Server Tanilli’nin öldüğünü öğrendiğim zaman, şaşırdım. Oysa şaşırmamam lazımdı, biliyordum son konuşmamızdan kısa bir süre sonra öleceğini...
Server Hoca, hayatıma ben daha 15 – 16’lı yaşları sürerken girdi. Biliyordum, Fransa’da yaşayan, 70’lerin o ağır silahlı günlerinde belkemiğine giren kurşunlarla kötürüm kalmış çok değerli bir hoca vardı. “Yaşayan beyin” derlerdi ona, yıllarını adadığı akademi, öğrencilere net bir dille anlattığı “Yüzyılların Gerçeği ve Mirası”, sayısız kitabı ve sözel aktarım becerisi, ona atfedilen bu tanımı fazlasıyla gösterirdi. Karmaşığı basitçe gösterirdi hoca. Bugünün “modern” diye küçümsenen yaklaşımını benimserdi. Aydınlanma Devrimi’ne inanırdı. Modernin küçümsenmesi, bir zaman durumuydu oysa, temeli öğrenmeden hangi diyarlara gidebilirdik?
Kütüphane mektupları
Babamın kütüphanesinden çeşitli yerlerde çoklukla söz ettim. Server Hoca’yla olan yakın ilişkisini, üniversiteye ilk girdiğim zamanlarda, babama imzalı gönderdiği kitapların içinden çıkan mektuplardan öğrendim. Babamın huyunun, gelen mektupları o tarihli ve yazarından kitapların içine saklamak olduğunu daha sonra öğrenecektim, bir başka tesadüfle. İnce bir nezaket ve bir hoca mesafesinde yazılmış mektubun bir kısmını okuyabilmiştim. Kimbilir, belki de yazıldığı yıl 1986’ydı.
Server Hoca’nın 1990’larda yurda dönüşü büyük yankı uyandırmıştı, onu hatırlıyorum. 1978’den sonra gördüğü İstanbul’un çehresinin onu ne kadar üzdüğünü söylediğini hatırlıyorum. Türkiye’nin üzerinden bir 12 Eylül bir de Özal müteahhitliği geçmişti – o dönemlerde… Ankara’da TÜYAP Kitap Fuarı’nda onu dinlemeye gitmiştim aynı yıllar… Anlattıklarını anlamaya çalışarak, kulağımda kalan sözcüklerle dinlemiştim.
Ankara’ya her gelişinde, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’na gelmeyi bir yaşam sorumluluğu olarak görürdü. Fransa’da yaşadığı zaman telefon açar, hangi konuda konuşma yapmak istediğini söylerdi. “Savaşa karşı şiir” di mesela bir söyleşisinin başlığı…Bir başkasının da “Kadın sorunun neresindeyiz” olurdu. Konuşmanın sonunda kitaplarını imzalar, yemeğe götürme çabalarımızı çoğunlukla geri çevirir ve şunu derdi: “benim gibi adama yemek ısmarlayarak harcamayın, bu vakfın paraya ihtiyacı var.” Bu söyleşiler, sağlık durumu iyice kötüleyene kadar devam etti.
Sohbetler…
Uzun yıllar, her gelişinde sohbet ederdik. Her yıl onu görerek, biraz daha büyüdüm. Onun benimle, gelen herkesle, kimseyi ayırmadan derin derin sohbet etmesi, “adam” yerine koyması, tavsiyelerde bulunması, uzun uzun derin derin sohbet etmesi… Aklımdan çıkmayacak hiç.
Bir de sanırım en önemli özelliklerinden biri yılgınlığa kapılmamasıydı. Başına gelen haksızlığa büyük bir öfke duyduğunu seziyordum ama bunu asla dile getiremeyecek kadar vakurdu. 78’deki o saldırıdan, uzun ameliyatların ardından kurtulabilmiş ama en verimli çağında tüm hayatını tekerlekli sandalyeye mahkûm geçirmişti. Tekerlekli sandalyenin ötesine geçen, her geçen yıl gelen yeni bir sağlık sıkıntısıyla boğuşuyordu. Ama üretmeye de devam ediyordu. Bizim kuşağımız gibi, en ufak bir engelde boş vermeye meyilli olan bir kuşağın bir anti-teziydi.
Bundan sadece birkaç yıl önce “Değişimin Diyalektiği ve Devrim” kitabını çıkardı. Marksizm üzerine yeni düşünceleri ele alıyordu. Sadece ekonominin hüküm sürdüğü bir kavramsallaştırmanın ötesinde bir Marksizm algısını dile getiriyordu: “Çelişmeler, dünya çapında olmak üzere, yalnız ekonomik değil, sosyal, siyasal, moral ve kültüreldir.” Diyordu. Neden bakacaktık yeniden bu koca ideolojiye?
"Daha insanca bir dünya” ya inanan ve onun yaratılabileceğini mümkün görenler için, güncel soruların ardından dünyayı daha yaşanır kılabilmek için yazdığı belirtiyordu o kitabında.
Server Hoca’nın kaybının haberi, kimi için bir satır arası haberidir. Benim içinse bir Türkiye tarihinin bir insana nasıl kötü davranabileceğinin bir gösterimi, bir de insan direncinin en yalın öyküsüdür.
Hep özleyeceğim, hep.