13 Ocak 2025
2024’ün son çeyreği Türkiye’nin iç ve dış siyasetinde tüm yılı unutulmaz kılan, hızlı ve çok önemli gelişmelere sahne oldu. Bu gelişmeler gerek dünya siyasetinde gerekse Orta Doğu’da, 2011’de Arap ayaklanmalarıyla başlayan bir dönemin kapandığına dair güçlü işaretler taşıyor. Burada elbette kesin bir sonlanmadan söz etmiyorum. Daha çok 2011’den bu yana özellikle Orta Doğu’da etkili olan dinamik ve belirsizliklerin yerini, yeni -ya da yenilenmiş- aktör, gündem ve süreçlerle birlikte yeni belirsizliklerin alması söz konusu. Benzer bir şekilde Rusya’nın zayıfladığı; Çin’in, AB’nin ve tek tek büyük Avrupa devletlerinin farklı sorunlarla boğuştuğu, rekabetin yoğunlaştığı bir küresel konjonktürde Donald Trump’ın yeniden ABD Başkanı seçilmesi ve daha görevi devralmadan ortaya attığı hafife alınamayacak gündemler, küresel siyasette yeni bir dönemin başladığının ilk işaretleri. Peki Türkiye’nin dış politikası Suriye’deki devlet inşası sürecinin çok ötesinde geçeceği şimdiden belli olan bölgesel değişimlere ve küresel belirsizliklere hazır mı? Gerek hâlihazırda dış politikaya yön veren öncelikler, gerekse bir bütün olarak dış politikanın toplum yararı odaklı bir yönelim çerçevesinde kurgulanması bakımından tablo pek öyle görünmüyor. Dış politikada kriz yönetimi ve en yakın vadedeki sorunların istikrarsız da olsa, hızlı iş birlikleriyle çözümüne odaklanmış, al-ver siyaseti (transactionalism) temel perspektif olmaya devam ediyor. Türkiye’nin sadece etrafındaki tehditlere odaklanmayan, kısa vadedeki değişimlerden etkilenmemesi gereken, koşullar değiştiğinde B, C planlarıyla yürürlükte tutulabilen, alternatif stratejiler içeren, tüm toplumun refah ve güvenliğini hedefleyen bütüncül bir dış politika yönelimi (orientation) var mı? Bu sorunun yanıtına epeydir ‘‘vardır ve şudur’’ diye bir yanıt veremiyoruz. Dahası, bu sorunun muhalefet tarafından da esaslı bir şekilde sorulduğunu da duymuyoruz.
Ekim ayının başında, henüz Suriye’de rejim değişikliğine dair pek bir emare yokken, hükûmet Türkiye’nin önümüzdeki süreçte dış politikasını belirleyecek yaşamsal önemde bir tehditle karşı karşıya olduğunu iddia etmişti. Buna göre İsrail’in Gazze Savaşı’nı Lübnan ve Suriye topraklarına doğru genişletmesiyle birlikte Türkiye, İsrail’den yönelen sıcak bir saldırı tehdidi altına girecekti. Muhalefetin talebi üzerine meclisin kapalı oturumunda mesele tartışıldığında böyle bir akut bir tehdidin olmadığı, aslında iç siyaset için kurgulanan bir söylemle karşı karşıya olunduğu anlaşıldı. Bugün net bir şekilde görüyoruz ki İsrail tehdidi iddiası bölgede yaşanacak değişimlerle birlikte içeride Kürt meselesinde atılacak riskli adımlara meşruiyet yani toplum rızası elde etmeyi amaçlayan siyasî bir hamleydi. Gerçekte hükûmet Suriye’deki rejim değişikliği için ABD ve İsrail ile uyum içinde hareket etmekteydi. Bu uyum sayesinde Suriye iç savaşı çok değil bir sene önce Ankara’nın hayal dahi edemeyeceği şekilde radikal İslamcı muhaliflerin zaferiyle sonuçlandı. Hükûmet Suriye’de yeni yönetim üzerinde en etkili aktör olarak Rusya ve İran’ın yerini almaya talip oldu. Peki Ankara Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) üzerinde belirli bir süre etki kurabilmenin ötesinde gerçekten nüfuz sahibi, söz geçiren bir konuma yerleşebilir mi? Rusya’nın çekilmesinin ardından bölgeyi biçimlendirme gücü olan ABD ve Avrupa ülkeleriyle ilişkileri Ankara’ya bu alanı açar mı? Ya da soruyu şöyle soralım: Türkiye’nin bir bütün olarak Batı ile ilişkilerindeki bozulma ve belirsizlikler Suriye’deki amaçlarını nasıl etkiler? Ankara, Suriye’yi şekillendirmeye talipken kendisini IŞİD’le mücadeleye indirgenmiş, askerî bir rolle sınırlanmış durumda bulabilir mi? Bu iki bölümlü yazıda hükümet açısından başarılı ve avantajlı görünen mevcut tablonun Türkiye için önemli riskler barındırdığını, bu riskleri alıştığı 'al-ver' mantığıyla idare etmenin, hükûmeti hem bölgede nüfuz sahibi bir aktör olmaktan hem de uzun vadeli, güvenlik ve refah odaklı bir dış politika kurgulamaktan alıkoyduğunu tartışmaya çalışacağım.
