Yazınla ilgilenen bir yazar, “Kafa keserek değil, kafanın içini boşaltarak soykırım” (Karar, 14 Mart 2019) başlıklı yazısında Türk dil devrimini acımasızca, düş kırıklığı yaratırcasına eleştiriyor.
Nasıl oluyor da bir yazın insanı, sorumluluk duygusunu hiçe sayarak böyle bir yazıyı kaleme alabiliyor?
Şaşkınlık içindeyim.
Türkçe’nin yabancı sözcüklerden arındırılması ve varsıllaştırılması akımının bir soykırım olarak nitelendirilmesi gerçekten hem düşündürücü, hem de üzücü.
Düşündürücü. Çünkü yazar, “katliam” demiyor, ama TDK’nın ürettiği bir sözcüğü kullanıyor: Soykırım.
Ardından soykırım sözcüğünü gündeme getiriyor, açıklamalar yapıyor.
Hemen belirteyim ki, soykırım sözcüğü, Yunanca soy, topluluk, kavim anlamına gelen “genos” ile Latince öldürmek, yok etmek anlamlarına gelen “cadere” sözcüklerinin birleşmesiyle türetilmiş ve bütün Batı dillerine geçmiştir (sözgelimi, İngilizce genocide, Fransızca génocide, İtalyanca genocidio).
Soykırımın üç biçimi vardır:
1-Bir insan topluluğunun mensuplarını vücutlarını ortadan kaldırma (génocide physique).
2-Bir insan topluluğunu kısırlaştırarak, çocukları başka ailelere aktararak vb. benzeri yöntemlerle ortadan kaldırma (génocide biologique).
3- Bir insan topluluğunu gelenek, din, dil vb. kültür değerlerini yasaklayarak ortadan kaldırma (génocide culturelle).
Bunlardan ilk iki türü Türk Ceza Yasası’nda cezalandırılmıştır (m. 76).
Yazıda ayrıca iki nokta dikkatimi çekti.
Birincisi, 1950’ye değin cami yapımının eylemli olarak yasaklandığı ileri sürülmekte. Doğrusu, benim böyle bir yasaktan haberim yok. Varsa gerekçesini bilmek isterim. Laik devletlerde, sözgelimi, Fransa’da devlet bütçesinden hiçbir din tapınağı, sözgelimi kilise, cami vb. yapılmaz. Kiliseleri, camileri, havraları vb. tapınakları din toplulukları yapar. Laik devlet ise buna saygı duyar ve engel olmaz; dahası kolaylık gösterir. Ayrıca devlet, yapılmış tapınakları bir mimarlık sanatının yapıtı olarak korur, onarır. Laik devletin inançlar karşısında ilgisiz ve yansız olmasının gereğidir, bu.
İkincisi, yazar, dilimizdeki sözcüklerin “tırpanlandığını” yazıyor ve sözü kültür kırımına getiriyor.
“Yasaklandı” demek istiyorsa ve doğru ise elbette bu bir kültürel soykırım olurdu.
Ancak böyle bir şey hiçbir dönemde olmadı. Dolayısıyla bu iddia, gerçek dışı ve çirkin bir karalama.
Çünkü TDK, bugüne değin Türkçe köklerden sözcük üretmiş ve sadece önermiştir. O kadar. Gücü yok ki, yasaklasın, insanları uymaya zorlasın. Nitekim yazarın da benimseyip kullandığı soykırım sözcüğü de bunlardan biridir. Üretip halka sunduğu sözcüklerden tutunanları da sözlüğüne almıştır, Kurum. Bu arada yanlış türetmeler de elbette olmuştur. Başka ülkelerde görüldüğü üzere. Sözgelimi, “kültürel” sözcüğünü Fransa’da yayın yapan genç Türkler yaratmış, Fransızcanın yapısına uymadığı halde, Fransız halkı tarafından benimsendiği için 1929’da Fransız sözlüklerine girmiştir. Kuşkusuz yanlış yapılacak diye doğru ve sağlıklı bir kültürel etkinlikten vazgeçilemez. Sadece yanlışlıklar düzeltilir. Düzeltilemezse benimsenen sözcük dile ve sözlüklere aktarılır.
