıllarımda İstanbul'da besteci İlhan Mimaroğlu'nun elektronik müziği tanıttığı, birçok örnek dinlettiği ve benim John Cage adını ilk kez duyduğum bir konuşmasına gitmiştim. İzleyicilerden biri "Siz bunlara müzik diyorsunuz ama bunlar gürültü" demişti, Mimaroğlu da "John Cage'in de dediği gibi, evinizde oturmuş Mozart dinliyorsanız sokaktan gelen sesler gürültü olur ama o sırada sokaktan gelen sesleri dinliyorsanız da Mozart'ın müziği gürültü olur" diye yanıtlamıştı. Müziğin duyurulandan çok dinlenilen bir olgu olduğunu vurgulayan yeni anlayışın en kestirmeden açıklamalarından biriydi bu.

4'33" hâlâ farklı yerlerde, farklı çalgılarla, hatta bazen orkestralar tarafından bile icra ediliyor. Bu performansların çoğunun dışardan ses almayan konser salonlarında yer alması işin ana fikrine pek uymuyor: İcra sırasında ses üretebilecek tek kaynak konumundaki izleyiciler kronometreye basılınca müzisyenlerle birlikte donup çıt çıkarmadan bekliyor; sesler, yani öksürükler, kıpırdanmalar, gülüşmeler yalnızca bölüm aralarında duyuluyor! 

Halberstadt'ta süregiden 639 yıl uzunluktaki parçaya dönecek olursak, fikrin çıkış noktasını Cage'in birçok yapıtı ve yazısında işaret ettiği, "sessizlik" diye bir şey olamayacağı düşüncesi oluşturur: "Boş bir mekân ya da boş bir zaman diye bir şey yok. Her zaman görülecek bir şey, duyulacak bir şey var. Sessizlik yaratmaya çalışsak, yapamayız. … Ben ölünceye kadar sesler olacak. Ve ölümümden sonra da devam edecekler. Müziğin geleceğinden endişe etmeye gerek yok."(*)

"Neden 639 yıl?" sorusunun yanıtı da şöyle: 1361 yılında Halberstadt Katedrali'ne kurulan tam donanımlı ve kromatik klavyeli orgun Avrupa'da ilk olduğu sanılıyor. Cage projesinin 2000 yılında başlaması ve parçanın süresinin de o ilk orgun kurulumundan beri geçen 639 yıl olması kararlaştırılıyor (ama proje para bulunamadığı için bir yıl gecikmeyle, 2001'de başlayabiliyor). 

Söz konusu projenin ömrünü sese adamış birinin bir yere heykelinin dikilmesinden çok daha isabetli bir anıt oluşturduğu kanısındayım. Doğada süregiden hareketlere bakıp bizden yüzyıllar sonra da devam edeceklerini varsayar, üzerinde pek düşünmeyiz ama insanın akıl edip kurguladığı ve sürdürdüğü bir olay zihinlerimizi harekete geçiriyor: Parçadaki değişimleri doğrudan ya da internet üzerinden izleyenler sesin ne biçim alacağını merak etmekten çok daha kaç ses değişimine tanık olabileceğini, insanın gelip geçiciliğini, olayı bundan birkaç yüzyıl sonra sürdüren, aynı duygularla izleyen birilerinin olup olmayacağını, kasaba ve kilisenin ayakta kalıp kalamayacağını düşünüyor.

Tabii ki proje üç gün sonra herhangi bir nedenden sonlandırılsa, sanatların temelindeki "olsa da olur olmasa da" niteliğine uygun olarak, hiç kimse maddî bir zarara uğramaz (Halberstadt'ın turizm gelirinde bir parça azalma olabilir). Ama her devirde zor, bir getirisi olmayan, gereksiz bir işi, yalnızca gereksiz olduğu için iş edinip yapmanın heyecan ve mutluluğunu yaşamak isteyen birileri, kanımca, yüzyıllar sonra bile hep var olacaktır.


* John Cage: Seçme Yazılar, Çeviri ve Önsöz: Semih Fırıncıoğlu, İstanbul: Pan Yayıncılık, 2011.

Yazarın Diğer Yazıları

Dirmit’in bitmek bilmeyen hikâyesi

Oyunun “kontrol merkezini” yüz oluşturuyor: Ağızdan çıkan sözlerin anlamını izleyici yüzün bütününün aldığı biçimlere göre algılıyor ve bana maskları anımsatan abartılı denilebilecek yüz ifadeleri metindeki gelişmelerle birlikte hızla değişiyor. Bu kadar az sayıda araçla bu yoğunlukta bir trafik yaratabilmek pek kolay bir iş değil

Vaktimiz nereye gidiyor?

Yeni teknolojinin aygıtlarıyla ilişkimiz bizleri hızla yalnızlaştırıyor. Buna "insansızlaşma" da diyebiliriz

Tiyatroyu sis basıyor

Sanat yapıtının metalaşması sonucunda izleyici bir deneyimin paydaşı olmaktan çıkıp "tüketici" konumuna geldi ve "farklılık" talebinin yerini "bilinen" ve "umulan" aldı –yemek siparişi verirken olduğu gibi

"
"