08 Nisan 2025
İkinci Dünya Savaşı sonucunda, başta ABD olmak üzere, galip devletlerin öncülüğündeki Birleşmiş Milletler tarafından dünyada barış ve iş birliğini amaçlayan bir Dünya Düzeni kuruldu. Bu düzen gelişimini, farklı rejimlere sahip fakat kitle imha silahları üretebilecek nükleer teknolojiye hükmeden iki süper güç arasında kurulan dehşet dengesine borçlu. Bu denge barındırdığı tüm kırılganlıklara ve istikrarsızlıklara rağmen varlığını küresel bir savaşa meydan vermeden takriben yarım yüzyıl sürdürdü. SSCB’nin geçen yüzyılın sonunda çökmesiyle birlikte bu düzen de bir anlamda son buldu. Geçen yüzyılın son elli yılında dünyada tehlikeli gerginlikler, kanlı bölgesel çatışmalar, can ve mal kayıpları ve bilhassa devasa çevre felaketleri meydan geldi. Ama geride bıraktığımız dünya düzeni, aynı zamanda, büyük ölçüde ABD sayesinde, Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Gıda Teşkilatı gibi pek çok teknik ihtisas alanını kapsayan küresel iş birliği kurumlarını hayata geçirdi ve barışa, iş birliğine, eğitime, çevreye ve ekonomik refaha katkıda bulundu.
İnsanlık, içinde bulunduğumuz yüzyıla, yeni bir 'Dünya Düzeni'nin çok geçmeden kurulabileceği umuduyla girdi. Bu umut 2000'li yılların başlarından itibaren yerini yavaş yavaş bir hayale bıraktı. Amerika’da Cumhuriyetçi Parti Başkanı Donald Trump’ın 5 Kasım 2024 seçimlerini kazanarak Başkan seçilmesi ve 17 Ocak 2025 tarihinde görevine fiilen başlamasıyla var olan umutsuzluk adeta bir kabusa dönüşme yoluna girdi. Bugün ise tüm dünya ülkeleri derin bir karamsarlık ve endişe içinde. Kendilerinin ve çocuklarının geleceğinden emin olamayan halklar sinirli ve huzursuz. Bu huzursuzluğun sebebini kuşkusuz yarım yüzyıldan bu yana kavuşmayı umdukları ve gelecek için barış ve güven vadeden yeni bir dünya düzenine ulaşmayı beklerken, uluslararası güvenlik dengelerini bir anda alt üst eden köklü jeopolitik değişikliklerin meydan gelmesi sebebiyle, kavuşamamanın yarattığı hüsranda aramak mümkün.
Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’in 24 Şubat 2022 tarihinde Ukrayna'da "özel bir askerî operasyon" ilan etmesiyle başlayan ve Avrupa ve kısmen dünyanın geri kalan bölgeleri, yeni bir istikrarsızlık ve belirsizlik dönemine girdi. Ardından, on yıllardır İsrail işgali altında yaşayan Gazzelilerin 7 Ekim 2023 saldırılarına karşılık İsrail’in aşırı güç kullanarak Gazze’yi yerle bir etmesiyle Filistinliler daha da büyük bir trajedi yaşadı. Bu trajedi halen sürmekte. Savaş kısa zamanda Hizbullah’a ve dolayısıyla Lübnan’a ve daha sonra Yemen’e ve İran’a yayıldı. Gerginliklerden tüm Orta Doğu etkilendi. Başbakan Binyamin Netanyahu, İran’ın vesayeti altında Lübnan’da faaliyet gösteren, başta Şii Hizbullah grubunun liderliğini yapan Hasan Nasrallah olmak üzere hemen tüm Şii liderlerini suikastlerle öldürdü. 7 Aralık 2024 tarihinde Esad başkent Şam'dan Rusya’ya kaçtı. Suriye, Sünni Selefi İslamcı siyasî ve paramiliter bir örgüt olan Şam Kurtuluş Heyeti’nin (HTŞ), Cumhurbaşkanı Ahmed el Şara (Muhammed Golani) yönetimine girdi. Türkiye’nin desteğini alan yeni lider Golani’nin kurduğu İslamcı yeni hükûmette, ülkedeki Dürzi ve Aleviler dahil, selefi olmayan azınlıkların baskıya tabi tutulması, ayrıca yeni yönetimde Türk ve Kürt azınlıklara yer verilmemesi, Golani liderliğindeki yeni Suriye’nin izlediği siyasetin Türkiye siyasi çevreleri ve kamuoyunda olduğu kadar, Rusya ile ilişkilerinde belirsizlik elemanları ortaya çıkmasına sebep oldu. Suriye’deki bu gelişmeler İran’ın da bölgede kısmen zayıflamasını ve yalnızlaşmasını beraberinde getirdi.