Özetle yazarın dediği gibi ortada bir yasak yok ki, kültürel soykırımdan söz edilsin. Böyle bir değerlendirme, insafsızlıktır.
Türkçeyi varsıllaştırmak herkesi görevidir. Bir Türk çocuğuna istikra, talil derseniz, hemen sözlüğe bakmak gereğini duyar. Ancak tümevarım, tümdengelim derseniz, Türk insanının kafasında hemen şimşekler çakar. O anda ezber bitmiş, düşünme başlamıştı, insanımız. Hem de en diri, en canlı biçimde… Ana dilinin sağlıklı “düşünen insan” yaratıcı dehasıdır bu. Kavramlar Türkçe olmazsa, bilim yapılamaz; yalnızca ezbercilik, hafızlık yapılır. Unutmayalım, ezbercilik salgılar, ama üretmez. Pascal şöyle der: “İyi bir toprağa düşen tohum yemiş verir. İyi bir zihne (akla) damlayan ilke de tıpkı öyle. Her şey ustanın yönetiminde oluşuyor. Kök, dallar ve yemiş; ilkeler ve sonuçlar.” Pascal’ın sözünde geçen toprak, hiç kuşkusuz, düşündüren ana, anne dilidir. Ancak ana dili duruk değildir. Değişir, gelişir. İnsanın doğuştan düşünürlük dehasının dille beslenmesiyle gerçekleşir bu süreç. Yunus Emre’nin dili, Pir Sultan Abdal’ın dili, Karacaoğlan’ın dili gibi… Ne var ki, herkes Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan değildir. Bu nedenle uygar toplum, öğrenime ve öğrenim diline önem vermiş; ana dili bilimsel terim ve kavramlarla zenginleştirmiş; böylelikle Batı insanı, sürekli olarak somut düşünce dünyasından soyut düşünce dünyasına doğru yürümüştür. Demek insan, diliyle bilim yapar; diliyle felsefe yapar; kısaca diliyle düşünür. Dili olmasaydı insan ne düşünebilir ne de felsefe yapabilirdi.
Nitekim dilin kökenini, yapısını, doğasını, özünü, kapsamını, içeriğini inceleyen dil felsefesi, Humboldt’tan sonra özerk bir felsefe dalı olmuş; Wittgenstein’la birlikte dil, felsefenin odağı olmuş, dolayısıyla “dilsel dönemeç” (tournant linguistique) dönemine ulaşılmıştır. Bir varlığın, nesnenin anlamını öğrenmek demek, o varlığın, nesnenin belli bir bağlamda nasıl kullanıldığını öğrenmek, yani dilin uygun ve doğru kullanılmasını bilmek demektir. Böylelikle dil, bütün felsefe dalları için belirleyici içerikleri olan genel bir felsefi duruştur. Bu nedenle insanın yeryüzünde var olmasıyla ilgili çözümlemelerinin temel ilkesini Heidegger, “Dil, varlığın evidir.” diye yüksek sesle özetlemiş; Heidegger’i köyden kente taşıyan Gadamer ise “Anlaşılabilecek biricik varlık, dildir.” diyerek saltık varlık kavramını altüst etmiş; son çözümlemede “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” (Wittgenstein) sonucuna ulaşılmıştır.
O zaman dünyamızın sınırlarını belirleyelim: Değil mi ki, dilin taşıyıcısı olan insan, diliyle düşünür, insanın sözcük dağarcığı ne denli varsılsa düşünce dünyası da tarihsel ve toplumsal belleği de o denli zengindir. Öyleyse Türk insanının dil ve düşünce dünyasını başka dillerle karşılaştırarak belirleyelim.
