Parkinson hastalığı denince akla hemen dinlenme anında artan titreme gelir. Gerçekte Parkinson hastalığı dört ana bulgu ile kendini gösterir: titreme, hareket yavaşlaması, katılık ve postür bozukluğu. Bu hastalık beyin hücrelerinin birbirleriyle haberleşmesini sağlayan dopamini üreten hücrelerin bozulması sonucu ortaya çıkar. Hastalık adını 1817 yılında tarifleyen İngiliz hekim James Parkinson’dan alıyor.
Peki daha önce bu hastalık yok muymuş? O zamana kadar kimsenin dikkatini çekmemiş mi? Elbette hastalık hep varmış ve birçok kişinin de dikkatini çekmiş; o kadar ki, eski Çin ve Hint kayıtlarında geçiyor. Bergamalı Galen M.S. 175 yılında bu hastalığı “titreyen felç” olarak tariflemiş.
1690 yılında ise ilk derli toplu derlemeyi, hastalığın tüm özelliklerini belirterek, Macar bir hekim olan Ferenc Papai Pariz yapmış. Yani James Parkinson’un belirlemesinden 160 yıl önce. Yapmış ama bunu Macarca bir kitapta yayımladığından kimsenin dikkatini çekmemiş. Hastalık tüm dünyada Parkinson hastalığı olarak biliniyor.
Benzer bir gelişme şeker hastalığının tedavisinde kullanılan insülin için de olmuş. Romen Nicolae Paulescu, 1916 yılında diyabetli köpeğe pankreas ekstresi enjekte ettiğinde anti-diyabetik bir madde bulduğunu fark eder ve bu çalışmasını 1921 yılında Polonya Tıp Dergisi’nde yayınlar. Ama hem savaş yıllarında olunması, hem de yayının Lehçe olması ne yazık ki insülinin keşfinin Romanya’ya gitmesine engel olur. Yine de Romanyalılar insülinin keşfinin kendilerine ait olduğunu söylerler.
İnsülini bulan kişi tüm dünyada Kanadalı bir cerrah olan Frederick Banting olarak bilinir. Banting bu buluşu ile 1923 yılında Nobel Ödülü’nü almış.
Tıp tarihini bu ölçüde değiştirecek olay buluşları yapan ama fark edilmeyen araştırmacıların yaptığı yanlış, buluşlarını dönemin bilim dilinde değil de kendi dillerinde yayımlamış olmaları. Bilim modern çağlar ile birlikte Avrupa ve Amerika arasında gidip geldi, bir ara Fransa ve Fransızca öne çıksa da artık günümüzde bilim dilinin İngilizce olduğu çok açık.
Bir Türk bilim insanının adı ile anılan tek hastalık ise Dr. Hulusi Behçet’in tanımladığı ve tüm dünyada onun ismi ile anılan Behçet Hastalığı. Behçet, 1937 yılında, bir kan damarı enflamasyonu (vaskülit) hastalığı olan ve bugün kendi adıyla anılan hastalığı tarif eden ilk bilim insanı olmuş. Birçok bulgu göstermekle birlikte, Behçet Hastalığının önde gelen belirtileri ağız içinde ve üreme organlarında yaralar, göz bulguları ve artrit oluyor. Dermatoloji uzmanı olan Hulusi Behçet 1933 yılında akademiden ilk profesör unvanı alan kişi de olmuş.
Hulusi Behçet’in bilim insanlığına diyecek yok elbette ama diğer örneklerde de görüldüğü gibi, bu tek başına yeterli olamayabiliyor. Bu başarıya götüren önemli faktörlerin biri de, bence, Hulusi Behçet’in çocukluk ve gençlik yıllarında öğrendiği Almanca, Fransızca ve Latince olmuş. Bu sayede kendini ve buluşunu Avrupa’da tanıtma imkânı bulmuş.
Hulusi Behçet, 21, 7 ve 3 yıl takip ettiği üç hastada ağız ve genital bölgede aftöz belirtiler, gözde de çeşitli bulgular bulunduğunu gözlemler ve bunun yeni bir hastalık olduğuna inanır. 1937'de bu görüşlerini Dermatologische Wochenschrift’te yazar ve aynı yıl Paris'teki dermatoloji toplantısında sunar.
Birçok yayından sonra 1947'de Zürih Tıp Fakültesinden Prof. Mischner'in Uluslararası Cenevre Tıp Kongresi'nde yaptığı bir öneriyle, Behçet'in bu buluşu "Morbus Behçet" olarak adlandırılır. Hulusi Behçet 1948 yılında İstanbul’da ölür.
Hulusi Behçet’in yabancı dile hakimiyeti ve o dönemde bilimin merkezi olan Avrupa’da tanınırlığı olmasaydı bugün, belki de, Behçet hastalığı başka bir isimle anılacaktı.
Günümüzde en saygın tıp dergileri İngilizce olarak yayınlanıyor ve YÖK de akademik yükseltmelerde bu dergilerde yayınlanmış makaleler istiyor.
Ancak yıllar geçtikçe akademik kadrolardan beklenen yabancı dil düzeyinin çıtası gittikçe düşürüldü. Doçentlik için ilk yıllarda çoktan seçmeli bir sınavda 80/100 başarı sonrası, metin çevirisi isteniyor ve sonrasında da yüz yüze yabancı dilde görüşme yapılıyordu. Bu tür bir sınavda başarı oranlarının çok düşük olması üzerine baraj gittikçe düşürüldü ve günümüzde yapılan çoktan seçmeli sınavda 55 almak yabancı dil açısından yeterli görüldü. Çeviri ve yüz yüze görüşme tümüyle kalktı. Yüksek lisans için yabancı dil şartı aranmazken, doktora programları için, o da bazılarında, 55 başarı puanı aranıyor.
Yabancı dile hakimiyet olmadan uluslararası yayınları izlemek mümkün olmadığı gibi, yabancı dilde yayın yapmak da imkansız. Bu durumda da uluslararası düzeyde etkinlik göstermek gittikçe zorlaşıyor. Akademik kariyer yapanlarda yabancı dil beklentisi mutlaka daha üst düzeylere çıkarılmalı. Yabancı dil eğitimi de orta öğrenimde çözülmeli ve üniversitelere bırakılmamalı. Başta tıp fakülteleri olmak üzere İngilizce eğitim vermeye çalışan kurumların sorunları ise bambaşka bir hikâye.