Toplum 14 Mayıs seçimlerinden tüm kimliklerle karşılıklı güven ve huzur içinde birlikte yaşayacağımız bir düzen istiyor.
Demokrasiye inanan, insan haklarına saygılı, hukuk devletini esas alan bir yönetim. Refah ve kalkınma hamlelerini hak, hukuk ve adalet içinde süratle atabilecek bir birikim. Mukadderata dayalı dindar ve kindar bir anlayışın ortadan kalkması, birlikteliği aşılayacak ve geleceğe umutla bakılmasını sağlayacak rasyonel ve gerçekçi bir irade. Kutuplaşmaların aşılması, hep birlikte yeniden toplum olabilmenin kapısının açılması.
İç ve dış politika beraberce bir bütün oluşturduğu cihetle ayrıştırıcı söylemlerden uzak, evrensel değerlere saygılı bir Türkiye. XXI. yüzyıl sınamalarının üstesinden gelinmesi için bölgesel ve küresel vizyon, ulusal çıkarlar doğrultusunda hedeflerin doğru belirlenmesi, herkesle kavgalı olan değil, sağduyuyla hareket eden ve işbirliği aranan bir dış politika.
Cumhuriyet’in Yüzüncü Yılında özgüvenini her bir vatandaşıyla yaşayan ve yaşatan bir Türkiye.
Çizgi: Tan Oral
Seçimlerden önce dış politikada yumuşama
Seçim sonuçları ne olursa olsun dış politikamızın bir süredir içinde bulunduğu tıkanıklıkların üstesinden gelmek için akla ve gerçekçiliğe dayalı radikal önlemler almak durumunda kalacağı kesin. Seçimlerin bu yıl yapılacağı belli olduktan sonra dış politikamızda geçtiğimiz aylar içinde süratle yön değişikliklerine başvurulmaya başlanması dikkat çekti. İsrail’le yeniden karşılıklı Büyükelçiler açıldı; Suudi Arabistan ve BAE gibi Körfez Emirlikleriyle ilişkiler canlandırıldı; Suriye ve Mısır’la uzun zamandır kesilmiş olan münasebetlere yeniden başlama niyetleri açıklandı; Batı Avrupa ülkeleri, ABD ve NATO ile var olan gerginliklerin ortadan kaldırılması için adımlar atıldı. Bu gelişmeler tabiatıyla komşularımızda ve Batılı müttefiklerimizde memnunlukla karşılandı. Bölgede ve daha geniş coğrafyalarda, gerginlik ve istikrarsızlıkların azaltılmasına yönelik hamleler haliyle herkesin işine geliyor. Ne var ki bu girişimlerimiz dış ilişkilerimizde son yıllarda oluşan güven kaybına son verebilecek mi?
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ve Türkiye'yi 10 yıl aradan sonra
ziyaret eden Mısırlı mevkidaşı Şukri'yi karşılıyor
Dış politikamızda geleneklerimiz
Batılı müttefiklerimiz Türk dış politikasının, gündelik kararlarla tek kişi tarafından değil, Cumhuriyetimizin kuruluşundan beri belli ilkeler çerçevesinde kurumsal olarak oluşturulan bir geleneğe sahip olduğunu biliyor. Bu ilkelerden biri de diplomasimizin, bir gün darılıp öbür gün barışan Orta Doğu Arap devletlerinden farklı olarak, dış ilişkilerde keskin dönüşlerden kaçınan gradualist yaklaşımları tercih etmesi. Diplomasimize, tüm XX. yıl boyunca süreklilik kazandıran başka özellikler de var. Bunlar arasında, gerçekçilik, pragmatizm, denge, devamlılık ve güvenilirlik gibi ilkeleri sayabiliriz. Geçmiş hükümetlerimizin hemen hepsi, Cumhuriyetimizin kuruluşundan itibaren esas aldığı barış vizyonu doğrultusunda, bu ilkelere saygılı olmaya özen gösterdi. Her zaman yeterli ölçüde başarılı olamasalar da hiçbiri, ilkesel olarak bu istikrarlı çizgiden ayrılmadı. Bu tutarlı davranışın 1923’ten itibaren kabaca 2010’lara kadar sürdüğünü söyleyebiliriz.
