01 Şubat 2024

Vicdanını yitirmiş toplumda ar damarı çatlamış siyaset

Mesela faili meçhuller döneminin siyasî figürlerinden Asena Meral Hanım, "Bizi Beştepe değil Saraçhane sansürlüyor" derken, Kılıçdaroğlu yerine İmamoğlu'nu desteklemek için Saraçhane'ye yellim yeperek koşup şimdi papaz olduğu İmamoğlu ile sarmaş dolaş fotoğraflar çektirdiğini unutmuş görünüyor

Vicdan yitimi sadece Türkiye'ye özgü değil, orman kanununun yürürlükte olduğu,  soykırımın suç olmaktan çıktığı, büyük devletlerin İsrail'i alkışlamak ve silah yardımı yapmak için yarışa girdikleri Dünya da vicdanını yitirdi. Ama Şair'in dediği gibi "Bütün renkler hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza (Türkiye'ye) verdiler."

Toplumun çürüdüğünü, çürütüldüğünü; her şey bir gün düzelse de insanın çürümesinin kolay kolay giderilemeyeceğini yazıyorum uzun süredir. Umutsuzluğumun esas kaynağı da bu. Bir toplum vicdan yitimine uğramışsa orada siyaset de, ahlâk da dikiş tutmaz. Toplumun nasıl bu hale geldiği, getirildiği ise apayrı bir konu. Bu sorunun kısa ve basitleştirilmiş cevabı: ekonomiye ve siyasete hükmeden sınıfların ve liderlerin mutlak iktidar hırsları, ahlâki zaafları, etik tutarsızlıkları ve vasat bile değil, vasat altı düzeyleri.

Siyasî partiler çıkar şebekelerine dönüşürse

Demokratik sayılan ülkelerin olmazsa olmazı siyasî partiler, toplumları belli bir ideoloji ve düşünce temelinde daha iyi yönetmek, halka daha fazla refah, sulh sükûn, özgürlük, güvenli gelecek sağlamak için vardırlar. Programlarında bunları yazar, kitlelere bunları vaat eder, iktidara bu vaatlerini gerçekleştirmek üzere talip olurlar.

Gerçeği söylemekten çekinmezsek, iktidarıyla muhalefetiyle bugün siyaset sahnesinde boy gösteren irili ufaklı partilerin tümü değilse de çoğunun ortak paydaları, belli kişilerin iktidar hırslarının oyun sahnesi ve çıkar şebekeleri haline gelmiş olmaları.

Şebek maymunu sanıp da başıma iş açmasınlar diye açıklayım: "Şebeke" ağ anlamına gelir, bir merkezden başlayıp ağ gibi yayılan hatlar ve yollar bütününe denir: Elektrik şebekesi, tren yolu şebekesi, vb… İktidar partisi AKP, bu anlamda bir şebeke yapısına sahip. Ekonomik, siyasî çıkar ve kişisel ikbâl olanağı bir merkezden aşağıya doğru ağ misali yayılıyor. Beşli çete denilenlerden, AKP'den ihale alan daha küçük müteahhitlerden, korunan mafya babalarından, tarikat-cemaat yapılarından, hukuk alimi geçinen cahillerden, TV'lerde, medyada köşe kapmış bilgi, akıl, etik fukarası nevzuhur fetvacılardan başlayıp; partiye yakın birinin torpiliyle taşeron şirkette temizlik işi bulana, köye müezzin, bir devlet kurumuna koruma olana, üniversitelere soy sop atanana kadar uzanan bir çıkar şebekesi bu…

Ülkeyi yıkıma sürükleyen, halkı açlık sınırına mahkûm eden bir partinin nasıl olup da hâlâ iktidarda olduğuna şaşanların bu noktayı gözden kaçırdıklarını düşünüyorum. AKP şebekesine bir noktadan bağlı geniş bir kitle var. Ayrıca o kitle iktidar partisine destek vererek kendini de iktidarın parçası hissediyor. Benzetmek gibi olmasın, sadece daha iyi anlatabilmek için: Organize işler ağında da durum böyledir. Merkezden (reis'ten)alınan güç aşağılara doğru yayılır, en aşağıdakiler de nemalanır ve merkeze çıkar ilişkileriyle sıkı sıkıya bağlanır.

Saraçhane mitinginde İmamoğlu Altılı Masa liderlerini anons edip kürsüye dek eşlik edip sonra geri çekiliyordu. Akşener, İmamoğlu’nun çekilmesine izin vermeyerek, elini tutup bir süre öyle konuştu. (Foto: Meral Akşener/Twitter)

Yalan dolanı siyaset yöntemi sayanlar

İktidar partisinde durum böyleyken bir de muhalefetteki partiler/yapılar var. Bunların bazıları devleti ele geçirmeye çalışan etnik milliyetçi, faşizan devletçi, İslamo-faşist, vb. ideolojik odaklar. Onların amacı ideolojik hâkimiyet, ama bir şekilde iktidar şebekesine bağlanmak ve oradan güç alıp nemalanmak üzere örgütlenmişler. Bazıları da, kifayetsiz muhterislerin kişisel hırslarını tatmin etmeye çalıştıkları, tekke misali yapılar. Ana muhalefet partisi CHP'ye gelince, kendi içinde çıkar ve iktidar mücadelesi vermekten gerçek siyaset yapmaya fırsat bulamıyor. Dün böyleydi, bugün de böyle. Yerel seçimlere doğru giderken siyasetin amacını oy artırmakla, seçim kazanmakla sınırlamanın ve ahbap çavuş ilişkilerinin kötü sonuçlarını aday seçimi sürecinde yaşananlardan da görüyoruz.

