Başlığı okuyunca, birkaç yıl önce “Tehlikenin farkında mısınız” diye soran kimileri, “Kadının aklı nihayet başına geldi, tehlikeyi gördü” diyecekler; başka birileri de “Soldan gelenlere güven olmaz, bunlar darbecidir, vesayetçidir” diyerek, itiraf edelim ki bu algıda solun da payı olan güvensizliklerini belirtecekler. Şu günlerde zor olanın: hem demokrat, hem ama’sız özgürlükçü, hem de solcu kalmak olduğunu düşünüyorum.
Terimlerle, içi boş sloganlarla, ezbere formüllerle düşünüp konuşmaya yatkın kalıpçı bir kültürel geleneğimiz var. Eğitim sistemimizden resmi ideolojiye, dogmatik dinsel kültürümüzden cemaatçi-aşiretçi feodal yapılara kadar, pek çok etmen bu kalıpçılığı besliyor, pekiştiriyor. Sorgulamanın münkirlik ya da hainlik sayıldığı, hele de kendi çevresini, mahallesini, kendi örgütünü, kendi cephesini sorgulayıp eleştirmenin kişiyi güvenilmez kılıp dışladığı bir ortamda slogancılığın ve ezberlerin sağladığı rahatlığı anlamak mümkün.
İnsanın, kendi özgür düşüncesi ve vicdanı üzerinde -ister dinsel ister seküler- dışsal bir gücün egemenliğine izin vermemesi; aklının, vicdanının, ahlâkının üzerine ipotek koydurmaması; kendi cemaatinin ezberlerini aşmayı denemesi güç iş. Üstelik gerçek böyle olmasa da düşündüklerimizin, söylediklerimizin, inandıklarımızın kendi bağımsız irademizin ve aklımızın ürünü olduğunu sanırız bir de. Hani derler ya, herkes kendi aklını beğenir, akıllar pazara çıkmış herkes kendininkini almış, diye...İşte o akıl aslında kendinden menkul değil belli bir ortamda, belli koşullar ve ilişkiler sırasında edinilmiş bir akıldır. Bu satırları yazan dahil, hepimiz aklımızı vicdanımızı içinde bulunduğumuz ortamdan, ilişkilerden devşiririz, kendimize yakın olanlara daha çok inanırız, kendi çevremize daha fazla güveniriz. Böyledir, biliyorum; benim söylemeye çalıştığım, bir “acabamız” olması gerektiği, öğrenilmişin, inanılmışın bir acaba ile kurcalanması, yani eleştirel aklın başladığı noktaya doğru özgür bir adım...Çünkü muktedirler sloganlarla, ezberlerle efsunladıkları kitlelerin omuzlarına basa basa iktidar olurlar.
Bu uzun girişi, bir saniye durup düşünelim diye yazdım; vur ama dinle, der gibi. Bir süredir, sivil darbe yapılıyor, sivil dikta geliyor iddiaları, tartışmaları gündemde. Askeri darbe, dikta, vesayet kuşkularının, belgelerinin; bu konuda çeşitli davaların gündemde olduğu bir dönemde, “Askeri darbe diyenler asıl kendileri sivil darbe yapıyorlar, sivil dikta kuruyorlar” yorumları giderek daha yüksek perdeden seslendirilir oldu.
Son zamanlarda pek çok terim, anlamı içeriği sorgulanmadan kullanılıyor. Faşizm, darbe, sivil dikta, sivil darbe, vb sözcükler anlamları kaydırılarak, yalan yanlış havalarda uçuşuyor. Sözcüklerin ürkütücülüğü gerçekleri bastırıyor, karartıyor. Sivil darbe ve sivil dikta bu terimlerden sadece biri.
Bu kavramların küfür niyetine, siyasal saldırı niyetine harcı alem kullanımları dışında sosyal bilimlerde, siyaset biliminde ve de eğer kendinize solcu diyorsanız, marksist teoride belli anlam yükleri vardır. Örneğin her otoriter, hatta totaliter rejim faşizm değildir. Zararı ne böyle demenin diye soracak olursanız, zararı şudur ki, kitlelerin bilincini saptırmış, onları ajite edeyim, bileyeyim derken yanlış yönlendirmiş olursunuz; gerçek faşizm geldiğinde de sözünüz çareniz kalmaz. İkincisi, faşizmin arkasındaki güçlerle diğer otoriter totaliter rejimlerin arkasındaki güçler biribiriyle tam örtüşmediğinden kimlerle nasıl mücadele edileceği de doğru belirlenemez. Son günlerde ortaya sürülen “sivil darbe” de bu terimlerden biri işte. Kafası zaten karışmış, neye kime inanacağını bilemez hale gelmiş toplumu etkilemek için; darbe teşebbüsü veya planlarının demokratik rejime karşı suç olduğunu gizlemek için; darbelere ve vesayetçi girişimlere karşı olanları sindirecek psikolojik harekatın basamaklarını döşemek için siyasal manipülasyon amaçlı kullanılıyor çoğunlukla. Kendi takımı kullandığı için bilmeden, düşünmeden kullananlar da var tabii. Ama siyaset bilimi ve literatüründe, sivil darbenin anlamı bugün Türkiye’de kullanıldığı bağlamdan çok farklıdır.