TÖMER’in araştırmalarına göre, 2000’li yıllarda liseyi bitirinceye değin bir öğrenci, ABD’de 71.000, Almanya’da 70.000 sözcükle evreni algılamaktadır. Bunları Fransız, İtalyan, İspanyol çocukları izliyor. Bu sayı Suudi Arabistan’da 12.700 iken, Türkiye’de 6.000’i bile bulmuyor. Bunun anlamı bellidir: Açığımız çok büyük. Liseyi bitirdiğinde bir ABD’li çocuk, evreni bir Türk çocuğunun on iki katı düzeyinde anlayıp yorumlamaktadır. Bir başka anlatımla yarış, eşit koşullarda değildir, yarış daha işin başında yitirilmiş gibidir. O zaman Atatürk’ün, son soluğunu vermeden önce niçin “Dil, aman dil!” diye söylendiği, niçin TDK’yi kurduğu daha iyi anlaşılıyor. Mısır Önderi Cemal Abd-ün-nâsır’ın 1950’li yıllarda “Sözcüklerimizi geri alırsak Türklerin konuşacak dilleri bile kalmaz.” demesinin nedeni ve anlamı da açığa çıkıyor. Cemal Abd-ün-nâsır’ın bu son eleştirisi özünde bir uyarıdır, son çözümlemede bir belirlemedir. Eleştirilere, uyarılara, belirlemelere ise kızılmaz. Öfke ilkel insanın tepkisidir, uygar insanın değil. Eleştiriye ilgisiz de kalınamaz. Eğer bu eleştiri, uyarı, belirleme doğru ise yine oturup düşünmemiz ve şu soruyu açık yürekle sormamız gerekir: “Acaba henüz uluslaşma sürecini bitirmedik mi?”
Kanımca ne yazık ki, bitirmedik. Daha da geriye gittik. Artık, bankada, çarşıda, pazarda, hatta okulda bile hiç kimse Türkçe konuşmuyor, yazmıyor. Türk insanı, İngilizce kırması bir Türkçe, deyim yerindeyse Türkilizce (?) konuşuyor. “Problemi solve ya da postpone ediyor”, “parayı efete yapıyor”. Okulda öğrenciler, sokakta insanlar, “I’m sorry, take care of yourself, how is it going, you are very special, no problem, hit, klip, singıl, remiks, talk show, stand up, anchorman, süper star, mega star, dayrek dırayv, okey kanka, you know” gibi sözcüklerle konuşuyorlar. Türklerin çoğu “günaydın”, güzelim “gülmek” kökünden türetilen “güle güle” demeyi çoktan unuttu, birbirini “haay” diye karşılıyor, “baay baay” diye uğurluyor. Hepimiz restaurant'lı, boutique'li, hôtel'li yollarda, kaldırımlarda, bağışlayın tretuvarlarda (doğrusu trotuvar) yürüyoruz. Galleria ya da Next Level’in office’lerinde yazılar döktürüyor ya da concept’ler yaratıyor, center’larda turnike’lerle dolaşıyor, gezinomi’ler sayesinde avantage’lar sağlıyor, en güzel location’lara yerleşiyoruz. Kimimiz helaya, kimimiz tuvalete gidiyoruz; kimimiz kuaförde saç taratıyor, kimimiz pedikürü savsasak bile, manikürcüsüz edemiyoruz. Kimimiz laboratuvarda etüt, kimimiz bibliyotekte röşerş yapıyoruz. Kimimiz şömine önünde robdöşambr ile ya da pijamayla keyif çatıyor; kimimiz yönetime, kimimiz administrasyona başvuruyor, çağ atlayan Türkiye’mizde transformasyona uğramakla övünüyoruz. Bilim insanı unvanlı kişiler, geleceğin hukukçularını “gayri liberalizm”, “cezaya layıklık”, “muhtaçlık, muhtemellik, mümkünat teorisi”, “garantörsel suç” gibi yapım yanılgısıyla sakat, kullanımı bozuk sözcüklerle yetiştiriyor. En güzel caddelerdeki dükkânların adlarına bakınız. Yüzde sekseni yabancı dil ile yazılmış. Hatta Türkçe olan sözcüklerin bile yabancı abece (alfabe) ile yazıldıklarını görürsünüz.
