26 Eylül 2021

Hâlâ Macbeth (4)

Ne çok şey var Macbeth hakkında anlatılacak!

"Kimseler uyumasın artık!” diye bağıran
bir ses duydum sanki,
“Macbeth uykuyu öldürdü, - masum uykuyu...”[1]

İngiltere’nin önde gelen günlük gazetelerinden “The Guardian”ın 1971’den beri kesintisiz tiyatro eleştirmeni olan Michael Billington, Aralık 2017 – Nisan 2018 döneminde Londra’da beş farklı Macbeth prodüksiyonunun devreye girecek olması nedeniyle özel bir makale yayımlamıştı. Neydi bunlar derseniz:

Biri “National Theatre”da (Ulusal Tiyatro) Rufus Norris yönetmenliğinde ve diğeri “Royal Shakepeare Company”de (Shakespeare Kraliyet Tiyatrosu) Polly Findlay yönetmenliğinde tiyatro oyunu;

biri Verdi’nin bestesiyle Macbeth ve diğeri Shostakovich’in bestesiyle Mtsensk’li Lady Macbeth olmak üzere “Royal Opera”da (Kraliyet Operası) opera; ve hepsinin peşinden Kit Monkman’ın yönettiği, şiirsel Macbeth filmi. Mark Rowley ve Kelly Burke’in başrolleri üstlendiği bu film için “Uluslararası Shakespeare Birliği” Başkanı Peter Holland, “Shakespeare’i filme dökme düşüncesiyle onyıllardır çekilenler arasında en yaratıcı olanı,” şeklinde fetva vermişti! Arzu ederseniz şuradan izleyebilirsiniz:

https://flixtor.video/movie/macbeth-yk3nz/kwqz44r


Kit Monkman’ın Macbeth filminden bir sahne

Michael Billington’un makalesine dönersek, şöyle bir ifadesi var makalesinde: “Siyasetle doğrudan ve derinlemesine ilişkili olmasını bir yana bıraksak dahi, ‘Macbeth’in her zaman gündemimizde olmasının ve zirveye yerleşmesinin tek bir nedeni var: Tarih boyunca yazılmış en yüce tiyatro şiiri olması! Orada kullanılan dili bir kere duydunuz mu, sonsuza kadar aklınızdan çıkmaz. Şairlerimizin de her zaman takdirlerini almıştır. Peter Porter[2] mesela, ‘Shakespeare eserlerinin hiçbirinde kullandığı dil böylesine müzikal değildir. Lirik ya da tumturaklı anlamında söylemiyorum; ana çizgisinden hiç sapmayacak şekilde derinine yerleştirilen armonilerinden bahsediyorum,’ şeklinde yorum yapmıştır.”

* * *

İleri yaştakiler ve daha genç olsalar da sinema ve özellikle Alfred Hitchcock meraklıları, usta yönetmenin 1958’de çektiği Vertigo filmine aşinadırlar mutlaka. O film ABD’nin San Fransisco kentinde geçer ve başrollerde James Stewart ile gençlik yıllarında hepinizin hayallerini süsleyen Kim Novak vardır. Belirtmeden geçmemeliyim, filmde Novak, Madeleine ve Judy adlı, birbirine çok benzeyen iki farklı kadın rolünde müthiş bir performans göstermekteydi.

Şimdi efendim Macbeth derken nereden geldik Vertigo’ya, anlatalım... Filmde, “McKittrick” adlı bir garip otel vardır; bu bina zamanında Madeleine’in ruhunu taşıdığına inandığı büyükannesinin köşküdür; bu nedenle Madeleine otelde bir odayı sürekli olarak kiralamıştır. Şu binadan bahsediyorum:


McKittrick Hotel, San Fransisco, California

İşte 2011 yılından beri New York’un Chelsea semtinde bulunan bir başka bina, bahsettiğim filmdeki otele atfen “The McKittrick Hotel” tabelası taşımaktadır; ama aslında otel falan değil, 100 ayrı odada, benim hayatta gördüğüm en ilginç ve cazip Macbeth’in çok farklı bir yorumla, “Gezinti Tiyatrosu” (Promenade Theatre) formatında sahnelendiği bir tiyatro binasıdır! Bilmeyenler şaşırmıştır bu yazdılarıma mutlaka. Biraz ayrıntıya gireyim şimdi...