“Askeri darbe falan yok, Türkiye’de asıl sivil darbe yapılıyor” diyenlerin çoğu kendilerini “sol” olarak adlandırdıklarına göre, Marx’ın o çok öğretici “Louis Bonaparte’ın 18. Brümeri”ni hatırlamaları kendileri açısından kafa açıcı olabilir. Sivil darbe hem öğretide hem de tarihin denenip sınanmış pratiğinde, meşruiyetini halktan alan seçilmişlerin, silahlı gücün açıkça ortaya çıkmadığı koşullarda, yüksek yargı başta olmak üzere, bürokratik oligarşi ve muktedir asker-sivil koalisyonu eliyle iktidardan düşürülmesi demektir.
Evet, işte tam da bu anlamda, Türkiye’de açık askeri darbelerin önünün tıkandığı bir noktada Anayasa mahkemesi, Yargıtay, Danıştay vb. yüksek yargı kurumları başta olmak üzere, hükümete karşı bir sivil darbe zorlaması görülüyor.
Onlarcası arasından birkaç örnek vermemi isterseniz, Anayasa Mahkemesi’nin, eski Yargıtay Başsavcısı Kanadoğlu’nun “mucitliğini” yaptığı Cumhurbaşkanlığı seçimi için 367 oy gerekliliği kararını, aynı mahkemenin parti kapatma kararlarını, son olarak da asker kişilerin işledikleri suçların, örneğin darbe teşebbüslerinin ve sivil halka karşı eylemlerin sivil mahkemelerde yargılanmasına kapı açan yasayı iptal kararını göstermek mümkün. Ve nihayet aynı Kanadoğlu’nun, yandaşlarına bile “bu kadar da olmaz” dedirten son beyanlarını hatırlamakta yarar var. Tıkanmış ve boğulmak üzere olan bu toplumun biraz nefes almasını sağlayabilecek anayasa değişiklikleri konusunda, “AKP anayasa değişikliği yapamaz, çünkü Anayasa Mahkemesi bu partinin irtica odağı olduğuna karar vermiştir” sözleri, sözün gerçekten de bittiği yerdir. MHP’nin dahi, “Bu, Meclis’in meşruiyetini ve varlığını tartışmaktır”, diye değerlendirdiği bu fetva, sivil darbe zihniyeti ve niyetinin açık yansımasıdır. Askeri darbe planlarında adı geçen kimi sivillerin, Kanadoğlu’nun sözlerine arka çıkmaları ve tevil etmeye kalkışmaları da ayrıca kayda değer.
Evet, öngördüğü bazı provokasyon eylemleri, metinde yeralan bazı adlar, belirtilen bazı tarihler dışında, varlığı ve seçilmiş AKP iktidarına yöneldiği bizzat plan sahipleri tarafından bile yalanlanamayan balyoz senaryolarının; yalanlanmaya çalışılıp da kılıfa sığmayan onlarca darbe planının ayağa düşüp orduyu da içinden böldüğü noktada, şimdi denenmekte olan: sivil darbedir. AKP’nin veya benzer bir sivil iktidarın otoriter eğilimlerinden, iktidarını darbelere karşı korumak ve pekiştirmek için başvurduğu otoriter ve siyasal etik yoksunu yöntemlerden söz edilebilir. Savunduğu demokrasiyi hayata geçirmekte başarısız olduğu, özgürlükleri sadece kendisi için istediği ve benzer her şey söylenebilir. Erdoğan’ın karizmatik liderliğini partisi içinde tek adam otoritesine dönüştürmesi, yandaşlarını güçlendirmek için elindeki bütün imkânları kullanması en sert biçimde eleştirilebilir. Ancak, karşısında hayatına kast etmiş bunca güç varken tek dayanağı aldığı oylar olan bir siyasal partinin sivil darbesinden söz etmek, bilerek ya da ezberleri tekrarlayarak yaratılan bir kavram kargaşasıdır, bilinç saptırmasıdır. En önemlisi de, demokrasiyi kesintiye uğratmak isteyenlerin yolunu açacak taşların döşenmesidir.
Giderek kendini hem yasama hem yürütme erki yerine koyan; TBMM’nin yetkilerini ve tasarruflarını engellemenin de ötesinde gasp eden yüksek yargı, bir de Kanadoğlu’nun AKP anayasa değiştiremez fetvasını alınca, sivil darbede bir adım daha atılmış olmaktadır. Kavramların ve onları ifade eden sözcüklerin maksatsız ve doğru kullanılmasını istemek demokrasiye inananların hakkıdır.