İkinci Dünya Savaşı sürerken Türkiye Cumhurbaşkanı İnönü,
ABD Başkanı Roosevelt ve Britanya Başbakanı Churchill Kahire'de / Sene 1943
Değişen uygulama ve güven kaybı
Ama son on yıldan beri dış politikamız artık bu çizgiyi izlemiyor. Bu nedenle de bölgede ve dünyada güven kaybına uğradı. Güvenilirliğimizin yitirilmesinin başat sebebi ülkemizin temel hak ve özgürlükler skalasında en son sıralara gerilemesi. Güven kavramı insani ilişkilerde olduğu gibi devletler ve milletlerarası ilişkilerde en önemli kavram. Bugün dış politikamızın en zayıf halkasını oluşturuyor.
Bu kaybımızı telafi etmenin tek yolu laiklik ve insan onuruna saygı temelinde düşünce, ifade ve basın özgürlüğü ile bağımsız ve tarafsız adalet, kadın erken eşitliği ve eşit vatandaşlık kavramlarına dayalı bir demokratik düzen hedefine kavuşmak. Bugün dünyada pek az ülkenin bu hedefe kavuştuğunun görüyoruz. Ama bu hedefi en azından bir ideal olarak benimsemek dahi güven tesisinde başlı başına önemli bir adım olur. İçerde siyaset dilimizde yumuşama sağlar; kutuplaşma alışkanlığımıza mesafe koymamıza imkan verir, dış ilişkilerimizde gerginliklerin azaltılmasında bize kolaylık bahşeder.
Yanlış muhatap
Türkiye dış ilişkilerinde sıklıkla hak ihlalleri iddiaları karşısında kalıyor. Böyle zamanlarda mutat tatbikatımız hükümetler nezdinde resmi girişimler yoluyla bu iddiaları reddetmek şeklinde tezahür ediyor. Hükümetleri muhatap alan bu teşebbüslerimiz hemen her zaman sonuçsuz kalmakta. Eğer bize yöneltilen iddiaların haksız olduğuna gerçekten inanıyorsak bu inancımızı kabul ettirmek için asıl muhatabımızın resmi makamlar değil, iddia sahibi devletlerin halkı ve sivil toplum olduğunu bilmeliyiz. Çünkü güven kavramı hakkında nihai hükmü verecek olan makam, dün olduğu gibi bugün de gerçek hayatta, kolektif vicdanlardır. Zaten iddia sahibi devletin hükümeti de sonuçta, bizim dediğimize değil, kendi halkının kanaatine değer verecektir.
Temel haklara uymamızın stratejik önemi
Türkiye’nin güvenilirliğine en çok zarar veren ihlaller öteden beri ifade ve basın özgürlüğü kısıtlamaları başta olmak üzere, Hukukun üstünlüğü ilkesine uymamamızla ilgili sorunlardan kaynaklanıyor. Bu tür sorunları çok özetle, siyasi nitelikli davalar, bir türlü sona ermeyen yargılama süreleri; uzun süren tutukluluk süreleri olarak belirtebiliriz. Bunlara devletin gazeteciler, yazarlar, çizerler, şairler sanatçılar ve liberal çevrelerle bitmeyen kavgalarını, davalarını ve hapis cezalarını da ekleyebiliriz. Aslında çözümü, bir mevzuat değişikliğine bağlı olması hasebiyle çok basit görünen bu sorunlar on yıllardan beri devam ediyor. Huzur ve istikrarı bozuyor, siyasi yaşamı zehirliyor, yatırımları aksatıyor ve çıkarlarımıza zarar veriyor. En önemlisi ekonomi, siyaset, kültür, sosyal hayat ve bilim ve teknolojide çağa ve ötesine erişim için atılımlarımızın önünü kapıyor. Bu sorunları yaşamayan ülkeler insanlığın, XXI. yüzyılın ufkunda açılan dijital dönüşüm, donanım ve yazılım, siber güvenlik, nano teknoloji, uzay teknolojisi, yeni enerji teknolojileri ve yapay zeka ve ChatBot çağına girmek için kıyasıya yarışırken Türkiye ne yazık ki onların arasında yer alamıyor. Oysa bu ileri teknolojiler, yenilerinin de ilavesiyle önümüzdeki 10 -20 yıla yayılacak ve uluslararası ilişkilere yön verecek. Bu yarışta ülkemizi temsil etme sorumluluğunu yüklenmeye hazır çok iyi yetişmiş yurtsever bir gençliğe sahibiz. En değerli varlığımız olan bu gençliğimizi yarış alanına süremiyoruz. Onların önü açıldığında içerde ve dışarda eksikliğini duyduğumuz güven iklimine kavuşacağımızdan ve iç ve dış dinamiklerimizi önümüzdeki yıllarda harekete geçirerek insanlığın XXI. yüzyılda ortak geleceğinin hazırlanmasına uygar dünya ile katılacağımızdan kuşku duymayalım.
