19 Aralık 2023

Ufukta inandırıcı bir siyasi çözüm görünmeden Gazze'de akan kan durmaz

Üç aya yaklaşan Hamas - İsrail savaşında mevcut koşullar bugün için ufukta inandırıcı bir çözümün görünmediğini ortaya koyuyor. Bunun anlamı önümüzdeki belirsiz bir sürede bölgemizde daha pek çok masum sivilin, kadın, erkek ve çocuğunun kanlarının dökülmeye devam edeceği

Hedef gözetmeyen bombardıman

7 Ekim'de Hamas ve İsrail arasında patlak veren savaşın ağır maliyeti, sırf Filistinliler ve Yahudi'ler için değil, dünya barış ve istikrarını tehlikeye atması dolayısıyla tüm insanlık için büyük istikrarsızlık ve belirsizlikler yaratmaya devam ediyor. İsrail'in Gazze halkı üzerine hastane, okul, cami ve kilise dahil, hedef gözetmeksizin en ağır ve modern silahlarla gaddarca yağdırdığı bombalar bugüne kadar neredeyse üçte ikisi kadın ve çocuklar olmak üzere 20 bin insanı öldürdü. Gazze toprakları ise bir yıkıntı ve taş yığınına döndü. Elektrik ve gaz gibi enerji kaynaklarından yoksun olan halk iki buçuk aydan beri açlık, karanlık ve soğukla mücadele etmekte. Yaralılar, çocuklar ve bebekler, eğer bombalar altında can vermemişlerse, hastalık ve bakımsızlıktan kitleler halinde hayatlarını kaybetmeye başladılar. Batı dünyasında devletler ne yazık ki büyük bir şok yaratan bu tarihi trajedi karşısında ilk günlerde, sıradan teessür beyanları dışında adeta kayıtsız kaldı. Ancak Gazze'de katliam ve yıkımların sürmesiyle bu kırım Batılı kamuoylarında, büyük metropollerde kitlesel tepkilere ve güvenlik sorunlarına yol açtı. (*) BMGK, sırf yararlıların yardımına koşulması için dahi riayeti mecburi bir ateşkes kararı çıkaramadı. Alanda kısa bir insani ara ile yetinildi. Ancak konu daha sonra Genel Sekreter'in yoğun girişimiyle Genel Kurul'a getirilerek uyulması zorlayıcı olmayan bir ateşkes kararı alınabildi. Ama akabinde İsrail saldırıları sivil hak üzerinde tüm şiddetiyle yeniden başladı ve sürmeye davam ediyor.

İnsanlığın bittiği yer

Gazze'de XXI. yüzyılda insanlığın bittiği bu seviyeye nasıl inildiğini ileri yıllarda belki tarihçiler izah edebilecek. Fakat bugün için muhakkak olan bir şey varsa o da bu acı manzaranın temel sebebinin, Gazze'de işgali sonlandırmak için buradaki Filistinlilere savaştan başka hiçbir alternatif bırakılmamış olması.

Buna karşılık Yahudilerin ise kendi sınırları içinde Filistinliler tarafından beklenmedik bir silahlı saldırıya maruz kalmalarını ve yüzlerce İsraillinin Filistinlilerce öldürülmesi ve rehin alınmasını yaşamsal bir tehlike olarak görmesinin tepkisiz kalmayacağı aşikârdı. Hâl böyle olmakla beraber, bu tepkinin, sivil halk, kadın, çocuk ve bebekler dahil, soykırım derecesinde savaş suçları işlenmesine vardırılması kabul edilemez.

