19 Temmuz 2020

Geleceğe bir mektup: Hilma af Klint

Linda Nochlin’in 1971 tarihli makalesi  "Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?" feminist sanat tarihinin nirengi noktalarından birini oluşturur. Nochlin, bu makalesinde başlıktaki soruyu detaylıca açarak farklı perspektiflerden değerlendirmelerde bulunur, ardından sorusunda "deha" olarak sanatçı imgesini kastettiğini ve sanat tarihinin, benzer yaklaşımla hiçbir kadın sanatçıyı işaret etmediğini, çünkü yaşamın buna izin vermeyen dinamiklerle dolu olduğunu dile getirir. Bu yazının konusu da, pratiğinin başlıca yekununu yaşamı boyunca gizli tutmayı "tercih etmiş" ya da kendini böyle davranmak "zorunda hissetmiş"; ve nihayetinde üretimlerinin ortaya çıkmasıyla ölümünden 42 yıl sonra adeta sanat tarihinin akışını değiştirmiş olan bir sanatçı: Hilma af Klint

Sanat tarihçi Linda Nochlin'in 1971 tarihli makalesi  "Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?" (Why Have There Been No Great Women Artists?) feminist sanat tarihinin nirengi noktalarından birini oluşturur. Nochlin, bu makalesinde başlıktaki soruyu detaylıca açarak farklı perspektiflerden değerlendirmelerde bulunur. Her ne kadar yeterince araştırılmamış ve değerlendirilmemiş bazı ilginç ve çok iyi kadın sanatçılar olduğunun altını çizse de, sorusunda "deha" olarak sanatçı imgesini kastettiğini ve sanat tarihinin, benzer yaklaşımla hiçbir kadın sanatçıyı işaret etmediğini, çünkü yaşamın buna izin vermeyen dinamiklerle dolu olduğunu dile getirir. Bu yazının konusu da, yaşadığı dönem için devrimci bir figür olsa da ilgi ve araştırma alanlarını ve dahası pratiğinin başlıca yekununu yaşamı boyunca gizli tutmayı "tercih etmiş" ya da kendini böyle davranmak "zorunda hissetmiş" olan bir sanatçı: Hilma af Klint

Hilma af Klint, 1862'de İsveç'te doğar ve kendi ülkesinde güzel sanatlar akademisinde öğrenim gören ilk kadınlardan biri olur. Yine akademideki öğrencilik yıllarından arkadaşı Anna Cassel ile, daha sonra Sigrid Hedman, Mathilda Nilsson ve Cornelia Cederberg'in de eklenmesiyle "De Fem" (Beş) adlı spiritüel bir grup kurarlar ve 1896-1906 yılları arasında düzenli olarak "seanslar" gerçekleştirirler. Üretimleri de ağırlıkla bu eksendedir. Bu grubun etkinlikleri ve üretimleri gizli tutulur ve bunlar olurken bir yandan af Klint, çok uzun süre devam edeceği akademik üsluptaki portre ve peyzaj resimlerini üretmektedir. Botaniğe özel bir ilgisi olduğunu bildiğimiz ressam, derinlikli ve başarılı manzaraları ve dönemin önemli figürlerinin portrelerini yaparak hatırı sayılır bir kariyer elde eder. Bu tabii ki yaşadığı dönemde bir kadın sanatçının elde edebileceğinden daha fazlası değildir. Arkasında bir lobi, anlaşmalar, büyük galeriler ve sanat simsarları yoktur. Bunlara rağmen belirli bir tanınırlık ve başarıyla yürüttüğü kariyerine paralel olarak, gizli tuttuğu resimlerini büyük bir adanmışlıkla yapmayı sürdürür. Düalist bir sanat hayatı vardır adeta. Bir yanda "normal" peyzaj ve portreler, diğer yanda ezoterizm, biyoloji ve geometrinin bir araya gelmesiyle oluşan "gizli" tuvaller, eskizler ve 26 bin sayfaya yakın yazı. Bu durumu sanat tarihi açısından ilginç ve biricik kılan şeyse, bu paralel üretimlerin, bu gizli pratiğin, resmî sanat tarihine göre Wassily Kandinsky, Piet Mondrian ve Kazimir Malevich'in öncülüğünde başlamış olan olan Soyut Sanat akımının ilk örneklerini, Soyut Sanat'ın "babalarından" çok daha önce içermiş olmasıdır. 

