09 Ağustos 2020

Damar damar üstüne binmiş mi?

Uzun uzadıya tetkik yapmaya gerek yoktur. Hekim bir tanı koymuş, hasta hastalığını öğrenmiş, herkesi memnun bırakan bir sonuca varılmıştır...

Türk tıbbının uluslararası tıp bilimine katkısı hep sınırlı olmuştur. Dr. Hulusi Behçet'in tariflediği Behçet hastalığı dışında uluslararası düzeyde kabul gören katkı çok az. Son yıllarda Türklerin bilimlerdeki payı ağırlıklı olarak yurt dışında yaşayıp oradaki olanakları kullanabilen Türklerden kaynaklanıyor. Türkiye dahilinde ise bilimsel çalışmalar gerilemeye devam ediyor.

Ülkelerin bilimsel sıralaması saygın endekslerde yer alan dergilerdeki yayın sayısı ile belirlenmeye çalışılıyor. Bu kriter göz önüne alındığında 2017'de Türkiye dünyada 19. sırada bulunuyor. Ekonomik büyüklük olarak da aynı yerde olduğumuz düşünülünce fena değil değerlendirmesi yapılabilir ama sayı değil de kalite söz konusu olunca işler karışıyor. Kalite değerlendirmesi diğer araştırmacıların bu yayınlardan ne kadar yararlandığına, yani aldığı atıf sayısına göre yapılıyor. Bu değerlendirmede Türkiye 36. sıraya geriliyor. Özetle, yapılan yayınlar nitelik açısından yetersiz. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı'nın 2014 Küresel Rekabet Raporu'nda Türkiye'deki "Bilimsel Araştırma Kurumlarının Kalitesi" 69. sırada gösterilmiş. Bu durumda daha iyisini beklemek hayal oluyor elbette ki.

Buna karşılık Türk hekimlerin sınırlarımız içinde bilime ciddi biçimde katkı sağladığını söyleyebiliriz. Sadece Türkiye dahilinde bilinen, ancak günümüzde artık çok az kullanılan tanılardan biri "damar damar üstüne binmesi"dir. Belli bir yaşın üzerinde olanlar bu tanıyı sıklıkla duymuşlardır. Hiçbir tıp kitabı yazmaz ama kullanışlı bir tanıdır: Hastaların bilinen hiçbir hastalığa uymayan, kolundan girip sağ böğründe dolandıktan sonra ensesine kadar uzanan ağrıları olur ve hekime bunun ne olduğu sorulur. Normal cevap "Valla bilmiyorum" iken bu cevap verilemez, zira hekim her şeyi bilmelidir. İşte, ne idüğü belirsiz ağrıların tanısıdır "damar damar üstüne binmesi". Hasta anlar ki, 1) Hayati tehlikesi olan bir ağrı değildir, 2) Her ne yapsan tamamen geçmez, 3) Uzun uzadıya tetkik yapmaya da gerek yoktur. Hekim bir tanı koymuş, hasta hastalığını öğrenmiş, herkesi memnun bırakan bir sonuca varılmıştır. Maalesef bu tanı artık pek sık konulmuyor.

Hekimlerin icat ettikleri ve halen günümüzde de öneminden hiçbir şey kaybetmeyen hastalık ise "üşütme"dir. Bu tanı ülkedeki tüm annelerin genetik koduna yerleştiği için tüm çocuklar doğdukları günden itibaren her türlü hastalığın baş nedeninin üşütme olduğuna inandırılır. Üşütmenin en kötüsü ise ayakları üşütmektir ki neredeyse kurtuluşu yoktur. Bu tanı hekimlerin işini epeyce kolaylaştırır çünkü "Neden oldu?" sorusuna verilen, kabul değeri yüksek bir cevaptır. "Bilmiyorum" demekten daha iyidir. Örneğin, ameliyatlardan sonra işlerin iyi gitmediği durumlarda bile "üşütmüşsünüz" diyerek suçu hastaya yıkmak cerrahlar için kurtarıcı olabilmektedir. Hastanın suçu kabullenmekten başka yapacağı bir şey yoktur.

Türk tıp literatürüne altın harflerle yazılmış bir diğer tanı ise "kıl dönmesi"dir. En sık iki kalçanın ortasında, kemik yapısının üstüne yerleşen bu kistik yapı akıntı yapması ve iltihaplanması ile sorun yaratır. Neden olduğu tam bilinmez ama kılların ters dönmesi ile olmadığı kesindir. Az veya çok kıllı olmakla da bir ilişkisi yoktur. Kistik yapının içinde genelde kıl köklerine rastlanıldığından böyle bir isim uygun görülmüş. Son derece kabul görmüş bir tanıdır ve her hekim ve hasta kıl dönmesi denince hangi hastalıktan söz edildiğini anlar. Amaç iletişim olduğuna göre değiştirmeye gerek yoktur. Ancak, sınırlarımızdan çıkınca ne olduğunu anlayan kimselere rastlanmaz.