Türk dış politikasında 2024, Suriye’deki gelişmelerden önce aslında kayıp bir yıldı. Bu durum bir ölçüde küresel siyasetin gidişatını belirleyen iki savaşın seyrindeki belirsizliklerden kaynaklanıyordu. Ukrayna’nın 2024 bahar aylarından itibaren Batı’nın artan hava desteği sayesinde Rusya karşısında avantajlı bir duruma geçmesi ve savaşın Rus topraklarına doğru genişlemesi Rusya’nın nükleer silah kullanıp kullanmayacağı konusunda ciddi bir belirsizlik yaratmış; bazı arabuluculuk faaliyetleri dışında birçok ülke gibi Türkiye’yi de hareketsiz bırakmıştı. Benzer bir şekilde yaz aylarından itibaren İsrail’in Hamas ve Hizbullah’ın gücünü ciddi ölçüde kıran saldırılarına İran’ın nasıl bir yanıt vereceği, nükleer boyutu da olabilecek bir İran- İsrail savaşının çıkıp çıkmayacağı diğer bir belirsizlik unsuruydu. İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü soykırım ile Lübnan ve Suriye’ye giderek yoğunlaştırdığı saldırıların nerede duracağı tahmin edilemiyordu. Esad rejimi Rusya ve İran desteği ile bir şekilde ayaktaydı; ancak Rusya’nın baskılarına rağmen Türkiye ile uzlaşmaya yanaşmıyordu.
Diğer yandan bu iki savaş sürecinde Rusya, Çin ve İran arasında giderek gelişen askerî ve ekonomik iş birliğinin kalıcı bir küresel güç eksenine dönüşüp dönüşmeyeceği önemli bir tartışma konusuydu. Türkiye açısından bu eksenin AKP iktidarının uzun zamandır sürdürdüğü alternatif iş birlikleri ve ittifak geliştirme çabaları için bir hedef olup olmadığı da kimi tuhaf -Türkiye BRICS’e başvurdu mu, başvurmadı mı?- adımları gündeme getiren başka bir belirsizlikti. Çünkü Rusya ve İran’ın bu savaşlardan son derece olumsuz etkilendiği de açıktı. Ancak hükûmet yine de 2010’lardan bu yana dış politikasını dayandırdığı, yeni güç eksenleri ile şekillenen Batı sonrası (post-Western) bir dünyanın ortaya çıkmakta olduğu varsayımını temel almaya devam etti. Bu iki savaşın sağladığı olanaklarla Batı ile ilişkileri pragmatik ancak oldukça mesafeli bir çerçevede tuttu. ABD ile ilişkileri yeni başkanlık döneminine bıraktı. NATO içindeki konumunu korumakla, S400 sonrası bozulan siyasî diyaloğu kısmen onararak F-16 almak gibi sınırlı amaçlarla yetindi. AB ile sınır koruma ve göç kontrolüne indirgenmiş ilişkileri diğer alanlarda neredeyse dondurdu. Eski ve yeni bir dizi AİHM kararını uygulamayarak Türkiye’nin demokratik dünyadan kopuşunu daha da derinleştirdi. Batı sonrası dünya varsayımıyla meşrulaştırılan bu mesafe her ne kadar tercih ediliyor gibi görünse de Batı ile ilişkilerin de genel bir belirsizlik ve güvensizlik iklimi içinde olması demekti.