İleriki yıllarında İngiliz tiyatro dünyasının çok yönlü ve çok başarılı, pek çok ödül yanında “Kraliyet Tiyatro Başarı Madalyası” sahibi de olacak Felix Barrett, “Punchdrunk” (Körkütük Sarhoş) adını verdiği tiyatrosunu 2000 yılında kurarken, seyircilere çok farklı kültür deneyimleri yaşatacağı iddiasıyla ortaya çıkmıştı. Nitekim “Katılımcı Tiyatro” (Immersive Theatre) formatında -ki “Gezinti Tiyatrosu” da bunun bir şekli- yarattığı büyüleyici, farklı farklı oyunları, önce İngiltere, ardından ABD, başka ülkeler ve nihayet şimdilerde Çin’de, farklı kentlerde, sayısız kez sahneleyecekti.

“Katılımcı Tiyatro” ve “Gezinti Tiyatrosu”, sahnenin sadece 4. duvarı değil, tüm duvarlarını ortadan kaldıran; devasa ardiye binaları, fabrikalar, terkedilmiş ofis binaları, balo salonları, bira ve viski imalathaneleri, kiliseler, parklar-bahçeler gibi alanlarda, en ince ayrıntısına kadar düşünülerek imal edilmiş dekorlar arasında sahnelenen, seyirciyi oyunun içine çekerken, istediği gibi etrafta dolanmasına, hatta arzu ederse oyuna katılmasına imkân veren tiyatro türleridir.

Hani Einstein, “Hayatta deneyimleyeceğimiz en güzel şey gizemdir,” demiş ya, Felix Barrett’in yaptığı da odur; her defasından başka bir “giz”i havuç gibi sürekli olarak önünüzde sallayarak sizi peşinden koşturur; ister Çekov’dan Vişne Bahçesi, ister Sofokles’den Oidipus Rex ve Antigone, ister Shakespere’den Fırtına, Bir Yaz Gecesi Rüyası ya da Macbeth, ister sıraya dizilmiş Faust, Woyzeck, Marat/Sade ve pek çok modern eseri, tamamen bir gizem paketine sarıp sarmalayarak bize sunar; herkesi meraktan çatlatır!

Barrett, İngiliz film yapımcısı ve TV programcısı Kate Vogel ile 2011 yılında evlenmiş, taze gelinini alıp New York’a getirmişti. Hem bir yıl önce New York’ta satın aldığı, terkedilmiş üç ardiye binasını birleştirerek yenilediği ve kapısına “The McKittrick Hotel” tabelasını çaktığı bina hazırdı hem de aylardır nefes almadan garip bir Macbeth oyununu çalışan oyuncular. Oyuna Sleep No More (Kimseler uyumasın artık) adı verilmişti; 7 katlı binanın 5 katında, 100 oda ve salon labirentlerinde, seyirciyi oradan oraya, merdivenler ya da kaydıraklarla bir kattan diğerine koşturan; arada soluklanması için ya “Manderley” ya da “The Club Car” barında bir kadeh içki attırmak ve sonra devam etmek imkânı veren; arzusuna göre oyun öncesinde giriş katındaki “The Heath” ya da sonrasında çatıdaki “Gallow Green” adlı lokantalarında yemek hizmeti de sunan bir oluşumdan ve gizemli bir dünyadan söz etmekteyim.

Yukarıda anılan mekân isimlerinin her biri tarihi bir yere, bir esere atıf yapmaktadır. Yani kendi adının özelliği yetmiyormuş gibi “The McKittrick Hotel” bir gizemler yumağıdır:

“Manderley”, Daphne du Maurier'in romanı Rebecca'da yer alan, güney İngiltere'de kurgusal bir mülk, tipik bir kır malikanesinin adıdır. Bu barda içkinizi yudumlarken, smokinler içinde canlı bir orkestranın icra ettiği 1920’ler cazı dinlenir.

 “Manderley”

“The Club Car”, eski İngiliz Demiryollarındaki trenlerde bulunan bar vagonlarının replikasıdır. Eski bir istasyonda, yıpranmış bavulların yığıldığı bir emanet bürosundan geçip, bu şekilde düzenlenmiş birkaç vagondan birine binilebilmektedir.