Bu “dil bulamacı”, Türk insanında yeterince “dil bilinci” bulunmadığının utanç belgesidir; insanın içini acıtmaktadır. Çünkü bir topluluk gerçekten ulus ise, kendi toprağında ürettiği dilin sözcükleriyle düşünür, duyar, anlaşır; bilim yapar, sanat yapar. Türkilizce, ne İngilizcedir ne de Türkçe. Bunlar düşündürmez ki, insanlar anlaşsınlar, bilim yapsınlar; duygulandırmaz ki, duyumsatmaz ki, insanlar sanat yapsınlar. Eğer dilinizde yeterince düşündüren ana dii kökenli sözcük, özellikle de bilimsel kavram, terim yoksa ne bilim yapabilirsiniz ne de felsefe. Heidegger bile felsefenin ancak Yunanca ve Almanca dilleri ile yapılabileceğini söylerken aynı şeyleri dile getiriyordu kuşkusuz. Hukuk düzeni de kuramazsınız. Bu yüzdendir ki Japonlar, 19’uncu yüzyılın sonlarında Batı hukukunu alırken hukukun bir kavramlar dili olduğunun ayrımına varmışlar, dillerinde olmayan Batılı kavramları olduğu gibi kendi hukuk dillerine aktarmışlar; bu kavramları yazı diline aktarmak için kendi abecelerindeki harfler yetersiz kalınca da abecelerine yeni harfler eklemişlerdir.
Türk dili, dil bilgisi kurallarıyla, üretkenliği ve şiirsel akıcılığıyla yeryüzünün ve kültür dünyasının en güzel dillerinden biridir. Ancak bilim, özellikle de kültür bilimleri alanında kavram açığımız büyüktür. Çeviri yapanlar, bunun sıkıntılarını yaşamaktadırlar. Tek çıkış yolu, Türkçe köklerden Türk insanını düşündüren, insanımızın kolayca kavrayabileceği kavramlar üretmektir. Çünkü insan, yukarıda da değinildiği üzere, en iyi ana dilinde düşünür ve algılar. Bunu başarmak zorundayız. Ama yalnızca bu başarı yetmez. Dili doğru kullanmayı da başarmak zorundayız. Özellikle genç kuşak bilim insanlarının bu konuda çok duyarlı olduklarını söylemek olanaksızdır.
Yalnızca genç kuşaklar mı? Yasa koyucular da dili doğru kullanmıyorlar bu ülkede.
Türkçeyi Korumak İçin
Durumumuz ortada… Bu yabancı sözcük patırtısı karşısında tez elden önlemler almalıyız. Çünkü dilimizi korumak, işçimizi, girişimcimizi, köylümüzü, kentlimizi, kısacası insanımızı korumak demektir.
Bu konuda şu çözüm yolları düşünülmelidir:
1-Öğretim boyunca, özellikle de ortaöğretimde insanımıza dil bilincini aşılamak.
2-Yasalar kaleme alınırken Avusturya’da olduğu gibi, dil uzmanlarından yararlanmak.
3-Türkçeyi koruma yasası çıkarmak. Bu konuda aşağıda sözü geçen ülkelerden esinlenebiliriz.
