17 Mayıs 2023

Kemerlerimizi bağlayalım, türbülansa giriyoruz

Yenilmek zordur, acı verir ama çok şey de öğretir. Denemekten vazgeçtiğinizde yürümekten, ilerlemekten, yaşamaktan vazgeçmişsiniz demektir. Mücadele böyle bir şeydir zaten: insanı diri tutar, yaşatır

                                               “Bir şeyin gerçekleşme ihtimali istemin  

                                                 yoğunluğuyla ters orantılıdır.”

                                                                             Edward Murphy

Gamlı Baykuş olarak Murphy yasalarını ciddiye alırım. “Bir şeyin ters gitme ihtimali varsa ters gidecektir” önermesi belki en kötümseridir o yasaların ama bir o kadar da gerçekçidir.

Murphy’ci olduğum için olumsuz gelişmeler karşısında çöküntü yaşamam, umutsuzluğa kapılmam, çünkü önceden kötü ihtimale kendimi hazırlamış olurum.

28 Nisan tarihli yazımda “Bu satırları, 14 Mayıs’a doğru giderken muhalefette gözlemlediğim coşkulu ruh halinden duyduğum kaygıyla yazıyorum,” demiştim. Seçimin çantada keklik olmadığını, sonuçlar ne olursa olsun umudu ve mücadele azmini yitirmemek gerektiğini, rüzgârların yönünün değiştiğini, aslında 14 Mayıs’ta mücadelenin yeni başlayacağını yazmıştım.

14 Mayıs’a yaklaşırken öyle bir hava vardı ki Gamlı Baykuş ben bile bu defa Murhpy yasası işlemedi galiba diye düşünmeye başlamıştım. Ama olmadı, zafer umuduyla coşan, değişim isteği güçlü olan kitleler, en azından bu aşamada hayal kırıklığına uğradılar. Çevremde, siyasal deneyim, akıl fikir sahibi olan hiç ummadığım kişilerde bile yenilginin yarattığı ruh halinin izleri görülüyor: Havlu atmak, mücadelenin anlamsızlığı, artık düze çıkılamayacağı karamsarlığı, umut yitimi, bir de suçlu arama telaşı…  

"Zafer birleştirir, yenilgi böler, dağıtır"

Muhalefet parti ve ittifaklarının 14 Mayıs’ta bekledikleri sonucu alamamış olmalarının çok çeşitli nedenleri var. Bir bölümü kendi yanlışlarından, kendi bagajlarının ağırlığından, bir bölümü ise 100 yıldır çözülememiş sorunlardan kaynaklanıyor. Bunlar uzun ve derinlemesine konuşmamız, tartışmamız, irdelememiz ve sonunda ortaklaşmamız gereken hayatî önemde konular. Ancak gerek muhalefet parti ve ittifaklarının kendi içlerinde, gerekse kendi küçük WhatsApp gruplarımda gözlemlediğim bir şey var: Yenilgiyi nasıl telafi edebiliriz, umutsuzluğu nasıl aşabiliriz diye düşünüp konuşmak yerine günah keçisi aramak, başarısızlığı şuna buna yüklemek, kişi yıpratmak, öfkesini sorumlu tuttuğu şu veya bu kişiden, liderden, yöneticiden çıkartmak…

Seçimlerde istenen/beklenen sonuçlara ulaşılsaydı gündeme gelmeyecek bu eleştiriler hatta saldırılar yenilgi psikolojisini yansıtıyor. Doğal ve insanî bir tepki ama tam da safları sıklaştırmak gerektiği bir anda bölücü, dağıtıcı, güçsüzleştirici etki yaratıyor.

Önümüzdeki günlerde bütün muhalefet güçleri, partileri ve ittifaklarında ciddi kopmalar, altüstlükler, dağılma olacağını varsayabiliriz. Zafer yanlışları, sorunları örter; yenilgi dağılmaya götürür.

Yanlış anlaşılmasın; seçimlerin sonuçları tabii ki tartışılmalı, yanılgılar, yanlışlar, ihmaller, öngörüsüzlük, kişilerin ve kurulların yetersizlikleri tabii ki sonuna kadar irdelenmeli, gerekli değişiklikler yapılmalı. Ancak, önce  durumu sindirmemiz, sakinleşmemiz, öfke ve tepkinin yerine salim düşünceyi, sağduyuyu geçirmemiz gerekiyor.  

"Mücadelenin hedefi kadar kendisi de önemlidir"

Ne için mücadele ediyoruz? İktidar bloğunda somutlanan İslamo-faşist gidişata dur demek, ülkemizin ve halkımızın geleceğini kurtarmak için. Seçimler bu mücadelenin bir aşaması, tek adam rejiminde ifadesini bulan vahim gidişatı engellemenin bir aracı. Bu aşamada söz konusu olan sadece siyasî iktidarın değişmesi değil, Türkiye’nin bir Ortadoğu ülkesi olmaktan kurtarılması. Bekir Ağırdır’ın sözleriyle: Medeniyet mi ortaçağ mı? sorusuna cevap verme sorumluluğu.

Mücadelemizin hedefi, amacı belli. Bir aşamada, şimdilik yenilgiye uğradık ama mücadele sürüyor. Havlu atmak, moralsizleşmek, umutsuzlaşmak teslim olmak demek. Yürüyüşün sürekliliği bir seçimde yeterli oy alamamış olmaktan çok daha önemli ve yaşamsal.

