31 Ağustos 2022

O torbadaki kemikler ülkenin fotoğrafıdır

Siyasî iktidarlar değişir, ekonomik bunalım er geç bir gün hafifler, ama bir toplum insanî değerleri unutup vicdanını yitirmişse ülke o zaman gerçekten çöker

Diyarbakır Adliyesi’nin çıkışı. Yaşlı bir adam: bir baba. Elinde bir torba. Torbanın içinde kemikler: 22 Ocak 2016’da Diyarbakır Sur’da öldürülen oğlunun 7 yıl sonra kendisine teslim edilen kemikleri. Yüzünde, -tevekkül denilemez buna-donup kalmış, maskeleşmiş bir keder…

Sizin hiç oğlunuz öldürüldü mü? Cesedi, Suriçi’nde günlerce sokaklarda kalıp aç köpeklerce parçalandı mı? Dirisinden umudu kesmiştiniz çoktan, hiç değilse bir mezarı olsun diye yıllar boyunca devlet denen acımasız devin kapılarında umutsuzca beklediniz mi? Al da git, hayırlı olsun, denerek elinize bir torba dolusu kemik, oğlunuzun kemikleri verildi mi?

Hayır; bunların hiçbirini yaşamadınız, ilgilenmediniz bile. Huzurunuzu kaçıracak bir haber olarak her nasılsa kulağınıza çalınmışsa, “Ama onlar da terörist, Kürt bunlar” diyerek omuz silktiniz. Sur’u Toledo yapma sözü verenlerin iş makineleriyle girdikleri o topraklarda yatan mezarsız çocukların kemikleri üzerine kurukafalar gibi villalar kurdunuz. Sonra unuttunuz, unutturdunuz. Hepimiz unuttuk, çünkü insan vicdanına ağır gelen suçu unutmak, unutturmak ister.

Sur’da sokağa çıkma yasakları sırasında ölen Hakan Aslan’ın kemikleri 7 yıl sonra bir torba içerisinde babasına teslim edildi

Ama onlar unutmadı: oğlunun kemikleri bir torba içinde eline verilen Ali Rıza Arslan unutmadı. On yıllardır evlatlarını bir mezara gömebilmek için çırpınan yüzlerce, binlerce ana baba unutmadılar.

Onurlu yaşam hakkı yoksa, onurlu gömülme hakkı da yoktur

Diyarbakır Barosu, “Herkesin onurlu bir şekilde gömülme hakkı vardır” diyerek Ali Rıza Arslan’a oğlunun kemiklerinin bir torba içinde verilmesini “kişinin hatırasına saygısızlık” olarak niteliyor, suç duyurusunda bulunuyor. İyi ediyor tabii. Ama insanların onurlu yaşama hakkı olmayan bir yerde onurlu gömülme hakkından söz etmek biraz ironik gelmiyor mu size?

Ali Duran Topuz’un “Torbadaki kemiklerin gösterdiğidir” yazısından daha iyisini yazamayacağımı bile bile, içimdeki isyanı, çaresizliği, utancı bastırmak için karalıyorum bu satırları.

O torbanın içinde sadece Hakan Arslan’ın kemikleri yok, o torbanın içinde bu devletin, bu toplumun suçları, günahları var. Bu suçları, günahları nereye gömeceğiz? Sadece başkalarıyla değil kendimizle, kendi duyarsızlığımızla, vicdan kararmasıyla nerede, nasıl hesaplaşacağız?

Bana emanet edilmiş bu köşede yazıp çizdiklerimin reklamını yapmaktan utanç duyarım, bugüne kadar da yapmadım zaten. Kuralımı, 2015 sonbaharından  2016 yazına kadarki  o kâbus günlerinin bir çeşit kroniği olan Surönü Diyalogları kitabıma, bir de Çöplüğün Generali romanındaki “oğlunun kemiklerini arayan ana” bölümüne gönderme yaparak bozuyorum.

Gencecik insanların, çocukların sokaklarda vurulup öldürüldüğü o günlerde arkadaşlarımla birlikte ben de oradaydım. Ne devlet ne de silahlı örgüt barış çağrılarına kulak veriyordu. Aileler, Suriçi’ndeki çocuklarının, dirisinden vazgeçmişler ölüsüne ulaşmaya, cansız bedenlerini teslim alıp gömmeye çabalıyorlardı. Çaresizdim, çaresizdik. Muhalefetin, CHP’nin, iktidarın, dönemin başbakanı Davutoğlu’nun kapılarını aşındırıyorduk. Orada insanlar ölüyordu, çocuklar ölüyordu, buralarda ise her kapı aşılmaz duvardı…

Bu ülke bunları yaşadı ve unuttu. Bir tek onlar, çocuklarının kemiklerini torba içinde teslim alanlar unutmadı. Ötekiler, bizler unutmayı yeğledik, unutuşun konforuna sığınarak kendimizi korumaya çalıştık. Utanç duymadık değil; kimimiz “Bu suça ortak olmayacağız” diyerek, kimimiz yazıp çizerek vicdanımızı aklamaya çabaladık. Gücümüz yetmedi, hep eksik kaldık.

Helalleşmek mi diyordunuz?

