Geçmişe, başka bir kuşağa, başka bir düşünceye ait şeyler zaman zaman bize özlem olur. Bir melodide, bir görüntüde, bir şiirde bunları bulur, özleriz. Portekizce bu durumu “saudade” kelimesiyle ifade etmiş. Geçmişe duyulan özlem, ama nostaji gibi değil “saudade” geçmişte yaşanmamış bir şeye özlemi ifade ediyor. Brezilyalı bir arkadaşım Jose Arbeq, vaktiyle bana bu kelimeyi söylediğinde çok heyecanlanmıştım, geçmişi zaten doğru hatırlamamızın mümkün olmadığını düşünerek. Gerçi Jose Arbeq biraz muzip biriydi ve kolay aldanan tabiatımın gayet farkındaydı. O sebeble sadece beni heyecanlandırmak için böyle bir düzmece uydurmuş olması ihtimali hayli yüksekti, kısacası bana söylediği şey “saudade”nin gerçek anlamı olmayabilirdi. Herneyse, Portekizce’ye azıcık ihanet de olsa, cehaletime sığınarak yine de Jose’nin hikayesini sevmiştim ve ona inanmaya niyetliydim.
Bu çerçevede benim New York’ta “saudade”yi hissettiğim en güçlü anlar nedense, tabii kendi doğrudan yaşadıklarımla ilgili özlemler değil, kelimenin benim sevdiğim anlamına uygun olarak, ikinci elden, başkalarına ait bir New York romantisizmi. Mesela şöyle: Geriden George Gershwin’in mavi rapsodisinin seksi melodileri duyulur… Kamera New York’un siyah beyaz caddelerinde gelişi güzel dolaşır… Dev binalar, çöpler, çarpışırcasına kullanılan taksiler, karmakarışık bir trafik, dilenciler… Derken Woody Allen’in sesi, gördüklerini aktarmaya çalışan yazarın daktilo tuşlarındaki mücadelesini, kameranın New York görüntülerinin gerisinden şöyle seslendirir:
“Birinci Bölüm: New York şehrine hayrandı. Şehre boyutlarının çok ötesinde bir hayranlıkla tapıyordu… Hayır! Hayır! Olmuyor. Burada romantik kelimesini kullanmak daha uygun. New York’u boyutlarının çok ötesinde bir romantiklikle seviyordu. Ona göre mevsimlerden hangisi olursa olsun bu şehir hep siyah beyazdı ve damarlarında George Gershwin’in muhteşem melodileri dolaşan bir şehirdi… Hayır! Hayır! Olmuyor! Sil baştan. Birinci Bölüm: Her şey için olduğu gibi Manhattan konusunda da aşırı derecede romantik biriydi. Kalabalıkların sıkış tıkış doldurduğu otobüsler ve trafik ona güç veriyordu. New York ona göre dünya güzeli kadınlar ve her türlü dolabı çevirebilecek becerikli erkeklerle doluydu… Hayır! Yine olmadı! Çok bayağı kaçtı bu! Benim düzeyime göre çok yüzeysel ve bayağı! Daha derin bir tanımlama yolu bulmalıyım… Sil baştan: Birinci Bölüm: New York şehrine hayrandı. Ona göre New York, çürümekte olan çağdaş kültürün mecazi bir ifadesiydi. İnsanların kolayca kendilerini satabilmelerine neden olan bireysel saygıdan yoksunluk, rüyaların şehrini bir…. Olmuyor! Olmuyor! Bu da çok ahlak dersine benzedi. Yani, burada yazdığını satmaya çalıştığının farkında olman gerek! Baştan al! Birinci Bölüm: New York’a tapıyordu. Fakat New York onun için çürümekte olan çağdaş kültürün mecazi bir ifadesiydi. Uyuşturucu alışkanlığı, basbas bağıran müzik, televizyon, şiddet ve çöplerle hissizleştirilen bir toplumda var olmak ne kadar zordu… Olmuyor. Bu da öfke dolu! Öfkeli olmak istemiyorum. .. Birinci bölüm: Aşık olduğu şehir kadar sert ve romantikti. Simsiyah gözlüklerinin ardında vahşi bir kedinin cinsel gücü saklıydı… Buna bayıldım! Oh be! Nihayet! Şimdi oldu. New York onun şehriydi ve ilelebet onun kalacaktı…” Allen’in 1979’da yönettiği Manhattan filminden.