Ulusal tıbba katkı ödülü verilecek olursa bence öncelikle "iç guatr" tanısına verilmelidir. Bu tanı da günümüzde popülerliğini giderek yitiriyor ama Anadolu'da, özellikle kırsal kesimde, tahtı sağlam. İç guatr, hiçbir muayene bulgusu olmayan, yapılan her türlü laboratuvar ve radyolojik incelemelerde de anormal sonuçlar elde edilmeyen ama var olduğuna inanılan bir "hastalık". Boyunda ön tarafta bulunan bir organ olan tiroid bezinin tüm hastalıkları erkeklere göre, kadınlarda daha sık görülmekte. Özellikle kırsalda kadınların hayatı erkek şiddeti, çevre baskısı, geçim zorluğu ve eğitimsizlikle birlikte hiç de kolay değildir ve beraberinde birçok psikolojik sorun getirir. Stresin bedendeki yansıması çarpıntı, çeşitli ağrılar, uykusuzluk, depresyon gibi onlarca farklı şekilde belirebiliyor. Hasta olduklarını eşlerine ve çevrelerine sıklıkla bildiren bu baskı altındaki kadınlar hastalıklarının tescil edilmesini beklemektedirler. Hekim anlatılanları "psikolojik" olarak değerlendirirse bu hastalık olarak kabul edilemeyeceğinden hasta tarafından da benimsenmez. Üstelik de evine döndüğünde "Bak bir şeyin yokmuş, numara yapma" benzeri bir cümle ile karşılanması da olasıdır. "İç guatr" bu sorunu gidermek üzere hekim büyüklerimiz tarafından icat edilerek kullanıma sokulmuş bir tanıdır. Hekim bir tanı koymuş olur, hastanın hastalığı isimlendirilmiş olur ve sonuçta yine herkes mutludur. Hasta eve döndüğünde "Bak hasta olduğuma inanmıyordunuz, gördünüz işte" deme hakkına da sahip olur. Üstelik de sık tarafından hekim kontrolü gerektiren bir durumdur hastanın gözünde.

Tiroid, boyunda, görülebilir bir yerde olduğundan hekimlerin ilgisini erken dönemlerde çekmiş olan bir iç salgı bezidir. Büyümesi yanında fazla hormon salgılaması da sorun çıkarır. Göz değişiklikleri ile birlikte tipik bir klinik görünümü vardır. Tiroid ve hastalıkları sadece Türkiye'de değil dünyada da fonksiyonu tam olarak anlaşılmadan önce gizemli bir konuydu.

Tiroid hastalarının 19. yüzyıl sonlarında yapılan ameliyatları sıklıkla ölümle sonuçlandığından, başka seçenekler öne çıkmış. Alpler'de iki yıl geçirmek en çok önerilen tedavi olmuş – yeterli parası olanlar için elbette. Geri gelen hastaların iyileştiği söyleniyor. Yüksek dağlarda iyot eksikliği ile açıklanmaya çalışılmış ama o dönemde konulan tanıların hepsi tartışmalı olduğundan bu açıklama kuşkuyla karşılanmalı. Ayrıca, bazı hastalıkların kendiliğinden iyileşebildiği gerçeğini de hatırlamak gerekir. 1960'lı yıllara kadar da bu hastaların psikolojik tedavi ile iyileşebileceği tartışılmış. Bu hastalardaki psikolojik sorunların neden değil sonuç olduğu ancak o dönemlerden sonra anlaşılabilmiş.

Tiroid hastaları artık ilaçlarla başarılı bir şekilde tedavi edilebiliyor, cerrahi tedavi gerekirse emniyetle yapılabiliyor. Ameliyatı bu şekilde sorunsuz bir hale getiren, İsviçre'de yaşayan Theodor Kocher olmuş. Kocher 1909'da Nobel Ödülü alan ilk cerrah olmayı da başarmış. Aldığı para ödülü ile de Bern'deki Kocher Enstitüsü kurulmuş.

Theodor Kocher

Tanı koyma konusunda ev ortamı da ayrı bir konudur. "Üşütmüşsün" tanısı evde açık ara öndedir. Ev tedavileri de anılmaya değer: Yanıklara, kırıklara ve yaralara evde ne varsa sürülür. Tıbbın gelişmesine bağlı olarak daha önceleri kullanılan yoğurt, salça ve diş macunu gibi tedavilerin yerini ev yapımı bitkisel yağlar ve kremler alıyor. "Öpeyim de geçsin" tedavisi ise acıyan yerlerin tedavisinde popülerliğini koruyor. Etkinliği de kanıtlanmıştır.

Yazarın Diğer Yazıları

Sorumsuz hasta sorunu

Sigarayı bırakarak, cerrahi öncesi daha hareketli olarak ve en önemlisi kilo vererek cerrahlara yardımcı olsalar fena mı olur? Cerrahi sonrası iyi bir sonuç hastalar kadar cerrahları da mutlu eder

Ürik asitin marifetleri

Gut hastalığı, ismini en güçlü Roma tanrılarından olan Satürn’den almış. Çocukları arasında gezegenlere isim veren Neptün, Pluton ve Jüpiter de bulunuyor. Böyle kötü bir hastalığa güçlü bir tanrının adını vermek yerinde olmuş

Tıpta güven kaybı

Her şeye rağmen iyi hekimlik yapan/yapmaya çalışan geniş bir hekim ve sağlık çalışanı ordusu mevcut. Gelecekten hiç umutsuz olmadım

"
"