Kuşkusuz af Klint'in esin kaynağı sadece "De Fem"deki arkadaşları değildir. Bu süreçte, Madame Blavatsky olarak bilinen Rus düşünür, mistik ve yazar Helena Petrovna Blavatsky ile yolları kesişmiştir. Sanatçının, döneminin en nev-i şahsına münhasır figürlerinden biri olan, 1875'te Teosofi Cemiyeti'ni kuran ve bugün hala üzerine çok konuşulan "Peçesiz İsis" kitabının da yazarı olan Madame Blavatsky'den ve fikirlerinden yoğun olarak etkilendiğini biliyoruz. Yine Madame Blavatsky ile teşvik-i mesaisi olan ve sonradan Antroposofi akımını oluşturan, dönemin popüler figürlerinden Rudolf Steiner da, af Klint'in dostu olduğunu, hatta atölyesini ziyaret ettiğini bildiğimiz bir isim. "De Fem"in ilk zamanlarında, gerçekleştirdikleri spiritüel seansların etkisiyle grup arkadaşlarıyla otomasyona dayalı ve kolektif resimler yapmış olan af Klint, ilerleyen dönemlerde daha planlı ve bireysel bir pratiğe yönelir. (Otomatizm, tüm bunlardan haberleri olmaksızın, onlarca yıl sonra Gerçeküstücüler tarafından sanatsal pratiklerinde kullanılacaktır.) Bu süreçte, Steiner'ın af Klint'e pratiğini daha planlı bir şekilde sürdürmesi yönünde tavsiyeler verdiği de biliniyor. Sanatçının en büyük ölçekli tuvallerinin yer aldığı 1906-1915 yılları arasında devam ettiği "Tapınak Resimleri" serisi de böylece başlamış oluyor. Bu tuvallerin büyüklüğünü serinin adıyla birleştirdiğimizde, sanatçının gerçekten fiziksel bir tapınak için mi bu resimleri yaptığı sorusu, yanıtını asla alamayacak olsak da ister istemez zihinlerde beliriyor.


Hilma af Klint, Group X, Altarpiece No. 1, 1915

Hilma af Klint'in tuvalleri, Wassily Kandinsky, Kazimir Malevich ve Piet Mondrian'la başladığı varsayılan Soyut Sanat'ın ilk nüvelerinin çok daha önce af Klint'in fırçasından çıktığının kanıtı. 1906'da yani söz konusu sanatçılardan en az on yıl önce soyutlamaların yer aldığı tuvallerini resmediyormuş. Bu, öyle güçlü bir kanıt ki, sanat tarihinin akışında önemli bir değişikliğe neden oluyor. Tam bu noktada af Klint'in, uluslararası sanat camiasında çok bilinmeyen, dahası pratiğini gizli tutan, yapıtlarını kuramsal çerçevesiyle birlikte sarmalayarak izleyiciyle buluşturmamış bir ressam olmasını, Kandinsky ve Mondrian'ın tanınırlığı ve resmî sanat tarihindeki yerleşiklikleriyle yan yana koyup af Klint'in üretimlerine "okültizme meraklı bir kadının, teorik bir temeli olmayan resimleri" olarak bakmak buradaki en büyük tuzak. Zira Mondrian'ın Fransa ve Hollanda Teosofi Cemiyetleri'ne üye olduğunu ve ilhamını Teosofi'den aldığını açıkça dile getirdiğini; Kandinsky'nin de Rudolf Steiner'ı ve öncüsü olduğu Antroposofi akımını çok yakından takip ettiğini, Steiner'a mektuplar yazdığını ve hatta kendisiyle bir araya geldiğini biliyoruz. Dolayısıyla, af Klint'in pratiğinde şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki; evet, benzer ilhamlarla ama çok daha önce temellenip ortaya konan bir üretimden bahsediyoruz.

Af Klint'in tuvallerindeki motivasyonu bilemesek de, aynı dönemde yaşadığı ve tanıştıklarını bildiğimiz Carl Gustav Jung'un resimleriyle de paralelellik göstermesini de önemli buluyorum. Jung'un "Kırmızı Kitap"ında (Liber Novus) yer alan resimler, estetik dil açısından af Klint'inkilerle gerçekten fark edilir ölçüde ortaklıklar taşımaktadır. Formel açıdan birinin diğerine ilham olup olmadığını muhtemelen asla öğrenemeyeceğiz ancak, af Klint'in başta "Kuğu" serisi olmak üzere bazı tuvallerinde Jung'un insan psişesine dair temel düşüncelerinden olan "gölge" kavramı üzerine durduğunu da rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz. Bu seri, bir yandan da "soyutlama"nın nasıl gerçekleştiğine dair, adeta ders niteliğinde bir formsal anlatıdır.


