28 Temmuz 2022

İstanbul Sözleşmesi: Danıştay kararı ve sonrası

Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmesi kadınların şiddete karşı korunmasında büyük bir gedik yaratıp korumanın eşiğini düşürmüş ve bir yaşam hakkı sorunu doğurmuştur. Bu durumda Danıştay kararı kesinleştikten sonra AYM ve AİHM'e bireysel başvuruda bulunulması kapısı açılmıştır

Kadınlara yönelik şiddetin önlenmesi konusundaki İstanbul Sözleşmesi'nden Türkiye'nin çekilmesine ilişkin Cumhurbaşkanı Kararı'nın iptali için açılan davayı Danıştay 10. Dairesi reddetti. Hiç şaşırmadım. Bunun tersine karar vermek kimin haddine? Karar Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu'nda temyiz edilebilir. Ancak sonucunun değişmesi beklenmemeli.

Danıştay kararının anlamı şu: TBMM'nin kabul ettiği bir yasayla yürürlüğe giren bir uluslararası andlaşmadan Türkiye, Cumhurbaşkanı'nın tek yanlı bir kararıyla çekilebilir. Meclis'in iradesini hiçe sayarak. Çekilme kararının hukuksal dayanağı, kararın metninde belirtildiği gibi 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi'nin 3. maddesi. Buna göre, "Milletlerarası andlaşmaların … hükümlerinin uygulanmasını durdurma ve ve bunları sona erdirme Cumhurbaşkanı kararı ile olur." Buna karşılık Anayasa'nın 90. maddesi, Cumhurbaşkanı'nın uluslararası andlaşmaları onaylamasını TBMM'nin bir kanunla uygun bulmasına bağlamakta.

Fotoğraf: Emre Orman / csgorselarsiv.org

Danıştay kararına göre "9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi'nin 3. maddesi ile bir milletlerarası andlaşmayı onaylama veya sona erdirme konusunda Cumhurbaşkanı'na tam bir yetki tanınarak bu işlemler Cumhurbaşkanı'nın takdirine bırakılmıştır."

Burada sorun, Sözleşme'den çekilmenin Cumhurbaşkanı Kararnamesiyle düzenlenip düzenlenemeyeceği. Danıştay kararına muhalefet oyu veren iki üyenin de görüşlerinde belirttiği gibi, Anayasa'nın 104/17 maddesi uyarınca, "Kanunda açıkça düzenlenen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz." TBMM'nin kabul ettiği uygun bulma kanununa bağlı olarak onaylanan uluslararası andlaşmalar kanun hükmünde. Anayasa 90/5 maddesi bu konuda açık. "Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir." der bu madde. Ortada bir yasa olduğuna göre bu konu Cumhurbaşkanı'nın yürütme yetkisi dışında kalır. Cumhurbaşkanlığı kararnamesine de konu olmaz.

Kaldı ki, gene Anayasa 104. madde gereğince temel haklar, kişi haklarına ilişkin konular Cumhurbaşkanı kararnamesi ile düzenlenemez. Kadınların şiddete karşı korunmasının bir temel insan hakkı olduğu kuşkusuz. Bu nedenle de bu hak Cumhurbaşkanı kararnamesiyle düzenlenemez.

Ayrıca Anayasa'nın 13. maddesi var. Bu maddeye göre temel hak ve özgürlükler ancak kanunla sınırlanabilir. İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmek, kadınları şiddetten koruyan uluslararası kalkanı ortadan kaldırmakta ve sonuçları bakımından temel bir insan hakkına sınırlama getirmektedir.

İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmenin Danıştay tarafından iptali kapısı kapanmak üzere olduğuna göre, AYM'e ve AİHM'e bireysel başvuru yapılabilir mi? Sözleşmeden çekilmek bir insan hakkı ihlali doğurur mu?

Her şeyden önce böyle bir başvurunun şiddet mağduru kişi ya da kişiler tarafından yapılması gerekir. Böyle bir konuda AİHM'in ilk inceleyeceği konu, Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmesinin, başvurucuların yaşama hakkına, kötü muamele yasağına müdahale olup olmadığı, dolayısıyla başvurucuların mağdur sıfatını taşıyıp taşımadıkları olacak. Davanın en önemli yanı da bu.