Amerika

İsrail'in meşru müdafaa hakkını kullanma savıyla ölçüyü kaçırdığı bu durumda ülkeyi durduracak tek ülkenin ABD olduğu malum. Ancak Amerika 7 Ekim saldırısını izleyen ilk günlerde tüm askeri gücünü İsrail'i desteklemek için kullandı. ABD'nin resmi tutumunun "Yahudiler soykırım yapsa bile biz onların arkasında durmalıyız" görüşü olduğu anlaşılıyor. (**)

Amerika'nın Gazze'deki sivil katliamını İsrail'in kendini savunma hakkı ile izah etmeye devam etmesi dünyada ikinci bir şok yarattı. Bombalar bebekleri öldürürken ABD'nin İsrail'e kayıtsız şartsız silah ve mühimmat desteğinin aralıksız devamı ve onu AB üyelerinin izlemesi bu şoku katladı. Fakat Amerika'da ve İngiltere Fransa ve Almanya gibi ülkelerde, üniversitelerde hak ve özgürlük isteyen gençlik çevrelerinde hava değişmeye başladı. Ancak bu gelişme Washington tarafından İsrail'e sağlanan askeri ve siyasi desteğin yoğunluğunda şimdilik bir azalma yaratmış değil.

Ne var ki destek bugün son bulsa dahi bu inanılmaz davranışın şimdiye kadar sebep olduğu can kayıpları ve yıkımın telafisi artık imkansız boyutlarda.

Türkiye

Savaşın patladığı ilk günlerde taraflara itidal telkin eden Türkiye'nin tavrı birden parlayıp sönen bir umut ışığına benzetilebilir. İsrail Başbakanı Netanyahu ile New York'ta çok kısa süre önce görüşen Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, bölge ülkelerinin hemen tümüyle ilişkileri inişli çıkışlı olmasına rağmen İsrail ile diyalog kanalları o sıralarda açıktı. Erdoğan'ın her iki tarafa itidal tavsiye eden bilge tutumu, 7 Ekim'i izleyen kritik günlerde Türkiye'ye tarihi rol oynayacak diplomatik bir alan bir açtı. Ne var ki Amerika bu rolü Katar ve Mısır'la oynamayı seçti. Türkiye ise akabinde bölgedeki mutedil tutumunu terk ederek Hamas'ın bir terör örgütü olmadığını, aksine Gazze halkının işgale karşı direnen savaşçılar olduğunu ilan etti.

Meşru bir faraziye

Aslında Türkiye çok önce, yani Arap ayaklanmalarına uzanan yıllarda, daha farklı bir diplomasi izlemiş olsaydı, acaba bugün daha istikrarlı, daha güvenli ve daha gelişmiş bir Orta Doğu oluşmasına yapıcı katkıda bulunmuş olabilir miydi? Bu soru muhakkak ki tarihçilerin, akademisyenlerin ve emekli (veya muvazzaf) diplomatların zihinlerini meşgul edebilecek meşru bir soru. Batı dünyasıyla güçlü ittifak bağlarına sahip, Müslüman çoğunluklu Türkiye, hukukun üstünlüğü temelinde laik ve demokratik bir ülke olması kaydıyla, tutarlı ve dengeli davranabilseydi, bölge barış ve istikrarının sağlanması ve sürdürülmesinde kilit bir konum işgal edebilirdi. Türkiye o zaman geleneksel ahenkli diplomatik konumuyla yalnız kendi bölgesel ve küresel mevkiini daha da güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda dünyanın en kritik ve en kaygan zeminlerinden birine sahip bölgesinin istikrarının teminatını teşkil edebilirdi. Bu hedefi gerçekleştirmenin ön koşulu ise Türk dış politikasına din, mezhep ve etnisite veya ideolojilerin değil, barış ve beraber yaşama ve birlikte çalışma vizyonu ışığında Türkiye'nin ekonomik, siyasi ve stratejik çıkarlarının rehberlik etmesi ideali ile hareket etmesi yeterli olabilirdi.

Tarih geriye sarılamıyor

Oysa bugün bu durumda değiliz. Tarih harekete geçmiş ve ne biz, Batı dünyası ve Orta Doğu'daki komşularımızla aynı dalga boyunda hareket edebiliyoruz, ne de onlar, yani Batılı ve Orta Doğulu partnerlerimiz, bizimle ahenkli ilişkiler sürdürebiliyor.