Böyle bulanık bir siyasî ortamda kişi yıpratma, yalan, komplo, ikiyüzlülük, dün ak dediğine bugün kara demek, dün savunduklarının tam tersini savunmak, sahtecilik, üçkağıtçılık ayıp değil siyaset sayılıyor.  Mesela, AKP reisi de olan Cumhurbaşkanı, rakip lideri karalamak için imal edilmiş sahte videoları yalanlamak ve özür dilemek yerine "zekî çocukların yaratıcılıklarının" ürünleri olarak benimsemekten ar etmiyor. Mesela faili meçhuller döneminin siyasî figürlerinden Asena Meral Hanım, "Bizi Beştepe değil Saraçhane sansürlüyor" derken, Kılıçdaroğlu yerine İmamoğlu'nu desteklemek için Saraçhane'ye yellim yeperek koşup şimdi papaz olduğu İmamoğlu ile sarmaş dolaş fotoğraflar çektirdiğini unutmuş görünüyor. Mesela Özel CHP'si, etnik faşist eğilimli bir adamı Bolu belediye başkanı adayı ilan ederken Hacer Foggo'yu tasfiye etmekten çekinmiyor. İnce, kalın  bir sürü kişisel hırs erbabı zat, iktidara muhalif görünürken Cumhur koalisyonunu desteklemek için ellerinden geleni yapıyor da bu tutarsızlığı umursamıyor. Cumhur katarına binmeye çalışan BBP'den ve benzerlerinden, Anayasa'nın askıya alınmasına, anayasal düzenin yıkılmasına karşı tek bir söz duyulmuyor. MHP'ye değinmiyorum bile, orada yönetimde siyasî değil psikolojik vaka söz konusu. Yani cezai ve ahlâki ehliyet aramak haksızlık olur.  

Ayıp bir kez kayıp olunca habaset her yana yayılır

Vicdanını yitiren toplumlarda siyasetin ar damarı çatlar, ayıplar kayıp olur. Siyasetin ar damarı çatladı mı habaset (kötücüllük) her yana yayılır. İlgisiz gibi görebilirsiniz ama son günlerde intihal suçlamasıyla bir kesimin bir yazarı linç etme girişimi de anlatmaya çalıştıklarımdan bağımsız değil. Kötücüllük hepimize sirayet ediyor, kin, nefret, haset çevreyi zehirliyor, hepimiz o zehri soluyoruz. Temiz kalabilmenin, iyi insan olmanın zorlaştığı, güvendiğimiz dağlara kar yağdığı, vicdanla birlikte aklıselimin de yitirildiği günlerdeyiz.

Peki ne yapalım? Çökmekten, teslim olmaktansa ar damarımızı gözümüz gibi korumaya, vicdanımızı yitirmemeye çalışalım. Ar damarı çatlamış siyaseti dost-düşman ayrımı yapmaksızın eleştirmekten çekinmeyelim. Önce kendimizden ve yakın çevremizden başlayarak kötücüllüğün yaygınlaşmasını engellemeye çalışalım.

Bazı yazılar vardır. Peki bu yazıyı ben neden yazdım, kime ne faydası var ki duygusu verir insana. İç dökme yazılarıdır bunlar. Bilirsiniz, yine de kendinizi alamazsınız yazmaktan. Bu da öyle yazılardan biri işte: affola…

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

- Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Istakoz, Maldivler, pahalı saat muhalefeti AKP'nin AK'lanmasına yeter mi?

AKP kendi içinde bir muhasebeye yönelmek istiyorsa 2002 AKP'sinden 2024 AKP'sine adım adım nasıl gelindiğini; ıstakozu, Maldivler'i bir yana bırakıp Reis'in metaformozu ve Beştepe zihniyeti üzerinden düşünmek zorunda

"Kobane düştü düşecek"ten Kobane Davası provokasyonuna

Başta CHP, demokratik muhalefet bu davaya sahip çıkmak zorundadır. Yargının ne ölçüde siyasallaştığını, sadece Beştepe'nin değil tarikatların, cemaatlerin elinde olduğunu herkesin bildiği Türkiye'de "Yargı kararıdır, ne yapalım," demek ipe un sermektir, tezgâhlanan provokasyona su taşımaktır

Hukuksuzluk değil irade gaspı ve siyasî ahlâksızlık

Özgür Özel'in genel başkan olarak, Ekrem İmamoğlu'nun da en büyük ve en önemli belediyenin başkanı olarak heyetleriyle birlikte acilen Van'a gitmelerini, sadece kendi adıma değil ama asıl, hafızalarda hâlâ diri olan kötü yaşanmışlıklar, yetmedi son genel seçimlerde CHP'nin genel başkanı olan Kılıçdaroğlu'nun ırkçı faşist kimliklerle yaptığı gizli protokoller ve benzer uygulamalar yüzünden güvenleri sarsılmış Kürt halkı adına rica ve talep ediyorum