Olayımızda sorun mevcut bir yasadan değil, bir yasa hükmünde olan uluslararası andlaşmanın yürürlükten kaldırılarak kadınların bu andlaşmanın korumasından yoksun bırakılmasından kaynaklanıyor. Türkiye gibi kadına şiddetin böylesine yaygın olduğu bir ülkede, İstanbul Sözleşmesi'nin getirdiği korumadan vazgeçilmesi yaşam hakkı ve kötü muamele yasağı, bakımından bir müdahaledir ve şiddet gören kadınlar ya da LGBTİ+'ler, korumanın kaldırılmasından etkilenen mağdur sıfatına sahiptir.

Hükümetin görüşü, Türkiye'de kadınları şiddete karşı koruyan yasal önlemlerin ve buna dayanan düzenlemelerin yeterli olduğu, İstanbul Sözleşmesi'nin öngördüğü önlemlerin ek bir koruma getirmediği yolunda. Aynı görüş Danıştay tarafından da paylaşılmakta. Oysa 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun ile İstanbul Sözleşmesi'ni karşılaştırdığımızda İstanbul Sözleşmesi'nin çok daha etkili bir koruma getirdiğini görüyoruz. Zaten 6284 sayılı yasa da 1. maddesinde İstanbul Sözleşmesi'ni esas aldığını belirtiyor. İstanbul Sözleşmesi Türkiye bakımından ortadan kaldırıldığına göre, 6284 sayılı yasanın dayandığı temel de artık yok.

İstanbul Sözleşmesi, 6284 sayılı yasadan çok daha geniş kapsamlı. Kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesi, bununla mücadele edilmesi yanında mağdurların korunması ve suçluların adalet karşısına çıkarılmasını öngören ayrıntılı hükümler içeriyor. Ayrıca, erken ve zorla evlendirmeleri yasaklıyor, eğitim ve bilinçlendirmeye ilişkin hükümlere yer veriyor. Namus cinayetlerine karşı önlem alınmasını istiyor. Kadına karşı şiddet suçlarını şikayete bağlı olmaktan çıkarıyor. Nihayet, Sözleşme'nin devletlerce uygulanmasını denetlemekte görevli, uzmanlardan oluşan bir denetim mekanizması kuruyor. 6284 sayılı yasa kadını şiddete karşı koruyacak önlemlerle sınırlı kalırken, İstanbul Sözleşmesi bunun çok ötesine geçiyor. Kadın-erkek eşitliğini sağlamaya yönelik önlemleri içeriyor.

Hükümet, Danıştay savunmasında Sözleşme'den çekilme gerekçesini açıklamıyor. Sadece "iç hukukumuzda kadınlara yönelik şiddetle mücadele konusunda gerekli düzenlemelerin bulunduğu, sözleşmeden çekilmenin uygulama bakımından bir eksikliğe yol açmayacağı"nı belirtmekle yetiniyor. AYM ya da AİHM'e verilecek savunmada bu yeterli değil. Hükümet çekilme nedenlerini açıklamak zorunda. Ne diyecek Hükümet? "Sözleşme'de 'cinsel yönelim' sözcükleri var. Bu LGBTİ+'ları de kapsar. O yüzden çekildim." Ya da "Sözleşme'deki 'toplumsal cinsiyet eşitliği' sözcükleri Türk aile yapısına uymuyor." mu diyecek? Bu tür gerekçeleri okuyan AİHM yargıçlarının yüzlerinde belirecek gülümsemeyi şimdiden görür gibiyim.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne taraf devletler yetki alanları içinde yaşayanların yaşam hakkını koruyarak önlemleri almakla yükümlüdür. Devletlerin bu pozitif yükümlülüğü sadece kadınları şiddete karşı korumayı değil, herkesin, LGBTİ+'lerin de, yaşam hakkını kapsar. Bu amaçla devletin caydırıcı bir yasal ve idari çerçeveye sahip olması gerekir. Bu yasal çerçeve hem önleyici, hem etkili bir biçimde cezalandırıcı nitelikte olmalıdır. İstanbul Sözleşmesi böyle bir yasal çerçeve oluşturuyordu.

Türkiye'de kadına karşı şiddeti önlemekte 6284 sayılı yasanın yeterli olmadığı somut verilerle ortada. Bir kere, yasada kadın-erkek eşitliği kavramına yer verilmiyor. Hükümet tarafından hazırlanan eylem planlarında da eşitlik kavramı yok. Oysa kadın-erkek eşitliğiyle şiddetin önlenmesi arasında yakın bir ilişki var. Eşitlik sağlanmadan şiddet önlenemez. Kadın-erkek eşitliğinin davranışlarla içselleştirilmesi, ancak küçük yaşta verilen eğitimle olabilir. O nedenle, kadına karşı şiddetin önlenmesi için eşitliği, eğitimi,bilinçlendirmeyi kapsayan bütüncül bir çerçeveye ihtiyaç var. İstanbul Sözleşmesi böyle bir çerçeve sunuyordu.