Atatürk’ün dil devriminden de esinlenen Fransa, 31.12.1975 tarih ve 1349 sayılı Dili Koruma Yasası’nı (Bas-Lauriol Yasası) çıkarmış, Fransız Yargıtayı 20 Ekim 1986 tarihli kararında Yasa’nın tüketicileri ve Fransız dilini korumayı amaçladığını belirtmiştir. Bu hukuksal düzenlemenin getirdiği başarılı sonuç üzerine daha sonra Fransa, Eski Yasa’yı yürürlükten kaldırmış, daha ayrıntılı bir yasal düzenleme yapmıştır. Fransız dilinin kullanımına ilişkin bu Yasa’nın üç temel amacı bulunmaktadır: Birinci olarak Fransızcanın geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi, ikinci olarak kullanımının zorunlu kılınması, üçüncü olarak Cumhuriyet’in dili olarak korunması. Bu Yasa’ya göre Fransa’da Fransız özel ya da tüzel kişilerince düzenlenen toplantılarda toplantı öncesi ya da sonrası izlencelerde, kamu hizmeti yapan ya da kamu yardımından yararlanan bir özel kişinin kaleme aldığı duyurular ve bildirilerde bile Fransızca kullanılması zorunludur.
Dil konusunda Fransa yalnız değildir. Portekiz Ticaret ve Endüstri Bakanlığı 10 Temmuz 1986’da ülkede Portekizce kullanımını zorunlu kılmıştır. Jura Kantonu dil konusunda bir yasa hazırlanması için resmî bir kurum kurmuştur.
Meksika hükûmeti, İngilizce kırması İspanyolcaya (Spanglizce) karşı yoğun bir karşı etkinlik başlatmış, dükkânlarda kullanılan İngilizce ilan ve adlara karşı halkı uyarmış, 1981’de “İspanyol Dili Bakanlıklar Arası Yarkurulu”nu kurarak durumu denetim altına almıştır.
Belçika’da Temmuz 1978 buyrultusu Fransa’daki Bas-Lauriol Yasası doğrultusunda hükümler getirmiş, 25 Şubat 1985 tarihli buyrultuyla bu ülkede “Fransızcayı Koruma Birliği” kurulmuştur.
Yunanistan ve İsrail, ana dili zorunluluğuna belli alanlarda uyulmamasını hukuksal yaptırımlara bağlamıştır.
Danimarka ve İsveç, parasal zorlayıcı önlemleri (astreinte) öngören yasal düzenlemeler getirmiştir. İsveç’te, Kamu Denetçisi (ombudsman) ve Tüketim Politikaları Ulusal Yönetim Genel Müdürü dile ilişkin düzenlemelerin uygulanmasını denetlemekte ve uymayanlara karşı ticaret mahkemesinde dava açmaktadır.
Finlandiya, Avusturya ve Dominik Cumhuriyeti’nde de benzeri etkinlikler vardır. Bu ülkeler, ayrıca halk haberleşme araçlarında da ana dili kullanma zorunluluğunu öngörmektedir. Böylece hem tüketicilerin aldatılmaları önlenmiş hem de ana dili korunup geliştirilmiş olacaktır.
Bu konuda geniş bir düzenleme yapan Québec, 26.8.1977’de, 31.7.1974 tarihli Resmî Dil Yasası’nın yerine 101 sayılı Yasa’yı benimsemiştir.
Son sözlerim şunlardır:
Geliniz, toplum bilimci ve iktisatçı Gerhard Kessler’in şu sözlerini de aklımızda tutalım: “Dili gereksiz yabancı sözcüklerden arındırmak; tıpkı vücudunu, vicdanını, evini, köyünü ve kentini temiz tutmak gibi ahlaksal bir ödevdir.” Wilhelm Humboldt’un kendisi gibi ünlü şu sözlerini de unutmayalım: “Bir ulusun gerçek yurdu onun dilidir, dil ulusal dileği belirten güçlü bir varlıktır. Ulusal dil yok olunca, ulusal duygu da çok geçmeden yitirilebilir.”
Öyleyse geliniz, İngilizceye, Latin dillerine değil, Yunus Emre’nin ışıl ışıl Türkçesine özenelim ve kendi ana dilimizde berrak düşünceler geliştirelim.