2024’ün son aylarındaki gelişmeler ise bölgede Türkiye’yi özellikle Orta Doğu’da hareketsiz kılan belirsizlikleri -ilk bakışta- olumlu bir noktaya taşıdı. Bugün görüyoruz ki Şam’ın HTŞ kontrolüne geçmesi Ankara’nın beklediği bir gelişmeydi ve hükûmet hızla yeni Suriye’nin şekillenmesinde en etkili aktörlerden biri olacağını gösteren bir aktivizm içine girdi. Diğer yandan bu yeni konjonktür hükûmete Kürt meselesini bildiği en iyi yöntemle, yani devletçi bir anlayışla ele alarak değerlendirmek için önemli bir fırsat yarattı. Esas olarak Suriye’deki Kürtlerle anlaşarak içeride de Kürt hareketinden destek alarak iktidarını uzatacak bir anayasa değişikliğinin peşine düştü. Peki mevcut durum gerçekten bu kadar parlak mı? Türkiye, Suriye’de nüfuz sahibi bir aktör olacaksa bunun arka planında ne olacak? Öngörülmeyen maliyetleri olabilecek böyle bir nüfuz peşine düşmek Türkiye’ye uzun vadeli güvenlik ve refah beklentileri bakımından ne sağlayabilir? Bu yazının ilk bölümünde 2024’ün neden bir dönemin sonu olduğu sorusuyla birlikte mevcut tablonun Türkiye için aslında ne anlama geldiğini ve kısa vadede hangi ciddi riskleri barındırdığını tartışmaya çalışacağım. İkinci kısımda ise uzun süredir Türk dış politikasının yürütülüşüne damgasını vuran aşırı pragmatizmin, ciddi bir siyasî yönelim eksikliğinin ve 'al-ver' mantığının toplum yararına, uzun vadeli yararlar sağlayacak bir dış politikanın kurgulanmasına engel olduğunu ve Türkiye’nin yeni dönemdeki seçeneklerini tartışacağım.
2024’ün son çeyreğindeki gelişmeler neden bir dönemin kapanışına işaret ediyor? İlk olarak vurgulamak gerekir ki Orta Doğu’daki mevcut durum AKP dış politikasının ideolojik ve pratik olarak dayandığı Batı-sonrası dünya (post-Western world) varsayımının, en azından bir süre, geçersizleşeceği veya belirsizleşeceği bir döneme geçildiğini gösteriyor. Çünkü Batı-sonrası bir dünyada, Batı’ya meydan okuyacağı düşünülen Rus-Çin-İran ekseninin iki üyesi her iki savaştan oldukça yıpranarak ve zayıflayarak çıktılar. Suriye iç savaşının radikal İslamcıların zaferiyle sonuçlanmasının ana nedeni Rusya ve İran’ın Esad rejimine destek veremeyecek ölçüde zayıflamış olmaları; buna karşılık HTŞ liderliğindeki İslamcı grupların ise Körfez ülkeleri, ABD, İngiltere, AB, Türkiye ve en önemlisi İsrail’den en azından ilk aşamada onay ve destek almaları. Rusya’nın bölgedeki iddiasını azaltması ve aynı zamanda İsrail’in askerî olarak muazzam genişlemesi Orta Doğu’yu son yıllarda hiç olmadığı kadar ABD, İngiltere ve AB’nin siyasî ve ekonomik etkisine açmış durumda. Avrupalı dışişleri bakanlarının bölgeye adeta akması; ABD, Almanya ve Fransa’nın İsrail’in güvenliği ve Kürtlere yönelik destek söylemlerini yoğunlaştırması bu durumun pratik göstergeleri. Bu elbette ki Rusya’nın tablodan tamamen çıkması anlamına gelmiyor. Uluslararası yaptırımların kaldırılması için yeni yönetimin hâlâ Rusya’nın BMGK’daki onayına ihtiyacı var. Suriye’de korumak isteyeceği askerî bir varlığı var. Ancak Suriye’nin yeniden inşasında herhangi bir rol oynaması yakın vadede mümkün görünmüyor. Bu yeniden inşa sürecinde ekonomik olarak başat rol oynayacak Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi bölge aktörleri de yeni yönetimin aşırı İslamcı karakterinden arınmasını tercih ediyorlar ki bu da aslında yine Batı’nın beklentileriyle son derece uyumlu bir durum.