Stratejik önceliklerimizin belirlenmesi
Bugün diplomatik alanda kaşı karşıya bulunduğumuz, karmaşık ve birbiriyle çelişen, sorun ve anlaşmazlıklara geri dönecek olursak, bu sorunlarla baş edebilmenin yolunun önce uzun vadeli stratejik önceliklerimizi saptamaktan ve bu öncelikleri bir sıraya koymaktan geçtiğini görmemiz lazım. Yoksa kura çeker gibi-- Rusya, Ukrayna Karadeniz, ABD, (S 400-F35) NATO, (İsveç) AB, (Gümrük Birliğinin güncellenmesi, vize meselesi,) enerji (petrol ve doğal gaz), iklim krizi, yeşil gündem, yasa dışı göç, mülteciler, terör, Kıbrıs, Yunanistan, Ege, Balkanlar, Orta Doğu, Irak, Suriye, Mısır, Libya, Kafkasya, Çin ve Orta Asya ile ilişkiler-- arasından bir veya birkaçını seçerek işe başlamak bütün sorunlar kümesinin üstümüze yığılması sonucuna doğurur.
Kurumsal karar süreçleri
Her şeyden önce, dış politikamızın vizyonu ve stratejik öncelikleri belli olduktan sonra karar süreçlerini kurumsallaştırmamız gerekiyor. Bu Dışişleri Bakanlığı'nın eş güdümünde gerçekleştirilir ve yürütme ve yasama erklerimizin kurumsal çerçevesi içine alınır. O zaman diplomasimiz işlevselliğine yeniden kavuşturulabilir. Bu yapıldıktan sonra sağlam bir bölge ve dünya tahlili yoluyla aşağıdaki iki yaşamsal faktör göz önüne alınmalıdır.
Birinci faktör bölgesel ve küresel güç dengelerinin atacağımız diplomatik adımlarla ve/veya askeri harekatla uygun olup olmadığı; ikincisi, hedeflerimizle kapasitemiz arasındaki orantının gerçekçi olup olmadığıdır.
Nasıl bir toplum olmak istiyoruz?
Nihayet 14 Mayıs seçimlerinden ne beklediğimizi düşünürken kendi zihnimizde berraklığa kavuşturmamız gereken çok önemli bir konu daha var. O da nasıl bir toplum olmak istiyoruz sorusu vereceğimiz yanıttır.14 Mayıs seçim sonuçları son tahlilde kendimiz hakkında dünyaya da verdiğimiz bir mesaj olacaktır.
Güç kazandıkça radikalleşen siyasi İslam temelinde ideolojik bir dış politika geride kalmalıdır. Coğrafyasını ve ideolojisini paylaştığımız veya kendimize daha yakın gördüğümüz müttefikler aramaya öncelik vermeliyiz.
Etnik veya mezhepsel kimlikleri ön planda tutmayı tercih edersek dış politikamızdaki öncelikler ve ittifaklar bu tercihler istikametinde şekillenecektir. Demokrasi, insan hakları ve hukuk devletini esas almazsak bu takdirde dış ilişkilerimizde karar alma süreçlerimizin otoriter rejimlerle liderler düzeyinde ağırlık kazanma tatbikatı devam edecektir.
Kişisel siyasetle dini inançları birbirinden ayırabilen seküler bir toplum olmak hususunda görüş birliği içinde isek, işbirliğimizin ve ittifaklarımızın önceliğini, serbest seçimlere ve tercihlerin çokluğu esasına dayalı demokratik devletlerle pragmatik temelde saptayabilmemiz daha kolaylıkla mümkün olabilecektir.
14 Mayıs sonrası yeni bir sayfa açılmalı. Yeni bir ruh aşılanmalı. Türkiye soluk almalı.