03 Ekim 2021

Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?*

Nebra Gökyüzü Diski, Bronz Çağı'na tarihlenen bir arkeolojik buluntu. 30 cm. çapında ve 2 kg. ağırlığındaki bu turkuaz bronz diski özel kılansa altın Güneş (ya da dolunay), yeni ay ve Pleiades yıldız kümesi kakmalarıyla, tarih öncesine ait bilinen, bu kadar çok gökcismi ve gözlem içeren en eski kozmos betimlemesi olması. Nebra Gökyüzü Diski, binlerce yıl önce ilkel hesaplamalarla gündönümlerini tespit edip bronz bir diske Güneş, Ay ve yıldızları işlerken başlayıp, bugünün teknolojileriyle geliştirilmiş teleskoplar ve uydular aracılığıyla Güneş Sistemi’nde dolandığımız zamanlara uzanan, kolektif bilinçdışımızda süregelen bağın da, bir nevi sembolü.

Uzun süre sonra yazılan yazılar benim için her zaman daha özel olmuştur. O yüzden sezonunun nasıl heyecanla başladığını, İstanbul’daki favori sergilerimi ya da bir sanatçının pratiğinin detaylarını anlatmayı ileriki haftalara bırakarak bu yazıda çok daha zamansız ve özel bir konuya, bulunduğu andan itibaren uluslararası arkeoloji dünyasında üzerine çokça konuşulan bir buluntuya değineceğim: Nebra Gökyüzü Diski.

Nebra Gökyüzü Diski, Bronz Çağı'na tarihlenen bir arkeolojik buluntu. 30 cm. çapında ve 2 kg. ağırlığındaki bu turkuaz bronz diski özel kılansa altın Güneş (ya da dolunay), yeni ay ve Pleiades yıldız kümesi kakmalarıyla, tarih öncesinin bilinen, bu kadar çok gökcismi ve gözlem içeren en eski kozmos betimlemesi olması. Disk, 1999 yılında kaçak hazine avcılarınca Almanya’nın Saxony-Anhalt eyaletinde, Nebra kasabasında Bronz Çağı’na ait kılıçlar, baltalar ve başka buluntularla birlikte keşfedildi ve 2002 yılında yetkililerce, başka eserlerle birlikte diski satmaya çalışan hazine avcılarının elinden kurtarıldı. O gün bu gündür üzerine çokça konuşulan disk, 2012 yılındaysa 20. yüzyılın en önemli arkeolojik keşiflerinden biri olarak nitelendirilerek UNESCO Dünya Belleği Listesi’ne dahil edildi.

Bugün Halle Prehistorya Eyalet Müzesi’nde görülebilen Nebra Gökyüzü Diski, canlı turkuaz gökyüzünün üzerinde altın kakmalar içeriyor. Bu muhteşem turkuaz rengin aslında zamanla meydana geldiği, gece gökyüzünü simgeleyen diskin yapıldığında lacivert olduğunu fakat hem renklendirmede kullanılan yumurtaların kimyasal reaksiyonu sonucu hem de bronzun doğal paslanması neticesinde bin yıllar içerisinde bugünkü rengini aldığı biliniyor. 

Kimi araştırmacılar, Nebra Gökyüzü Diski’nin binlerce yıl öncesine ait bir astronomi betimlemesi olmasının da ötesinde, ekim ve hasat zamanlarını belirlemeye yarayan bir tür astronomik hesaplama aracı olduğunu söylüyorlar. Avrupa’da Stonehenge, Newgrange gibi anıtsı yapıların,antik toplumlarca gündönümlerini tespit etmek için kullanılmış olduğunu biliyoruz. İşte bu noktada, Almanya’nın Stonehenge’i olarak bilinen ve diskin de bulunduğu Nebra’ya yakın olan Mittelberg Tepesi devreye giriyor. Bochum Ruhr Üniversitesi’nden Prof. Dr. Wolfhard Schlosser, diskin üzerindeki yayların açılarının 82 derece olduğunu buluyor. Mittelberg Tepesi’nden bakıldığında güneşin yaz ve kış mevsimlerinin orta günleri arasında kat ettiği mesafe de 82 derece. Dolayısıyla disk üzerindeki Güneş (ya da dolunay), yeni ay ve yıldızlarla birlikte yer alan yaylar, yılın iki yarısındaki günbatımlarını sembolize ediyor olabilir. Bu bilgi, diskin pekala gelişkin bir takvim olabilme ihtimalini doğuruyor tabii. Schlosser ayrıca, diskin bir eşinin olması gerektiğini ve ikili olarak kullanıldıklarını ileri sürüyor. Dolayısıyla gelecekte benzer bir diski daha konuşuyor olma ihtimalimiz epey yüksek.

Burada bir parantez açmak gerekiyor. Zira Avrupa arkeolojisinde, astronomik bir fenomeni betimleyen en eski nesne olan Nebra Gökyüzü Diski’nin ait olduğu zaman aralığı, arkeoloji dünyasında tartışmalı bir konu. Bulunduğu alan, aynı kazıda çıkan diğer nesneler ve tabii ki laboratuvar incelemeleri göz önünde bulundurularak diskin Bronz Çağı’na ait olduğu tespit edilmiş ve dolayısıyla disk, bilinen ilk kozmos betimlemesi olarak haklı bir ün elde etmişti. Ancak Frankfurt Goethe Üniversitesi’nden Prof. Dr. Rüdiger Krause ve Münih Ludwig-Maximilian Üniversitesi’nden Prof. Dr. Rupert Gebhard’ın diski ve bulunduğu yeri yeniden analiz etmeleri neticesinde tahmin edilenden 1000 yıl daha genç bir buluntuyla karşı karşıya olma olasılığımız doğmuş oldu. Yani bu yeni değerlendirme, gökyüzünde yalnız gezen yıldızları betimleyen diskimizin Bronz değil, Demir Çağı’na ait olduğunu öne sürüyor. Yine de bu konu henüz bilim insanlarınca neticelendirilmiş değil. Belirsizliğe iki akademik ekolün fikir ayrılığı olarak bakmak da mümkün. Diski restore eden ekipte de yer alan, Halle-Wittenberg Martin Luther Üniversitesi öğretim üyesi ve Halle Prehistorya Eyalet Müzesi Direktörü Prof. Dr. Harald Meller ise bu savlara katılmayarak diskin Bronz Çağı'na ait olduğu görüşünü yineliyor. Nitekim 2020 tarihli bu araştırmaya rağmen Nebra Gökyüzü Diski pek çok akademik kaynakta hâlâ Bronz Çağı’na ait bir buluntu olarak kabul ediliyor. 