Diğer yandan Rusya’nın Ukrayna’da nükleer silah kullanma ihtimali de Trump’ın seçilmesiyle birlikte rafa kalkmış sayılabilir. Hatta Putin’in Suriye’den çekilme karşılığında Ukrayna’daki beklentilerini çoktan garantilediği, bunlarla yetineceği ve Trump’ın istediği gibi savaşı sona erdirip ekonomik toparlanmaya öncelik vereceği dahi öngörülebilir. Bu da Rusya’nın sadece Orta Doğu’da değil küresel düzlemdeki geri çekilişinin bir süre devam etmesi demek. Dolayısıyla gerek Rusya’nın geri çekildiği küresel düzlemde gerekse Arap ayaklanmaları sürecine damga vuran İslamcı aktörlerin büyük ölçüde tasfiye edildiği bir Orta Doğu düzleminde bir dönem kapanmış; Batı sonrasından çok, yeni bir Batı etkisi dönemi başlamış gibi görünüyor.
İkinci olarak Esad rejiminin diğer payandası İran’ın bırakın İsrail ile savaşmayı, Direniş Ekseni’nin bileşenlerini, vekil güçlerini destekleyemez hâle gelişi de hem küresel düzlemde hem de Orta Doğu’da yeni bir döneme girdiğimizi gösteriyor. Görünür gelecekte İran rejiminin ayakta kalması nükleer meselede Batı ile iş birliğine yanaşmasına, genel olarak Batı ile ilişkilerinde ılımlı bir tutum almasına bağlı görünüyor. Trump’ın girişebileceği yeni hamlelere karşı İran’ın bir yandan Çin, diğer yandan da AB ile ilişkilerini güçlendirmeye çalışması oldukça muhtemel. Ancak İran, İsrail’in bu kadar güçlendiği bir ortamda istese de Batı ile ilişkilerini toparlamayabilir ve bir rejim değişikliği süreci tetiklenebilir. Her durumda İran rejiminin içinde bulunduğu zafiyet de küresel ve bölgesel siyasette yeni bir dönemin ve yeni belirsizliklerin işaretlerinden biridir. Bu durumun hükûmet açısından önemi şu: Türkiye- İran ilişkileri son dönemlerde pek iyi değildi ancak İran rejimi her zaman AKP hükûmetlerinin Batı-sonrası dünya perspektifini destekleyen, sistem karşıtı partnerlerinden biri oldu. Bu sistem karşıtı gücün zayıflaması, büyük güçlerin etkisine açılması ve en nihâyet İran’da da bir rejim değişikliği olasılığı, hükûmet açısından yine ciddi bir yeni belirsizlik.
AKP dış politikasının Batı sonrası dünya varsayımının en azından belirli bir süre durakladığı yeni dönem Türkiye açısından hangi acil riskleri barındırıyor ve bunlar hükûmetin pragmatik iş birlikleri ve 'al-ver' mantığı ile aşılabilir mi? HTŞ’nin zaferiyle AKP’nin 2011’den bu yana bölgede izlediği ana dış politika hedefi gerçekleşti; Esad rejimi yıkıldı. Ancak bu aynı zamanda Rusya’nın bölgeden çekilmesi, İsrail’in Suriye’ye yerleşmesi ve Suriye’deki Kürt özerk yapısının güçlenmesini de beraberinde getirdi ki her üç gelişme de hükûmetin 2010’lardan beri yürüttüğü dış politikanın bir anlamda boşa düşmesi demek. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, son tahlilde aslında uzun zamandır yürütülen dış politika hedeflerinin tersi bir tablo ortaya çıkmış durumda. Bu tabloda ilk büyük risk İsrail’in daha da aşırılaşması ve Türkiye dâhil bölge aktörlerinin ABD baskısıyla hareketsiz kalmasıdır. ABD ve AB ülkeleri için İsrail’in güvenliğinin temel mesele olduğunu düşünürsek İsrail’in öngörülemezliği bölge siyasetinin karşı karşıya olduğu en büyük sorundur. Bu soruna karşı ne Türkiye’nin ne de başka bir bölge ülkesinin elinde ciddi bir koz ya da caydırma unsuru var. Katar ve diğer Körfez ülkeleri ABD