Bugün, Katar gibi, İsrail devletini resmen tanımayan bir Arap ülkesinin İsrail ile Hamas arasında arabulucu rolünü deruhte ederek kendisine, (yani Katar'a) bu önemli küresel diplomatik anlaşmazlıkta bir hareket alanı açması tabi ki dikkat çekiyor. (***) İsrail'in kurulduğu 1948'de onu daha ilk ilk günlerinde tanıyan bir devlet olarak bizim bu denklemin dışında kalmamız ise hiç şüphesiz biraz da şaşkınlık yaratan başka bir konu. Çünkü neredeyse düne kadar Türkiye'nin hem İsrail, hem de Hamas ile dengeli ilişkiler sürdürdüğü ve Netanyahu'nun da Ankara'yı ziyaretinin beklenmekte olduğu biliniyor.

İki devletli çözüm

ABD iki devletli çözüm konusunu şimdi gündeme yeniden getirdi. Takriben 25-30 yıl kadar önce ortaya atılan bu gerçekçi öneriye İsrail'de kimse sıcak bakmıyor. Başbakan Netanyahu'nun ideali, Filistin halkını Gazze'den ve mümkünse Batı yakasından da çıkarmak ve bu toprakları büyük İsrail sınırlarının içine dahil etmek. Nitekim İsrail'in iki devletli çözüm fikrini yıllardan beri hasır altı etmesinin temel sebebi biraz da bu. Hamas saldırısı, Suudi Arabistan ve tüm Arap dünyasının, ahiren imzalanan İbrahim anlaşmaları vesilesiyle tam da İsrail'i tanımaya hazırlanmakta olduğu bir sıraya denk geldi. Böylece o zamana kadar Batı kamu oyları ve ABD tarafından adeta unutulan iki devletli çözüm önerisi, Hamas'ın İsrail'e 7 Ekim saldırısı ile canlanmış oldu. Netanyahu'nun Gazzelilere karşı sergilediği insafsız tutumun nedenlerinden biri de muhtemelen Hamas'ın iki devletli çözüm önerisine tekrar hayat vermesi. Ama savaşın ilerdeki haftalar ve aylarda alacağı şekle göre, İsrail kamuoyunda bu öneri etrafındaki olumsuz hava değişebilir. Aslında ABD Başkanı Biden'ın, Türkiye'nin ve hemen tüm Batılı devletlerin resmi görüşü de teorik olarak yeniden iki devletli çözüm önerisi lehinde şekillenmiş halde. Bu listeye tabi ki Filistin Başkanı Mahmut Abbas da dahil edilebilir. Ancak İsrail'de Netanyahu iktidarda kaldığı sürece iki devletli çözümün gerçekleşmeyeceği kesin. (****)

Ufukta inandırıcı bir çözüm yok

Hamas - İsrail savaşının ne zaman ve nasıl sonuçlanacağı şu sırada meçhul. Amerika ve Batı dünyasının İsrail'e ve ayrıca İran'ın ise Hamas'a siyasi ve askeri desteklerinin süreceğine kesin gözüyle bakılabilir. Buna mukabil başta İsrail'in iç politikasındaki gelişmelerin seyri ve bölgede Lübnan'ın ve bu ülkeye bağlı olarak Hizbullah'ın ve öteki ülkelerin durumu ve davranışları hakkında bir tahminde bulunmak şimdilik pek kolay değil. Sonuçta, üç aya yaklaşan Hamas - İsrail savaşında mevcut koşullar bugün için ufukta inandırıcı bir çözümün görünmediğini ortaya koyuyor. Bunun anlamı önümüzdeki belirsiz bir sürede bölgemizde daha pek çok masum sivilin, kadın, erkek ve çocuğunun kanlarının dökülmeye devam edeceği.