Bu arada yeni ABD Başkanı Trump’ın ve kurduğu yeni hükûmette Yardımcısı J.D. Vance ve Elon Musk ile birlikte Doğu-Batı ilişkilerinde NATO ve AB’ye karşı açıkça Rusya’yı tercih eden bir çizgi izlemesi ve Ukrayna savaşından çekilmeye kalkışması (*) dünya güçler dengelerini alt üst etti. Bu durumun Ukrayna savaşında Putin’in, Zelenski’ye karşı tedricen üstünlük sağlaması, Avrupa’nın Fransa ve İngiltere öncülüğünde ve Almanya ve Polonya’nın da katkılarıyla Ukrayna’nın Rusya karşısındaki gerilemesinin dengelenmesine çalışılması lüzumu doğdu. Başkan Trump bununla da kalmadı. İki NATO müttefikine (Kanada ve Danimarka’ya) karşı toprak talepleri ileri sürmeye başladı; ayrıca DTÖ kurallarını ve mevcut ticaret anlaşmalarını çiğneyerek gümrük tarifelerini yükseltti. Dünya sisteminin yerleşik dengelerinin bu şekilde bozulmaya devam etmesi, istikrarsızlığı arttırdı. (*)
Transatlantik bölgesinde bir yandan, ABD hariç, tüm NATO ve AB üyelerinin, Rusya ve Amerika karşında bir nevi birliktelik görüntüsü sergilerken, öte yandan Türkiye’nin ise, her ne kadar şu aşamada ne tarafta yer alacağının açıklıkla belli olmamasına rağmen, demokrasiye avdet ettiği takdirde Batı Bloku'ndaki yerini tekrar bulacağının ima edildiği söylenebilir. Eğer bu imalar kuvveden fiile çıkar ve Türkiye, geçen yüzyılın hemen tamamında olduğu gibi Batı dünyasındaki jeopolitik yerine avdet ederse, ülkemiz için bu dönüşün anlamı, orijinal kuruluş değerleri olan laik ve demokratik devlet düzeni temelindeki Anayasal yapılanmasını gerçek hayatta da yeniden uygulanması olabilir.
Türkiye Cumhuriyeti etnik, dinî ve mezhepsel değil; laik, demokratik düzen temelinde doğmuş bir devlet. Ancak ülkemizde etnik veya dini siyaset talep eden ve önemli bir taban var. Yekpare ve tek boyutlu olamayan ve ülkemizin tarihi ve kültürel zenginliğini ortaya koyan bu taban TBMM’de temsil edilmelidir. Çünkü liberal ilkelere dayalı demokratik anayasaya sahip bir devlette, şiddete başvurmayan her görüş, kişisel özgürlükler temelinde Anayasamızın teminatı altındadır. Modern bir devlette bireyin haklarını, etnik, dinî veya kimlikler değil; o ülke vatandaşlarının özgür iradeleriyle kendi yaptıkları yasalar belirler.