Neden mücadele yeni başlıyor diyorum?

“Seçimlerin sonucu ne olursa olsun mücadele yeni başlıyor” diye yazmıştım geçen yazımda. Bu bir ajitasyon cümlesi, kuyruğu dik tutma gösterisi falan değil. 2000’lerin başında ülkede bir rüzgâr esmiş, dipten gelen dalgalar değişim talebiyle ortalığı silip süpürmüştü. O dalgalar ülkeyi yıkıp geçti. (Neden böyle olduğu bir köşe yazısının sınırlarını aşan derin ve önemli bir konu.) Şimdi, tarihin dramatik bir ânında yeni bir değişim rüzgârı esmeye başladı ülkemizde. Seçimlere doğru giderken meydanlara yansıyan coşku ve umut o rüzgârın sesiydi.  Hak, hukuk, adalet, eşitlik, özgürlük diye inliyordu meydanlar. Muhalefetin ortak adayı Kılıçdaroğlu’nun barışçı, birleştirici üslubuna yansıyan, kimilerince sert eleştirilse de bence -bütün eksiklerine rağmen- çok değerli olan ittifak anlayışı meydanlara sirayet etmişti. Ortak hedefe farklılıklarla yürüneceği, sorunların kavga ile değil diyalogla, birbirimizi anlayarak  çözülebileceği umudu bu seçimlerde değişim talebine eşlik etti. Bir eşik atlandı.

Değişim: sadece toplumsal değişim değil zihniyet değişimi, kesintisiz mücadele ile adım adım ilerleyecek bir süreçtir. Seçim tabii ki çok çok önemli, sürecin değiştirilmesi için kazanılması gerekiyor. Ama sadece seçimlere odaklanır ve seçim başarısızlığı halinde mücadeleden vazgeçersek, asıl hedefe ulaşamayız. Seçimler amaç değil araçtır.

İşte bu yüzden, ülkenin en az yarısının, daha da fazlasının değişim sürecine dahil olma arzusu mücadelenin sürdürülmesini zorunlu kılıyor ve umut veriyor.

Daha iyi yenilmek için de olsa sandığa gideceğiz

Godot’yu Beklerken oyunundaki, benim çok sevdiğim, bazılarının saçma bulduğu “Hep denedin, hep yenildin. Olsun, yine dene, yine yenil, daha iyi yenil” repliğini hatırlatmaktan kendimi alamıyorum.

Yenilmek zordur, acı verir ama çok şey de öğretir. Denemekten vazgeçtiğinizde yürümekten, ilerlemekten, yaşamaktan vazgeçmişsiniz demektir. Mücadele böyle bir şeydir zaten: insanı diri tutar, yaşatır.

28 Mayıs’ta hesaplayamayacağımız bir mucize olmazsa Kılıçdaroğlu’nun kazanacağını düşünmüyorum. Küçük bir farkla da olsa Tekadam tahtında kalacak. Böyle düşündüğüm halde, yine onca yolu, onca zahmeti göze alarak (İstanbul dışında ulaşımı güç bir yerde kalıyorum.) sandığa gideceğim. Ayrıca beraberimde 14 Mayıs’ta oy kullanmamış birkaç kişiyi de götüreceğim.

Bu uzamış yazının uyumsuz görünen başlığına gelince, sonraki yazıda açmam gerekecek. Demek istediğim; önümüzdeki dönemde iktidarda da muhalefette de bütün dengelerin sarsılacağı, özellikle muhalefet partilerinin, ittifakların, liderlerin siyasîlerin köklü şekilde değişeceği, dönüşeceği. Kısaca: artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!

Ülkeyi toplumsal, siyasal, ekonomik büyük sarsıntıların beklediğini, hızla türbülansa girmekte olduğumuzu düşünüyorum. Buna hazır olmak için yenilgi psikolojisinden çıkmamız, mücadeleye daha azimli ve kararlı girmemiz gerekiyor. En azından kendimizi diri tutabilmek, çökmemek için…

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

- Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)

Yazarın Diğer Yazıları

Devletin birliğini bütünlüğünü bozan hainler kimler?

Dikkatimi çeken, Demirtaş'a devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmaktan, Figen Yüksekdağ'a da devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmaya yardımdan ceza kesilmiş olması. Soruyorum: Devletin bütünlüğünü, milletin birliğini bozanlar Kobane davasında mahkûm edilenler mi, onları mahkûm ettirenler mi?

 "Alavere dalavere, Kürt Memet nöbete" mi, hukuka dönüş umudu mu?

Yazının başlığı; çocukluğumdan beri duyup bildiğim, gündelik yaşamda ve siyasette her an tanık olduğumuz haksızlığı, hukuksuzluğu, eşitsizliği ifade eden, yaşam pratiğinden süzülmüş bir deyim...

1 Mayıs'ta Taksim'e çıkamamanın sorumlusu kim?

45 bin polisin işe koşulduğu bir ortamda, eski gücünde olmayan sendikal hareketin, uzun yıllardır pasifize edilmiş, aş-iş-ekmek derdindeki emekçi sınıfları Taksim'e çıkarmaya niyeti vardı, ama gücü yoktu