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun bir süre önce gündeme getirdiği -epeyce muğlak- helalleşme önerisi, eline oğulları yerine bir torba kemik tutuşturulan halk için küçük bir umut ışığı olabilir miydi? Arkası gelmedi, olamadı. Çünkü helalleşme, tarafların önce kendisiyle sonra  karşısındakiyle cesurca yüzleşmesi ve hesaplaşmasıyla mümkündür. Hakan Arslan’ın kemikleriyle; Dersim’de mağaralarda boğularak öldürülen, ağır makineliyle kadın, çoluk, çocuk tarananlarla; Ermeni tehciri kurbanlarıyla, Ezidilerle, Süryanilerle, Alevîlerle, bu topraklar üzerinde zulme uğramış bütün halklarla, bütün insanlarla helalleşebilmek için önce devletin ve toplumun genlerine işlemiş Sünnî Türk milliyetçiliğiyle yüzleşip hesaplaşmak gerekir.

Helalleşmek, tarafları belirsiz bir seçim sloganı olarak kaldıkça daha pek çok baba, evladının kemiklerini torba içinde teslim alacak, Hrant Dink’ler öldürülecek, nice Maraş’lar, Çorum’lar yaşanacaktır. Helalleşmek için, devleti kutsallaştıran ve devletin suçlarını mubah sayan kadim zihniyetle yüzleşmek gerekir ki, bu bir zihniyet devrimidir.

Vicdanını yitirmiş bir toplum

Çok acı ama gerçek; Türkiye toplumu vicdanını yitirdi. Bu süreç ağır ağır, adım adım gelişti. Askerî bürokratik vesayetten siyasal İslamcılara kadar gelmiş geçmiş bütün iktidarlar halkı bölerek, birbirlerine karşı bileyerek kin ve nefret tohumları attılar. Gelmiş geçmiş bütün iktidarlar kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi yaşamayan, kökeni kültürü, dini mezhebi farklı olana baskıyı, zulmü, ayrımcılığı reva gördü.

80’ler, 90’lar doğuda kirli bir savaşın sürdüğü yıllardı. Bugün ortalığa dökülen iğrenç yolsuzluklar, olağanüstü hâl döneminde devlet çetelerince yönetilen silah kaçakçılığından uyuşturucu trafiğine, faili meçhullerden kökü devletin içinde mafya cinayetlerine, savaş ortamında filizlenip gelişti. Savaş insanı ölüme, kana, zulme kanıksatır,  düşman algısı ve korkusu vicdanı karartır. Her türlü kötülük ve kötücüllük savaşta gübreli toprak bulup yeşerir, insanı ve toplumu çürütür.

Siyasî iktidarlar değişir, ekonomik bunalım er geç bir gün hafifler, ama bir toplum insanî değerleri unutup vicdanını yitirmişse ülke o zaman gerçekten çöker. En zoru insanı düzeltmektir. İnsanı bu hale getirenler ise çalmayı çırpmayı, yolsuzluğu hırsızlığı, değersizliği ahlaksızlığı, yalancılığı madrabazlığı kendi edimleriyle meşrulaştıran iktidarlardır. Kendi iktidarları ve beka’ları uğruna savaşları körükleyen, barıştan kaçan, ölümü kanı kutsayan, insanların yüreklerini karartan kirli savaşları sürdürenlerdir.

Bizler suça ortak olmadık, bedel ödeyerek kendi vicdanımızı rahatlattık ama suça ortak olmamak yetmiyor; suçu engellemek, suçluların hak ettikleri cezayı görmelerini sağlamak, sadece iktidar değişimini değil zihniyet devrimini gerçekleştirmek gerekiyor. Peki nasıl? Ben bilmiyorum, bilmediğim için de elindeki torbada oğlunun kemiklerini taşıyan babadan, bütün o analardan ve babalardan utanarak, çaresizlik ve isyan içinde bu satırları yazıyorum.


Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye’de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24’te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

- Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)

Yazarın Diğer Yazıları

Istakoz, Maldivler, pahalı saat muhalefeti AKP'nin AK'lanmasına yeter mi?

AKP kendi içinde bir muhasebeye yönelmek istiyorsa 2002 AKP'sinden 2024 AKP'sine adım adım nasıl gelindiğini; ıstakozu, Maldivler'i bir yana bırakıp Reis'in metaformozu ve Beştepe zihniyeti üzerinden düşünmek zorunda

"Kobane düştü düşecek"ten Kobane Davası provokasyonuna

Başta CHP, demokratik muhalefet bu davaya sahip çıkmak zorundadır. Yargının ne ölçüde siyasallaştığını, sadece Beştepe'nin değil tarikatların, cemaatlerin elinde olduğunu herkesin bildiği Türkiye'de "Yargı kararıdır, ne yapalım," demek ipe un sermektir, tezgâhlanan provokasyona su taşımaktır

Hukuksuzluk değil irade gaspı ve siyasî ahlâksızlık

Özgür Özel'in genel başkan olarak, Ekrem İmamoğlu'nun da en büyük ve en önemli belediyenin başkanı olarak heyetleriyle birlikte acilen Van'a gitmelerini, sadece kendi adıma değil ama asıl, hafızalarda hâlâ diri olan kötü yaşanmışlıklar, yetmedi son genel seçimlerde CHP'nin genel başkanı olan Kılıçdaroğlu'nun ırkçı faşist kimliklerle yaptığı gizli protokoller ve benzer uygulamalar yüzünden güvenleri sarsılmış Kürt halkı adına rica ve talep ediyorum