Kimlik tartışmaları 20. yüzyılın ikinci yarısında ülkemiz dâhil, tüm Avrupa’ya hatta dünyaya hâkim oldu ve 21. yüzyılın ikinci çeyreğine girdiğimiz şu yıllarda da hararetle sürüyor. İnsanlığın bir bütün olarak öne çıkması anlamını taşıyan küreselleşmenin dünyanın bir bölümünde adaletsizlik, kanlı iç savaşlar, etnik dinsel ve özgül kimlikleri keskinleştirmesi, köklere sarılma, güvenliği içe kapanmada arama gibi sağlıksız eğilimleri kuvvetlendirdi. Kimlik bir teklik ve aidiyet ilişkisi olunca bir dışlama ilkesine dönüşüyor. Aşırı ve saldırgan milliyetçiliği ve etnik temizliği beraberinde getiriyor.
Aslında her şeyden önemlisi insanî kimliğimizdir. Alt Kimlik, Üst kimlik elbette olabilir. Ancak geçmişte, Fransız düşünür Jean-François Bayart’ın görüşlerine atfen değindiğim aynı konuda bir yazımda, Bayart’ın, kendisini bize doğal olarak dayatan bir kimlik olmadığını savunduğunu, etnik, dini, mezhepsel, siyasal, ideolojik kimliklerin her birinin birer inşa olduğunu, başka bir deyimle, insanlar dünyaya geldikten sonra edinilen kimlikler olduğunu söylediğini, fakat insanların kimlik hayalleri, korkuları, hatta kimlik kabusları bulunduğunu vurguladığını ifade etmiştim. (Jean François Bayart-Illusion Identitaire, Fayard 1996). İnsanlık davranışlarını bu anlayış ışığında gözden geçirebilirse, belki birbirini daha iyi anlayabilir ve bugün çektiği ıstıraplara maruz kalmayabilirdi. Ne var ki farazi alanda makul görünen bu akıl yürütmeyi gerçek yaşamda uygulamaya kalktığımızda işin rengi değişiyor. Toplumsal dalga, kısa vadede makulün gücünü yeniyor. Dolayısıyla makul görünen bu felsefi izahat ışığında insanoğlunun yakın bir gelecekte davranışını değiştirmesi hayal olur.
Türk milleti, her şeye rağmen bugün kendi kurduğu Cumhuriyet'ine güveniyor. Son yüzyılda dünyada ve bölgemizde çıkan ölümcül savaşlara ve kanlı çarpışmalara rağmen bölgemizde ve dünyada pek çok devlet yok oldu, parçalandı veya kısmi toprak kaybına uğradı. Türkiye ise yüz yıldan beri bir karış bile toprak kaybına maruz kalmadı. Bu başarıyı Cumhuriyetimizin kuruluş mantığında yer alan ilkelere bağlı kalabilmesine borçluyuz. Adımlarımızı, 100 yıldan bu yana gücünü ispat etmiş olan bu strateji istikametinde, temel haklar ve hukuk zeminine dönerek atmaya devam edersek Cumhuriyetimiz ilelebet payidar kalacak ve dünyanın uygar ve gelişmiş ülkeleriyle beraberce, barış, iş birliği ve karşılıklı saygı temelinde yeni bir 'Dünya Düzeni' kurulması çabalarına katkıda bulunacaktır.
(*) Prof. Korkut BORATAV, TEK KUTUPLU DÜNYA YOK OLURKEN
Kalıcı bir çözümün, Türkiye'nin fiili garantisi, egemen eşitlik ve eşit uluslararası statü gibi Rumların asla kabul etmeyeceği unsurlara dayandığı hatırlanınca, söz konusu çabaların olumlu bir sonuca ulaşması imkan dahilinde görünmüyor
Kıbrıs konusunda AB tarafından uğradığımız açık haksızlıklar bizde, basında ve kamu oyumuzda ve siyaset hayatımızda yeteri kadar şiddetli toplumsal tepki yaratmıyor?
AB’li katılımcılar da Türkiye’nin jeopolitik ve ekonomik olarak Batı dünyası için önemini somut örnekler ve önerilerle anlattılar
© Tüm hakları saklıdır.