Vicdan

II. Dünya Savaşı'nda Nazilerce büyük bir soykırım felaketine uğrayan Yahudilere Birleşik Krallık ve Amerika'nın önayak olmasıyla 1948'de Filistin topraklarında bir devlet kurdurulmasından bu yana dünyada istikrarsızlık ve belirsizlikler yalnız Orta Doğu Arap devletlerinde değil dünyanın tamamında devam ediyor. Bu durum ayrıca BM Güvenlik Konseyi'nin işlevlerini yerine getirmesini de geniş ölçüde aksatıyor. Bir mağduriyeti gidermek için uluslararasında anlaşmalar akdedilirken bu metinlerin sadece Devletler Hukuku kurallarına uygunluğu yeterli olmuyor. Tarih bize, bir statü ihdas eden bu tür anlaşmaların dünyada barış, istikrar, güvenlik ve huzuru sağlayabilmeleri için bir başka mağduriyete sebep olmamaları gerektiğini öğretiyor. Bunun yolu ise yapılan anlaşmaların önce kolektif vicdanlara uygun olmasından geçmekte.


(*) Paris, Londra, Berlin, Lahey, New York, Vaşinton.(**) Prof. Cemil Aydın Kuzey Carolina Üni. Ruşen Çakır Söyleşisi-Aralık 2023

(***) Katar Orta Doğu'da yalnız petrol servetiyle ile değil aynı zamanda bilge dış politikasıyla temayüz ediyor. Katar'ın Hamas'la yakın işbirliği kısmen bu nedenle ve ayrıca Hamas'ın İran'la fazla yaklaşmaması için de ABD'ce uygun karşılanıyor.

(****) İsrael - Gaza: The Status Quo İs Smashed. The future is messy and dangerous By Jeremy Bowen BBC international editor)

Özdem Sanberk kimdir?

Özdem Sanberk, 1938 yılında Ankara'da doğdu. 1958 yılında Galatasaray Lisesi'ni, 1962 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi.

Dışişleri Bakanlığı'na 1963 yılında giren Sanberk, Madrid, Amman, Bonn, Paris ve Brüksel büyükelçiliklerinde çalıştı; OECD ve UNESCO daimi temsilciliklerinde çeşitli derecelerde görevde bulundu.

Dışişleri'nde ekonomi dairesinde çalıştığı sırada tanıştığı Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal'ın Başbakan olmasından sonra, 1985–1987 yıllarında dış politika danışmanlığını yürüttü.

Sanberk, 1987'den sonra bakanlığın merkez ve dış teşkilatlarında Avrupa Topluluğu nezdinde T.C. Daimi Temsilciliği ve Büyükelçiliği (1987-1991), Dışişleri Müsteşarlığı (1991-1995) ve T.C. Londra Büyükelçiliği (1995-2000) gibi görevler yürüttü.

Özdem Sanberk emeklilik yıllarında, Türkiye ve yurt dışındaki düşünce kuruluşlarında düşünsel etkinliklere, ulusal ve uluslararası konferans ve seminerlere yönetici ve konuşmacı olarak katılım sağlamaya devam etmektedir. Sanberk ayrıca dış politika alanında yazılı, sözlü ve görsel yayın yapan ulusal ve yabancı basın organlarında konuşmalar ve yayınlar yapmaktadır.

Haziran 2021'den itibaren T24'te, ağırlıklı olarak dış politika ve dünyadaki gelişmeler üzerine yazıları yayımlanıyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

KKTC limanlarının, GKRY gemilerine açılması

Kıbrıs konusunda AB tarafından uğradığımız açık haksızlıklar bizde, basında ve kamu oyumuzda ve siyaset hayatımızda yeteri kadar şiddetli toplumsal tepki yaratmıyor?

İstanbul’da alışkın olmadığımız bir toplantı

AB’li katılımcılar da Türkiye’nin jeopolitik ve ekonomik olarak Batı dünyası için önemini somut örnekler ve önerilerle anlattılar

Biden'ın çekilmesi birçok soruyu beraberinde getirdi

Adaylığı altın bir tepside Kamala Harris’e sunmak yerine medyanın ilgisini çeken yeni bir namzet üzerinde mutabakat sağlanmasının zor olduğu anlaşılıyor...

"
"