İstanbul Sözleşmesi, kadına karşı suç işleyenlerin soruşturulmasına, cezalandırılmasına ilişkin ayrıntılı hükümler içeriyor. 6284 sayılı yasa, bu konuları TCK'nın genel hükümlerine bırakmış. Oysa TCK kadına karşı şiddetin her şeklini kapsamıyor. Örneğin, erken ve zorla evlendirmeler, psikolojik şiddet gibi şiddet türleri TCK'da suç olarak düzenlenmiyor. Ayrıca, ev içi şiddetin kapsamı 6284 sayılı yasada, İstanbul Sözleşmesi'ne kıyasla çok daha dar. TCK'da kadına karşı şiddet suçlarının soruşturulmasının şikâyete bağlı olması da mevcut hukuksal çerçevenin yetersizliğini gösteriyor.

Her şeyin ötesinde en önemli sorun, Opuz/Türkiye davasında olduğu gibi, ilgili makamların kadına karşı şiddeti bir aile için anlaşmazlık olarak görmeleri ve mağduru şikâyetten vazgeçirmeye çalışmaları. Başka bir sorun da suçluya haksız tahrik hükümleri uygulanarak en az ceza verilmesi. Oysa İstanbul Sözleşmesi,şiddet failinin namus,gelenek,görenek, onur,kültür gibi nedenlerle cezada indirim yapılamayacağını garanti altına alıyor. 6284 sayılı yasada böyle bir sınırlama yok. Ayrıca, İstanbul Sözleşmesi, aile uyuşmazlıklarında arabulucuğu yasaklarken Türkiye'de arabuluculuk kurumu aile içi uyuşmazlıklarda da geçerli.

Bu genel manzara karşısında hükümetin İstanbul Sözleşmesi'nden çıkmakla, yetki alanı içindeki kişilerin (buna mülteciler de dahil) yaşamını uluslararası standartlara uygun bir biçimde korumaktan vazgeçtiği sonucu çıkmakta.

6284 sayılı kanun tasarısının 2012 yılında TBMM'de görüşülmesi sırasında , Genel Kurul'da yaptığım konuşmada şöyle demiştim:

"Ailenin korunması" başlığını taşımaktadır kanun. Ailenin korunması ile kadının şiddetten korunması aynı şey değildir, farklı şeylerdir hatta bazen çelişkili şeyler olabilir. Çünkü birçok durumda görüyoruz ki -Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde Türkiye'nin mahkûm edildiği kararda da bu vardı- kadın şiddet dolayısıyla şikâyete gittiği zaman ilgili makamlar "Bu aile işidir, ailenin iç işlerine biz karışmayalım." gibi bir tutum sergilemektedirler. Bu tutum yüzünden kadın, işte, şikâyeti dikkate alınmamakta, koruma verilmemekte, sonunda da öldürülmektedir. Onun için ailenin korunması aslında kadının korunması anlamına gelmemektedir. Tam tersine, belki de, yani ilgili makamların ailenin işlerine karışabilmesi gerekir ki kadının korunması mümkün olabilsin…Bir de tabii ki, şiddet sadece kadına karşı değil, her türlü cinsel eğilime yöneliktir. Yasanın kapsamında cinsel eğilimler nedeniyle şiddetin önlenmesini dilerdik."

Bu sözler 10 yıl sonra da geçerliliğini korumakta.

Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 2020 Aralık ayında yani İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmeden önce, yaptığı toplantıda, AİHM'in ihlal kararı verdiği kadına karşı şiddetle ilgili, İstanbul Sözleşmesi'ne yol açan Opuz kararıyla benzer üç Türkiye kararının uygulama durumunu görüştü. Toplantı sonunda yayımlanan belgede, Türkiye'nin bu konudaki eksikliklerine ve ihmallerine dikkat çekiliyor ve 2022 Aralık toplantısında konunun yeniden ele alınacağı belirtiliyor. Bakanlar Komitesi belgesinde Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesi'nin denetim organı olan GREVIO'nun çalışmalarına yer veriliyor. Aynı eksikliklerin GREVIO çerçevesinde Türk hükümeti ile görüşüldüğünü, İstanbul Sözleşmesi'nin kadına karşı şiddetle ilgili sorunların çözümü için önemli bir sistematik ve yapısal bir araç olduğu vurgulanıyor. Bundan da anlaşılacağı gibi, kadına karşı şiddetle ilgili AİHM kararlarının uygulanması için alınacak genel önlemleri Bakanlar Komitesi büyük ölçüde İstanbul Sözleşmesi mekanizmalarına bırakıyor. İstanbul Sözleşmesi Türkiye bakımından artık yürürlükte olmadığından 2022 Aralık toplantısında Bakanlar Komitesi'nin tutumunda değişiklik yapması ve Türkiye'yi daha çok sıkıştırması beklenir.

Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmesi kadınların şiddete karşı korunmasında büyük bir gedik yaratıp korumanın eşiğini düşürmüş ve bir yaşam hakkı sorunu doğurmuştur. Bu durumda Danıştay kararı kesinleştikten sonra AYM ve AİHM'e bireysel başvuruda bulunulması kapısı açılmıştır.

Rıza Türmen kimdir?

Türkiye’nin önde gelen insan hakları hukukçularından ve diplomatlarından olan Rıza Türmen İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi.

Kanada Montreal McGill Üniversitesi'nden hukuk yüksek lisansı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Siyasal Bilimler doktorası aldı.

Avukatlık stajını yaptıktan sonra, 1966 yılında Dışişleri Bakanlığı'na girdi. Dışişleri Bakanlığı'nda çeşitli görevlerde bulundu.

1985’de Singapur’a ilk Türk Büyükelçisi olarak atandı.

1993 Birleşmiş Milletler Dünya İnsan Hakları Konferansı'nda ve AGİT, İnsani Boyut Toplantıları’nda Türk Heyeti Başkanlığı'nı yaptı.

1994’te İsviçre'ye Büyükelçi olarak atandı. 1996'da Türkiye'nin Avrupa Konseyi Daimi Temsilcisi oldu.

1998 yılında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlığına seçildi. 2008 yılına kadar bu görevi sürdürdü.

2008'de Türkiye'ye döndükten sonra 10 yıl Milliyet gazetesinde köşe yazıları yazdı.

2011 seçimlerinde CHP İzmir Milletvekili olarak parlamentoya girdi. TBMM Adalet Komisyonu ile Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda görev yaptı.

2009 yılında Türkiye Barolar Birliği Yılın Hukukçusu Ödülü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü Ödülü, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Üstün Hizmet Ödülü, 2010 yılında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin Cumhuriyet Ödülü Rıza Türmen’e verildi.

İnsan Hakları ve hukuk konularında yerli ve yabancı dergilerde yayınlanmış çok sayıda makale ile kitap bölümleri kaleme aldı. "Güçsüzlerin Gücü-Türkiye'de İnsan Hakları" ve "Türkiye'de Demokrasi Arayışı" adlı iki kitabı yayımlandı.

Halen demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti alanlarında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarında çalışmalarını sürdüren Rıza Türmen, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi’nin eş sözcülüğünü yapıyor.

Sanata yakın ilgi duyan ve yaklaşık 40 yıldır çello (viyolonsel) çalan Rıza Türmen, T24’te 2013 yılından beri, ağırlıklı olarak temel haklar, insan hakları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, genel hukuk ve politika konularında yazılar yazıyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Türkiye’nin demokratiksizleştirilmesi

Siyasal iktidarın demokrasiyle bağını kopararak giderek daha fazla otoriterleşme, daha fazla şiddete başvurma yolundaki yürüyüşü bu aşamada etkili bir toplumsal direnişle durdurulamazsa, Türkiye’nin demokratiksizleşmesinin geri dönülmesi olanaksız bir noktaya ulaşması kaçınılmaz olacak

Dışarıdan içeriye mektup

Bir suç olabilmesi için suçluya, suçu işleyen kişilere gereksinim vardı. Siz seçildiniz. Siz cezaevinde bizim adımıza, vekaleten yatıyorsunuz...

Umut hakkı ve AİHM kararlarının uygulanması

Umut hakkının ya da şartlı salıverme hakkının bu iki kişiye tanınması kararların uygulanması bakımından hiçbir anlam taşımaz. Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş kararlarının uygulanması için ikisinin de derhal serbest bırakılması gerekir

"
"