Açıkçası bu yeniden değerlendirme ve tarihlendirme resmî olarak kabul edilmiş olsaydı da, bu satırların yazarının bu antik yıldız haritasına karşı olan hisleri yeniden konumlanmazdı. Zira varlığından haberdar olduğum günden beri ona garip bir bağla bağlıyım ve insanlığın ister 3600 ister 2600 yıl önce olsun, binlerce yıl önce de bu denli detaylı bir şekilde gökyüzüyle ilişkilendiğini bilmek beni çok mutlu ediyor. Çünkü bu bir yandan da benim bugün çıplak gözle görebildiğimiz gezegenleri gökyüzünde bulduğumda ya da diğer gök cisimlerinin yerlerini mobil uygulamalar vasıtasıyla gözlemleyebildiğimde yaşadığım çocuksu mutluluğun, binlerce yıl önce yaşayan gökyüzü gözlemcisi atalarımıza dek uzanması; bireyin gökyüzüyle, uzayla ilişkilenmesindeki o garip tekillik - bütünlük düalitesini iliklerine dek duymak ve hatta belki de varoluşu hissetmek demek. 

Başlıkta kullandığım Hayyam rubaisiyle bitirecek olursam; bu yıldızlı göklerin ne zaman dönmeye başladığını bugün hâlâ tam olarak bilemiyoruz ama bildiğimiz; insanın gökyüzüyle ilgilendikçe yeryüzünde daha kolay ilerlemiş olduğu. Dolayısıyla insan, bu yıldızlı gökleri inceledikçe aslında bir yandan da kendini keşfediyor. Zira gökyüzünü gözlemlemenin ve gökcisimleriyle ilişkilenmenin biraz da insanın kendi hikayesini yazma aracı olduğunu düşünüyorum. İnsanlık bu ilişki üzerinden zamanı algılamış, tarım toplumuna geçmiş, mitolojiler geliştirmiş. Binlerce yıl önce ilkel hesaplamalarla gündönümlerini tespit edip bronz bir diske Güneş, Ay ve yıldızları işlerken başlayıp, bugünün teknolojileriyle geliştirilmiş teleskoplar ve uydular aracılığıyla Güneş Sistemi’nde dolandığımız zamanlara uzanan, kolektif bilinçdışımızda süregelen görünmez bir bağ bu. Bir parçası olduğumuz ama sırlarına asla tam olarak vakıf olamadığımız evrende aslında hepimizin yıldız tozu olduğu gerçeği…


*Ömer Hayyam

Yazarın Diğer Yazıları

Hüseyin Çağlayan ve perpetuum mobile

İstanbul’da uzun süre sonra bir Hüseyin Çağlayan sergisi gerçekleşiyor. Sanatçının Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki solo sergisi Souffleur, Çağlayan’ın multidisipliner tavrını tasdikli yaratıcılığıyla buluşturduğu bir alan. Hüseyin Çağlayan, zamanlar, mekânlar ve kimlikler üstü pratiğinde bir “perpetuum mobile” haliyle yol alırken Souffleur, bu harekete izleyicinin tanıklığını da katan bir arayüz oluyor. Çağlayan, bu arayüzle tüm denk gelişleri, karşılaşmaları ve ortak fikirleri bünyesine katıp sonsuz devinimine devam ediyor

12. Berlin Bienali: Dekolonyal sorular

Bu yaz Berlin'de Kader Attia küratörlüğünde gerçekleşen 12. Berlin Bienali, "Still Present!" olarak belirlenen kavramsal çerçevesiyle Batı'nın kolonyal tarihiyle -bir nevi- hesaplaşmasına katkıda bulunmak, dekolonyalizme dair sorular üretmek üzere yola çıkmış. Bienalin, yan etkinlikleri ve izleyiciyi süreçlere dahil eden çok katmanlı yapısıyla Berlin'in bitimsiz devinimine uygun bir yapı kurmayı başardığı söylenebilir

Shirin Neshat'ın rüyalar ülkesi

Pratiği ağırlıkla kendi köklerinden temellenen Shirin Neshat yeni projesi Land of Dreams’de bu kez bakışını, uzun süredir yaşamakta olduğu Amerika’ya çevirmiş. Rüya kavramına odaklanarak portre fotoğrafları, video çalışmaları ve bir uzun metraj filmi otobiyografik izler taşıyan görünmez iplerle birbirine bağlayan sanatçı, farklı disiplinleri aynı proje altında buluşturarak ayrı ayrı izlenebilen, yani tek başlarına birer bütün olan ama birlikte / art arda incelendiğinde de daha büyük bir örüntüyü meydana getiren bir eserler bütünü yaratıyor. Dirimart’ta devam etmekte olan Land of Dreams, izleyicisine rüyalar, siyaset, bireysel ve kolektif bilinçdışı üzerine düşünmek için elverişli bir alan açıyor