Sakın bunların bana Manhattan’a ait bir özlem hatırlattığını sanmayın. Caz melodilerinde, siyah beyaz görüntülerde, benim özlemim biraz Ege kokusu, biraz deniz tuzu, güneş yanığını yalayan meltem, kumru, ezan, horoz ve ağustos böceği sesi, boza, ramazan davulu, kandil simiti, beyaz parşömen kağıda tükenmez kalemle kargacık burgacık doldurulmuş mektuplara sinen aşk, arkadaş, ana, baba, “rüzgar kırdı dalımı” melodisi ya da “yıldızların altında” şarkısı.
New York’tan Jazz dergisine 90’lı yılların başında yazdığım bir yazıdan yukarıdaki satırlar. Şehirle ilişkimde tek ve değişmeyen o temel unsur özlemi, Portekizce “saudede”nin anlamı üzerinden, o tarihte kamerası, müziği ve filmleriyle Brooklyn doğumlu yönetmen Woody Allen’ın 70’lerdeki yorumundan aktarıyor. Sahibi Elaine 2011’de ölünce kapanan 2. Cadde, 88. sokaktaki Elaine lokantası, 58. Sokak üzerindeki Paris Sineması, süper boy sandviçleri ve tatlılarıyla turistlerin gözlerini açan 7. Cadde 55. Sokaktaki Carnegie Delicatessen, Allen’ın çaldığı 55. Sokaktaki Michael’ın Birahanesi, 56. Cadde üzerindeki şahane the Russian Tea Room, Brooklyn köprüsünün altındaki manzarası tüyler ürperten River Café, Carlyle otelinde çay sohbetleri Allen’ın filmleriyle hayatıma giren, espri anlayışı sayesinde Manhattan’I bana tanıdık bir yere çeviren yerler.
2005’den itibaren Allen, arada sırada Manhattan’a dönmekle birlikte çoğunlukla Londra, Paris, Barcelona, Roma ve Güney Fransa’da dolaştı filmleriyle. Sonbahar’da güney Fransa’da çektiği “Ay Işığındaki Sihir” adlı filmi vizyona girdiğinde Le Monde gazetesine verdiği röportajda, New York’u şu sözlerle anlattı: “New York büyük şehir. Ama güzel bir şehir değil. Siyah beyaz bir şehir. Son derece gazeteci bir yer. Gansterler, bahisçiler, kahve ve siğaralarını içerken makinalı tüfeklerini gazetelerinin içinde saklayan şapkalı adamlarla dolu (bu sırada eliyle makinalı tüfek tutarcasına bir işaret yapıyor!) Her şey hızlı (parmağını şaklatıyor) Metro, sirenler, trafik, sohbetler. Olağanüstü bir enerjisi var ki göstermeye çalıştığım şey de bu. Nietzsche bunu Diyonistik diye nitelendirebilirdi. Avrupa çok daha şiirsel. Paris’in, Londra’nın, Roma’nın, Barselona’nın, ya da Provence’ın cazibesi eskiliğinde. Sokaklar düzğün, yeşil, rahat, hayat çok daha sakin, duyumlu ve romantik. Avrupa sineması her zaman çok daha şiirsel olmuştur, Fellini, Antonioni, Truffaut, Bergman… Hollywood’da üretilen Amerikan filmlerinde bu güzellik yoktur, New York’ta yoktur. Güzellikleri geçicidir, kabadır, huzursuzdur. Mesela Jules Dassin’in Çıplak Şehri gibi. “
Allen’ın New York özlemiyle yüklü bu cümlelerinde aniden Manhattan filmindeki sesini, New York’u özlemle dolduran Avrupa’lı göçmenlerin ezgilerini duydum. O zaman yeniden yazdım Manhattan’ındaki diyalogun son satırlarını: “New York göçmenlerinin şehriydi ve ilelebet özleme ait kalacaktı!”