üzerinden İsrail’i sınırlayacak bir rol oynamaya çalışabilir ancak ne kadar etkili olabilecekleri bir soru işareti. Diğer yandan Gazze’deki soykırımla birlikte bölgedeki bu ortam başta IŞİD olmak üzere terör örgütlerinin güçlenmesine, hatta yeni şiddet aktörlerinin ortaya çıkmasına zemin sağlayacaktır. ABD’ye göre IŞİD’le mücadele bitmemiştir; ancak Trump’ın askerî olarak bu meseleye odaklanmak istemediği de bir sır değildir. Peki bu görev kime devredebilir? Bölgede askerî açıdan en güçlü ve terörle mücadele deneyimi en fazla olan ülke hangisidir? İşte Türkiye için en büyük risk böyle bir role itilmesi, mecbur bırakılması ya da gönüllü olmasıdır. Son olasılık, yani gönüllü olma iki nedenden dolayı oldukça mümkün: Birincisi Rusya’nın çekilmesiyle bölgede Türkiye’nin hiçbir şekilde rekabet edemeyeceği Batı ve Körfez ülkelerinin ekonomik etkisinin reel olarak artması, HTŞ’nin bu ülkelerin onay ve desteğine daha çok ihtiyaç duyması Ankara’nın ister istemez geri plana düşmesine neden olabilir. Hükûmet de bu görevi üstlenerek etki sahibi olmaya devam etmek isteyebilir. İkincisi, Ankara PYD/SDG’nin IŞİD’le mücadelede oynadığı başat rol nedeniyle elde ettiği kazanımlardan rahatsızdır ve bu durumu sona erdirmek için de bu göreve talip olabilir.
Son tahlilde Rusya’nın çekilmesi, tüm bölge aktörleri gibi Türkiye’yi de ABD’nin İsrail’in ve YPG/ SDG’nin güvenliği ile ilgili tercihlerini desteklemeye mecbur bırakacaktır. Bu durumun ilk emareleri Kürt meselesinde atılan adımlarda açıkça görülüyor. Muhatap olarak Öcalan tercihi, Ankara’dan beklentinin içerideki Kürt hareketi ve siyasî temsilcileriyle değil; öncelikle Suriye Kürtleriyle anlaşılması olduğunu gösteriyor. Benzer bir biçimde YPG/SDG de,HTŞ ile ılımlı bir diyalog kuruyor, her ikisi de İsrail’le çatışma istemiyor çünkü ABD bunu istemiyor. Suriye aslında Ankara’nın beklentileri çerçevesinde değil, HTŞ ile Kürtler arasında İsrail ve ABD yönetiminin beklentilerinin maksimize edileceği bir anlaşmayla yeniden inşa edilecek gibi görünüyor. Bu tabloda Türkiye için gerçekten en büyük risk, IŞİD’le mücadelenin Türkiye’ye devredilmesi için Trump’ın uygulayabileceği baskılardır. Ancak daha da büyük bir risk, yukarıda ifade ettiğim gibi hükümetin bölgede Batı ve Körfez hakimiyetine karşı bir etki elde edebilmek için yine bir 'al-ver' mantığı içinde IŞİD’le mücadeleye gönüllü olması ve büyük bir macerayı göze almasıdır.
Özlem Kaygusuz kimdir?Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi. Lisans ve yüksek lisansını Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde, doktorasını Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü'nde tamamladı. ABD, Georgetown Üniversitesi (2003-2004) ve Stanford Üniversitesi’nde (2012) doktora sonrası Küreselleşme ve Uluslararası Düzen, Eleştirel Güvenlik Çalışmaları, Demokratikleşme, Avrupa Birliği’nde güncel siyaset ve Türkiye-AB İlişkileri konularında lisans ve yüksek lisans düzeyinde dersler veriyor; aynı konularda Türkçe ve İngilizce makale, kitap bölümleri, ulusal ve uluslararası bildirileri bulunuyor. Son olarak Behlül Özkan’la birlikte derleyici ve yazarı olduğu, İletişim yayınlarından çıkan ‘Devletin Güvenliği Adına: Türkiye’de Milli Güvenlik Siyaseti’ adlı çalışmayı yaptı. |
© Tüm hakları saklıdır.