Hilma af Klint, Stokholm'deki stüdyosunda, 1895

Tüm bunlara bir arada baktığımızda, kaos, düalite, dinler tarihi, ezoterizm, semboller, biyomorfik ve geometrik formlara dair 1200 resim ve yazının başında da değindiğim gibi 26 bin sayfa manuskripti yaşamı boyunca kimseyle paylaşmayan ve akademik geleneğe sadık ressamlık kariyerini devam ettiren bir kadınla baş başa olduğumuzu görüyoruz. Af Klint'in bu gün ışığına çıkmama isteği öyle güçlü ki, vasiyetinde, resim ve metinlerinin ölümünden en az 20 yıl sonra açılması ve kamuyla paylaşılması isteği yer alıyor. Bu doğrultuda da, 1944'teki vefatının 26 yıl sonrasında, 1970 yılında yeğeni tarafından açılarak Stokholm'deki Moderna Museet'ye hibe edilmek istendiğini ancak müzenin bunu reddettiğini biliyoruz. 1986'da "The Spiritual in Art, Abstract Painting 1890–1985" (Sanattaki Spiritüel, Soyut Sanat 1890-1985) başlığıyla Los Angeles County Museum of Art'ta gerçekleştirilen sergide yer alır ve uluslararası sanat dünyası tarafından tanınırlığı böylelikle başlamış olur. Son olarak 2018 yılında "Hilma af Klint: Gelecek İçin Resimler" (Hilma af Klint: Paintings for the Future) başlıklı retrospektifle New York'taki Solomon R. Guggenheim Müzesi'nde yer alır ve bu sergiyle birlikte tüm sanat dünyası ondan bahsetmeye başlar. Şunu söylemenin spekülatif bir yorum olmayacağına inanıyorum ki, spiritüel seanslarında yıllarca ruhun yolculuğunu araştıran af Klint, ölümünden 42 yıl sonra, yaşamı boyunca gizli tuttuğu resimlerinin izleyiciyle buluşmasıyla, bedeni bu dünyada değilken yeni bir varoluşu deneyimlemeye başlamıştır.

Hilma af Klint'in, pratiğini yaşamı boyunca gizli tutması ve ölümünden 20 sene sonra gün yüzüne çıkmasına dair kararındaki motivasyonu muhakkak ki bilemiyoruz. Bunun ardındaki neden; resimlerinin taşıdığı spiritüel nefesin, karşılığını o dönemde bulamayacağına dair bir öngörü olabileceği gibi, pek tabii ki anlaşılamama ya da ötekileştirilmeye dair kaygılar da olabilir. Biz bugün af Klint'in geleceğe attığı mektubunu okurken, kendisiyle ilgili başka yazıların kapılarını açık bırakarak bu yazıyı, tüm kadınların özgürce kendi gerçekliklerini yaşayabilmesi temennisiyle bitiriyorum.

Yazarın Diğer Yazıları

Hüseyin Çağlayan ve perpetuum mobile

İstanbul’da uzun süre sonra bir Hüseyin Çağlayan sergisi gerçekleşiyor. Sanatçının Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki solo sergisi Souffleur, Çağlayan’ın multidisipliner tavrını tasdikli yaratıcılığıyla buluşturduğu bir alan. Hüseyin Çağlayan, zamanlar, mekânlar ve kimlikler üstü pratiğinde bir “perpetuum mobile” haliyle yol alırken Souffleur, bu harekete izleyicinin tanıklığını da katan bir arayüz oluyor. Çağlayan, bu arayüzle tüm denk gelişleri, karşılaşmaları ve ortak fikirleri bünyesine katıp sonsuz devinimine devam ediyor

12. Berlin Bienali: Dekolonyal sorular

Bu yaz Berlin'de Kader Attia küratörlüğünde gerçekleşen 12. Berlin Bienali, "Still Present!" olarak belirlenen kavramsal çerçevesiyle Batı'nın kolonyal tarihiyle -bir nevi- hesaplaşmasına katkıda bulunmak, dekolonyalizme dair sorular üretmek üzere yola çıkmış. Bienalin, yan etkinlikleri ve izleyiciyi süreçlere dahil eden çok katmanlı yapısıyla Berlin'in bitimsiz devinimine uygun bir yapı kurmayı başardığı söylenebilir

Shirin Neshat'ın rüyalar ülkesi

Pratiği ağırlıkla kendi köklerinden temellenen Shirin Neshat yeni projesi Land of Dreams’de bu kez bakışını, uzun süredir yaşamakta olduğu Amerika’ya çevirmiş. Rüya kavramına odaklanarak portre fotoğrafları, video çalışmaları ve bir uzun metraj filmi otobiyografik izler taşıyan görünmez iplerle birbirine bağlayan sanatçı, farklı disiplinleri aynı proje altında buluşturarak ayrı ayrı izlenebilen, yani tek başlarına birer bütün olan ama birlikte / art arda incelendiğinde de daha büyük bir örüntüyü meydana getiren bir eserler bütünü yaratıyor. Dirimart’ta devam etmekte olan Land of Dreams, izleyicisine rüyalar, siyaset, bireysel ve kolektif bilinçdışı üzerine düşünmek için elverişli bir alan açıyor