“The Club Car” vagonlarından biri

“The Heath”, Macbeth oyununda cadıların buluştuğu, savaşların yer aldığı fundalık alanın adıdır. Giriş katında yer alan ve bu adı taşıyan lokantada sizler çok kaliteli yemekler yerken, smokinini giymiş Felix Barret ve muhteşem, seksi kıyafetiyle eşi Kate Vogel masaların arasında dolaşarak misafirleriyle sohbet etmekte, sonradan seyredeceğiniz oyunculardan bazıları da rengârenk kıyafetler içinde sizlere yanaşarak garip oyunlar oynatmakta, sorduklara bulmacalara cevap istemektedir.


"The Heath”

“Gallow Green”, İrlanda’nın Cork kentinde bulunan bir çayıra verilen isimdir. 1798 yılında İngiliz yönetimine karşı “Birleşik İrlandalılar” grubu tarafından gerçekleştirilen isyanın bastırılması ardından, çatışmalardan sağ kalanlar bu çayırlıkta kurulan sehpalarda idam edilmiştir. Binanın çatısında bulunan ve iyi havalarda faaliyet gösteren; yemyeşil ağaçlar, bitkiler arasında kurulmuş bu lokantaya girişte, Gallow Green’deki eski tren istasyonunun bilet satış gişesinde sizi bir görevli karşılayacak ve masanıza götürerek menü ve kavda bulunan şaraplar hakkında bilgi verecektir.


Gallow Green

“Punchdrunk” tiyatrosunun “The McKittrick Hotel websitesinde, 530 West 27th Street, New York adresinde yer alan bu gizemli binaya pek çok kişinin inandığı bir hikâye de uydurulmuş. Efendim, güya bu bina 6 katlı, 1905 yılında inşa edilmiş ticari bir binaymış; 1939 yılında “The McKittrick Hotel” adıyla otele dönüştürülmüş; ancak hemen ardından 2. Dünya Savaşının başlamasıyla otel kapanmış ve uzun yıllar boyunca öylecene kalmış. Derken 20. yüzyılın son çeyreğinde (artık kurguyu terkedip gerçeğe dönüyoruz), zemin katında birkaç kulüp ve bar açılmış ki, bunlardan biri de New York’un ünlü “Private Eyes” (“Sadece özel bir kişinin görebileceği” anlamında) kulübüymüş; bu kulüp kentteki başka bir kulüp, “The Sound Factory” (Ses Fabrikası) sahipleri tarafından satın alınmış ve 1989-1995 arası özellikle “House Music” (Elektronik dans müziği) çalınan bir kulübe dönüştürülmüş; sonraki yıllarda ise binanın  üst katlarında “BED New York” adını taşıyan, müşterilerin koltuklara oturarak değil yataklara uzanarak eğlendikleri, çok pahalı bir kulüp açılmış (Eski Roma âdetlerini taklit ediyorlardı muhtemelen!). Ta ki 2010 yılında Felix Barret binayı satın alıp, Sleep No More’un amacına uygun şekilde restorasyonuna başlayana kadar...

* * *

Geçen hafta bu 4. Macbeth bölümüyle final yapacağımı belirtmiştim ama yok, gene olmadı! Ne çok şey var Macbeth hakkında anlatılacak! Ama eminim, bahsettiğim 100 odada neler oluyor, merak ediyorsunuzdur. Çare yok, beni izlemeye devam edeceksiniz...


Bu maske de ne?


[1] Şefik Onat çevirisi.

[2] Çağdaş, Avustralya kökenli İngiliz şairi.

Yazarın Diğer Yazıları

Bilgi tapınakları | Dünyanın en güzel kütüphaneleri (XXI): Milli Kütüphane

Daha 1963 yılında ikinci ilave bina yapılırken, bunun dahi ileride yeterli olmayacağı biliniyordu. O tarihlerde Türkiye artık planlı kalkınma dönemine girmişti. Ülkenin tek milli kütüphanesinin artık geniş bir alanda, geleceği de düşünerek yeterli büyüklükte olması planlanıyordu

Bilgi tapınakları: Dünyanın en güzel kütüphaneleri (XX): Türkiye topraklarında resmi kütüphaneler

Galiba artık kendi ülkemize uzanmanın zamanı geldi. Bu bölümde sizlere Türkiye'nin en büyük, en önemli ve elbette bana göre en güzel kütüphanelerini anlatacağım. Böylece bir bakıma ülkemizin resmi (devlet ya da ulusal) kütüphanecilik sürecini de yansıtmış olacağım